29 Mart 2009, 17:40
|
#1 |
Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
| Varoluşun Dinamiği
Varoluşun Dinamiği Varoluşçu psikiyatrinin temel kavramı Dasein’dır. Dasein ya da dünya-içinde-varolmak , insanın bir özelliği ya da Freud’un egosu ve Jung’un arketipi gibi, ona mal edilebilecek bir şey değildir. Dasein, Heidegger tarafından kullanılan Almanca bir sözcüktür ve canlı olmayan şeylerin anlatımı için kullanılan Vorhandensein sözcüğünün karşıtıdır. Dasein sözcüğü, tam karşıtı olarak, Da = olmak , sein = var ya da “orada var” biçiminde çevrilebilir. Dolayısıyla Dasein, var olmak ya da orada var olmak, dilimize yerleşmiş biçimiyle varoluştur. İnsanın dünyadan ayrı bir varlığı yoktur, dünya da insandan ayrı var olamaz. Varoluşçu psikiyatri esasen özne (insanm ruhsal varlığı) ve nesne (beden, toplumsal ve fizik çevre) biçimindeki ikiciliğe karşı çıkar. İnsan ve içinde bulunduğu dünyanın bir bütün olduğunu savunur. “Duygu ve davranışları dış çevreden ve bedenin içinden gelen uyaranlar oluşturur” biçimindeki bir ayrımı kabul etmez. İnsan kendini ve “dünyalarını” yine kendisi yaratır. Bir başka deyişle, kendi varoluş seçiminden kendisi sorumludur. Bu seçim insanın doğuştan var olan gizilgüçlerini geliştirmesi ve gerçekleştirmesi doğrultusunda olur. Olayları “bir davranışı başlatmak” biçiminde ele alan yaklaşımlar gereksizdir, çünkü davranışlar her an olagelir. İnsan kendisinin, kendisini etkileyen olayların ve bu olaylar üzerindeki etkisinin bilincinde olduğu için seçimler yapabilir ve kararlar alabilir. İnsanın bilincinde olduğu şeyler sözlü dille anlattıklarıyla sınırlanmaz. Konuşma, olaylara ilişkin düşünce-sezgi-duygu-eylem örüntüsünün yalnızca bir bölümüdür. İnsanın düşünceleri onun gerçeğini tümüyle yansıtmaz ve olaylara ilişkin duygu, eylem, vb. yaşantılarının kabataslak bir özeti olmaktan öte bir anlam taşımaz. İnsanın gerçeği onun duygu, düşünce, sezgi ve eylemlerinden oluşan yaşantılarıdır. İnsan bir içerik içinde var olur. Ancak dünyasındaki objelerle ve diğer insanlarla ilişkisinde, kendini yaşayan bir bütün olarak algılar. Konuşma ve bilinçliliğin özel bir önem taşımasının nedeni de budur. İnsanı insan yapan, diğer insanlar ve objelerle birlikte varoluşudur. Bu temel olmadıkça konuşma ve bilinç de olamaz. Tüm canlı varlıklar gibi insan da ancak belirli koşullar altında yaşayabilir. Beden ısısı çok yükselirse ya da uzun süre aç ve susuz kalırsa ölür. İnsanın varoluşu için zorunlu koşullardan biri de çevresinde diğer insanların olmasıdır. Onlar olmadığında insan, bir hayvan gibi var olur. İnsan diğer insanlarla birlikte yaşadığı için insan olabilmiştir. Kendi varoluşunun farkında oluşu da dış olaylarla ve özellikle diğer insanlarla etkileşiminin bir sonucudur. Varoluşun bilincinde olmak, bunun tam karşıtı bir olasılığı, yani var olmamanın ya da hiçliğin bilincini de beraberinde getirir. Daha önce de belirtildiği gibi bu, ölümün kaçınılmazlığının arada bir fark edilmesini ya da daha sık yaşanan biçimiyle boşluk, yalnızlık ve insanlardan soyutlanma duygularını içerir. Bir anlamda insan doğuştan yalnızdır. Çünkü öznel yaşantısı diğer insanlar tarafından doğrudan algılanamadığı gibi, o da diğer insanların yaşantısını kendisininki gibi algılayamaz. Öte yandan kendi varlığının farkında olabilmesi için olaylarla etkileşimde bulunması gerekir. Bu etkileşim olmadan, dışarıdan bakıldığında bir insan gibi görünse de diğer insanlar için hiçbir anlam taşıyamaz. Olaylarla iletişimi ve ilişkisi, dış dünyadan soyutlanmamasını sağlar. Kendi varlığının bilincini yitirme olasılığının yarattığı duyguya ‘ontolojik anksiyete’ denir. Algı yoksunluğu (sensory deprivation) deneklerinin bazılarında bu duygunun yoğun bir biçimde yaşandığı gözlemlenmiştir. Bu anksiyete insanda doğuştan vardır. Dolayısıyla kaçınılması imkansız ve ancak dış olaylarla etkileşimlerin sürdürülmesiyle denetlenebilir. Olaylarla anlamlı ilişkiler kurmaktan kaçınma (gizilgüçlerin yadsınması), suçluluk duygularının yaşanmasına neden olur. Suçluluk doğuştan var olan bir duygudur. Alıntı. |
| |