Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
| Psikiyatri İktidarı
Psikiyatri İktidarı Çeviren: Selahattin Hilav. 1973-1974 –Psikiyatri İktidarı İki olgu arasında, hiç kuşkusuz, tarihsel bir karşılıklı bağlantı var:
XVIII. yüzyıldan önce, delilik sistemli bir biçimde bir yere kapatmanın konusu olmuyordu; bir tür yanlış ya da yanılsama olarak düşünülüyordu. Klasik çağın başlarında bile, delilik, bu dünyanın kuruntu-varlıklarından biri olarak görülüyor, onların arasında yaşayabiliyor, ancak aşırı ve tehlikeli biçimler edindiğinde onlardan ayırtlanıyordu. Bu durumdan, deliliğin hakikatinin ortaya çıkabileceği ve ortaya çıkması gereken ayrıcalıklı yerin hastanenin yapay alanı olmadığı anlaşılır. Benimsenmiş iyileştirme yerlerinin ilki, doğaydı. Çünkü doğa, hakikatin görülebilen formuydu; yanlışı giderebilme, kuruntu-varlıkların ortadan çekilip gitmesini sağlama gücüne sahipti. Bundan ötürü hekimler seyahat etmeyi, dinlenmeyi, gezinmeyi, bir köşeye çekilmeyi, kentin yapay ve boşuna dünyasından uzaklaşmayı öğütlüyorlardı. Esquirol, bir psikiyatri hastanesinin planlarını tasarladığında, bunu hatırlayacaktı. Nitekim, her avlunun ferah bir biçimde bir bahçeye bakmasını salık veriyordu. Kullanılan bir başka iyileştirme yeri, tersine çevrilmiş doğaydı, yani tiyatroydu. Hastanın önünde kendi deliliğinin komedisi oynanıyordu, bu delilik sahneye konuyor ve ona bir an, kurgusal bir gerçeklik veriliyordu; dekorlar ve kıyafet değiştirmeler yardımıyla, bu delilik, sanki gerçekmiş gibi ortaya konuyordu. Ama böylece tuzağa düşen yanlışlığın, bu yanlışlığa kurban olanın gözü önüne apaçık serilmesi amaçlanıyordu. Bu teknik de, XIX. yüzyıl da henüz tamamen ortadan kalkmamıştı. Orneğin Esquirol, enerjilerini ve mücadeleden tat almalarını harekete geçirmek için, melankoliklere yönelik davalar uydurmayı öğütlüyordu. XIX. yüzyıl başlarındaki bir yere kapatma uygulaması, deliliğil yanlıştan daha çok düzgün ve normal davranışa oranla ele alınmasıyla zamandaştır. Yani deliliğin, çarpık bir yargı olarak değil de, isteme, tutkuları yaşama, kararlar alma ve özgür olma tarzındaki bir bozukluk olarak görüldüğü; kısacası, hakikat-yanhş-bilinç ekseninde değil de, tutku-istenç-özgürlük ekseni üzerinde yer aldığı dönemle zamandaştır. Bu, Hoffbauer’in ve Esquirol’ün döne midir. “Hezeyanı zar zor görülebilen deliler vardır; tutkuları, manevi duygulanımları çığrından çıkmış, sapık ya da ortadan kalkmış olmayan hiçbir deli yoktur... Hezeyanın azalması, ancak deliler ilk duygulanmalarına geri döndükleri zaman kesin bir iyileşme belirtisidir.’ Gerçekten de, iyileşme süreci nedir? Yanlışın ortadan kalkması ve hakikatin yeniden belirmesi midir? Hayır, bu değildir; ama “makul sınırları içinde manevi duygulanımların geri dönmesidir; dostlarını, çocuklarını görme isteğidir, duyarlığın gözyaşlarıdır, derdini açma, ailesine yeniden kavuşma gereksinimidir; alışkanlıklarını yeniden edinmedir”. Oyleyse, düzgün davranışlara bu dönüş hareketinde, tımarhanenin rolü ne olacaktır? Kuşkusuz, tımarhane, öncelikle, XVIII. yüzyılın sonunda hastanelere yüklenen işlevi yerine getirecektir. Yani akıl hastalığının hakikatini ortaya çıkarmayı olanaklı kılacak, hastanın çevresinde hastalığı maskeleyen, karman çorman eden, sapmış formlara sokan, sürdüren ve yeniden hızlandıran ne varsa hepsini bir yana itecektir. Ama Esquirol’ün modelini ortaya koyduğu hastane, hastalığın iç yüzünün ortaya çıkarıldığı bir yer olmaktan çok, bir karşı karşıya gelme alanıdır. Bozuk bir irade, sapık bir tutku olan delilik, burada, sağlam bir iradeyle ve ortodoks tutkularla karşılaşmalıdır. Bunların yüz yüze gelmesi, kaçınılmaz ve daha doğrusu arzu edilen çatışması, iki sonuç doğuracaktır: hiçbir hezeyanda dile gelmediği için elle tutulur hale gelemeyebilen hasta istenç, hekimin sağlam istencine karşı gösterdiği dirençle, rahatsız lığını apaçık ortaya çıkaracaktır ve öte yandan, burada ortaya çıkan mücadele, iyi sürdürülürse, sağlıklı istencin zaferi, bozuk istencin baş eğmesi ve kendinden vazgeçmesiyle sonuçlanacaktır. Demek ki burada, bir karşıtlık, mücadele ve boyun eğdirme süreci söz konusu. “Karışıklık yaratacak bir yöntem uygulamak, kasılmayı kasılmayla yok etmek gerekir... Bazı hastaların tüm karakterini boyun duruk altına almak, iddialarını yenilgiye uğratmak, taşkınlıklarını evcilleştirmek, gururlarını kırmak ve bu arada ötekileri uyarmak, yüreklendirmek gerekir”. XIX. yüzyıl psikiyatri hastanesinin çok acayip işlevi, işte böyle ortaya konur. Bu hastane, teşhis ve sınıflandırma alanıdır; düzenlenimleri büyük bir bostanı alda getiren avluların (bunlarda sınıflandırılmış hastalıklar ayrı ayrı yer alır) oluşturduğu bir botanik bahçesidir. Ama aynı zamanda, karşı karşıya gelmek için kapalı bir alan, kişi kişiye savaş alanı, zaferin ve baş eğmenin söz konusu olduğu kurumsal bir alandır. Tımarhanelerin büyük hekimleri (Leuret, Charcot, Kraepelin gibi), hem hakkında edinmiş olduğu bilgiyle hastalığın hakikatini açıklayabilen ve hem de hastalığı hakikati içinde meydana getiren ve istencinin hasta üzerindeki etkisiyle hastalığa gerçekte boyun eğdiren kişidir. XIX. yüzyıl tımarhanelerinde uygulanmış bütün tekniklerin ya da yöntemlerin —tecrit, özel ya da açık sorgulama, duş yaptırma gibi uygulamalar, cezalar, ahlaksal görüşmeler (teşvikler ya da uyarmalar), sert disiplin, mecburi çalışma, ödüller, hekim ile bazı hastaları arasındaki tercihli bağıntılar, hastayı hekime bağlayan bağımlılık, elinde tutma, hizmet etme ve kimi zaman da kölelik ilişkileri—, evet bütün bunların işlevi, tıp kişisini “deliliğin efendisi” haline getirmekti. Yani deliliği, saklandığı, gömülü ve sessiz kaldığı zaman hakikati içinde ortaya çıkaran ve deliliğe egemen olan; onu yatıştıran ve hem de ustaca zincirden boşandırdıktan sonra yatıştıran ve gideren kişi haline getirmekti. Alıntı. |