Tekil Mesaj gösterimi
Alt 15 Ağustos 2008, 02:48   #20
Çevrimdışı
PopSy
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Alenî Dâvet




Kureyşliler muhacirlerin peşinde

Kureyş müşrikleri Müslümanların ard arda Habeş ülkesine hicret etmelerinden telâşa kapıldılar. Gurbet diyarında da garip Müslümanların peşini bıkamak niyetinde değillerdi. İslâmiyetin bu gibi ülkelerde de yayılması ve artık karşısına çıkılmayacak bir kuvvet haline gelmesi endişesini taşıyorlardı. Zira, Müslümanlar Habeş Hükümdarından himâye gördükleri takdirde Arabistan’ın İslâm sinesine koşması daha da kolaylaşabilirdi. Böylece, İslâmın önüne çekmek istedikleri sedleri de yerle bir olacaktı.

Bu duruma tahammül edemeyen Kureyşli müşrikler aralarında konuştular. Sonunda, elçiler gönderip, hicret eden Müslümanları Habeş Hükümdarından geri istemeye karar verdiler.1

Elçi olarak Amr bin Âs ve Abdullah bin Ebi Rabîa’yı vazifelendirdiler. Plânları şu idi: Başta Necaşî olmak üzere ülkenin diğer ileri gelenlerinin hepsine kıymetli hediyeler götürülecek. Önce, hükümet adamlarına hediyeleri verilecek ve arzuları arzedilecek. Sonra da Hükümdara hediyesi takdim edilecek.

Bu plânı tatbik etmelerindeki maksatları ise şu idi: Devlet erkanının kendilerini desteklemeleri, Habeş Necaşî’sinin mülteci Müslümanlarla görüşmesine fırsat ve imkân verilmeden arzularını yerine getirmelerini kolayca sağlamaları.

Habeş ülkesine varan elçiler aynı plânı tatbik ettiler.

Devlet adamlarına kıymetli hediyeleri takdim ederek maksatlarını şöylece artettiler:

“Bizden bazı aklı ermez gençler, atalarının yolundan ayrıldılar. Sizin dininize girmedikleri gibi, yepyeni bir dinle ortaya çıktılar. Şu anda hükümdarınıza sığınmış bulunmaktadırlar. Biz onları geri istemek üzere kavmimiz tarafından gönderildik. Hükümdara bu arzumuzu ilettiğimiz zaman, bu hususta bize yardımcı olun ve ona Müslümanlarla görüşme fırsatını tanımayın. Onların teslimi hususunda bizi destekleyin ve deyin ki: Bunlar elbette kendilerinden olanları daha iyi tanır ve bilirler. Kusurlarını da başkalarından daha iyi görürler.”

Saray adamları kıymetli hediyelere aldandılar ve kendilerini destekleyeceklerine dair söz verdiler.

Elçiler, bu sefer hükümdarın huzuruna çıktılar ve arzularını şöyle dile getirdiler:

“Ey Hükümdar! Aramızdan çıkıp, işlerimizi bozan bu adamlar şimdi de buraya senin dinini, ülkeni ve halkını bozmak için gelmişlerdir. Seni bu hususta ikaz etmeye geldik.

“Bunlar Meryem oğlu İsâ’yı ilâh tanımazlar. Senin huzuruna girince secdeye varmazlar. Sen, onları bize iâde et, biz onların hakkından geliriz.”1

Görüldüğü gibi, elçiler isteklerini gayet kurnazca ifâde ediyorlardı. Hükümdarın Hıristiyan olduğunu bildikleri için, o noktadan da kendisini kazanmak istiyor ve, “Onlar, Meryem oğlu İsâ’yı ilâh olarak tanımazlar” diyerek mülteci Müslümanlar hakında hiddete gelmesini istiyorlardı.

Önceden ayarlanan saray adamları da elçilerin söylediklerini tasdik ettiler:

“Ey Hükümdar,” dediler, “bunlar doğru söylüyorlar. Elbette onları başkalarından daha iyi bilir ve tanırlar. Hangi kusurlarının olduğunu da daha iyi görürler. Onları kendilerine teslim edelim! Yurtlarına, kavimlerine geri götürsünler.”

Elçiler, isteklerine “evet” denileceğini ümitle beklerken, Necaşi hiddetli hiddetli, “Vallahi, hayır,” dedi. “Çaresiz kalmış, yurduma gelip yerleşmiş, beni başkalarına tercih etmiş kimseleri, ben hiçbir kimseye teslim etmem. Onlarla görüşmeden, onların fikirlerini almadan hiçbir zaman kararımı vermem. Eğer, iş bunların (elçilerin) dedikleri gibiyse, onları kendilerine teslim eder, kavimlerine geri çeviririm. Şayet iş, bunun aksi olursa kendilerini korur, en güzel şekilde görür gözetirim.”2

Daha sonra, Necaşî, Müslümanların yanına gelmesi için davetçi gönderdi. Muhacirler, aralarında Hz. Câfer’i kendilerine temsilci seçtiler ve hep beraber saraya gittiler.

İçerde Kureyş elçileri ile birlikte, Necâşî’nin çağırttığı Rahipler de vardı.

Hz. Câfer, Necâşî’nin huzuruna girince, selâm verdi, fakat secde etmedi.

Saray adamları Hz. Câfer’e, “Sen ne diye Hükümdara secde etmedin,” diye sorunca şu vevabı verdi:

“Biz ancak Allah’a secde ederiz.”

Tekrar, “Niçin?” diye sordular.

“Çünkü,” dedi, “Allah bize Resûlünü gönderdi. O da Allah’tan başkasına secde etmemizi men etti.”

Bunun üzerine elçiler, “Ey Hükümdar, biz bunların hâlini sana bildirmemiş miydik?” dediler.

Necâşî Müslümanlara, “Siz ülkeme ne için geldiniz? Hâliniz nedir? Tüccar değilsiniz, bir isteğiniz de yok. O halde, bana, benim memleketime niçin geldiniz? Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hâli nedir? Hem bana söyleyiniz, ne diye memleketiniz halkından bana gelenlerin selâm verdikleri gibi selâm vermiyorsunuz?” diye sordu.

Hz. Cafer, bu soruları cevaplardırmaya geçmeden, “Ey Hükümdar,” dedi, “ben üç söz söyleyeceğim. Eğer doğru söyler isem, beni tasdik edin, yalan söylersem yalanlayın. İlk önce emret ki şu adamlardan (elçilerden) sadece biri konuşsun, öbürü sussun!”

Elçilerden Amr bin As konuşacağını söyledi. Bunun üzerine Hz. Câfer Necâşîye hitaben, “Söyle şu adama,” dedi, “biz tutulup efendilerimize iâde edilecek köleler miyiz?”

Necâşî, “Ey Amr,” dedi, “onlar köle midirler?”

Amr, “Hayır,” dedi, “Onlar şerefli ve hürdürler.”

Bu sefer Hz. Câfer Necaşî’ye, “Sor şu adama,” dedi. “Biz haksız yere birinin kanını mı döktük ki, kanı dökülenlere geri verileceğiz?”

Necâşî, “Ey Amr,” dedi, “Bunlar haksız yere herhangi birinizin kanını mı döktüler?”

Amr, “Hayır,” dedi. “Onlar, bir damla kan bile dökmediler.”

Hz. Câfer, yine Necâşî’ye, “Sor şu adama,” dedi. “Halkın mallarından haksız yere aldığımız, üzerimizde ödemekle mükellef bulunduğumuz mallar mı var?”

Necâşî, “Ey Amr,” dedi. “Eğer şu adamcağızların, ödeyecekleri bir kantar altın borçları varsa, onu ben ödeyeceğim.”

Amr, “Hayır,” dedi. “Onların bir kırat borçları bile yok!”

Bunun üzerine Necâşî, “O halde, siz bu adamlardan ne istiyorsunuz?” dedi.

Amr, “Onlar ve biz bir dinde idik. Onlar, dinimizi bıraktılar. Muhammed’e ve dinine tâbi oldular” diye cevap verdi.

Bu sefer, Necâşî, Hz. Câfer’e döndü ve, “Siz sâlik bulunduğunuz şeyi ne diye bırakıp, başkasına tâbi oldunuz? Kavminizin dininden ayrıldığınıza, ne benim dinimde, ne de şu milletlerden herhangi birisinin dininde olmadığınıza göre sizin edindiğiniz bu din, ne dindir?” diye sordu.

Hazret-i Câfer meseleyi baştan almanın daha uygun olacağını düşünerek, “Ey Hükümdar,” dedi, “biz cahiliyyet üzere olan bir millet idik. Putlara tapar, lâşeler yerdik. Akla gelebilecek her türlü kötülüğü işlerdik. Hısım ve akrabalarımızla ilgimizi keser, komşularımıza kötülükte bulunur, zaifleri ezerdik.

“Bizler bu hal üzere iken, Allah içimizden birini bize peygamber gönderdi. Nesebini, asâletini, doğruluk ve eminliğini, iffet ve nezâhetini bildiğimiz bir peygamber.

“O, bizi Allah’ın varlık ve birliğine inanmaya, Ona ibadete, bizim ve atalarımızın Allah’tan başka tapınageldiğimiz putları ve taşları terk etmeye davet etti.

“Doğru sözlü olmayı, emânetleri yerine getirmeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, gühâhlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara iftirâ etmekten bizi menetti.

“Biz de ona îmân ettik ve dâvâsını tasdik ettik. Onun Allah’tan getirip bildirdiği şeylere tabi olduk.

“Bu yüzden kavmimiz bize düşman kesildi, zulmetti. Bizi dinimizden vazgeçirmek, Allah’a ibadetten alıkoyup, putlara taptırmak için türlü türlü işkencelere ve mihnetlere uğrattılar.

“Biz de bütün bu sebeplerden dolayı yurdumuzu, yuvamızı terk ederek ülkene geldik. Sana sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ümid etmekteyiz.”1

Hazret-i Câfer, hükümdarın selâm verme ve secde etmeme hususundaki sorusuna da şöyle cevap verdi:

“Selâm verme meselesine gelince, biz seni Resûlullahın selâmı ile selâmladık. Biz birbirimizi hep böyle selâmlarız. Cennete gireceklerin selâmlaşmalarının da bu şekilde olacağını Peygamberimizden öğrendik. Bu yüzden seni böyle selâmladık.

Secde etme hususuna gelince, biz Allah’tan başkasına secde etmekten yine Allah’a sığınırız.”2

Hazret-i Câferin bu sözleri, Necâşî’nın üzerinde derin tesir icra etti. Müşrikler ise, durdukları yerde sus pus kesildiler.

Necâşî, bir müddet düşündükten sonra Hz. Câfer’e, “Yanında bu bahsettiklerinden bir şey var mı?” diye sordu.

Hazret-i Ca’fer, “Evet var,” dedi ve Meryem Sûresinin baş taraflarını okudu.

“Kâf hâ yâ ayn sâd.

“Bu âyetler, kulu Zekeriyâ’ya Rabbinin rahmetini zikirdir.

“Hani o Rabbine gizlice niyaz etmişti.

“Ve demişti ki: ‘Ey Rabbim, artık benim kemiklerim yıprandı, başım ihtiyarlıkla tutuşup saçlarım aklandı. Sana ettiğim duâlarımda da, ey Rabbim, ben hiç mahrum kalmadım.”1

Sonraki âyetlerde, Hazret-i Meryem’in, İsâ’ya (a.s.) nasıl hamile kaldığı, Hazret-i İsâ’nın dünyaya nasıl geldiği, bir mu’cize olarak beşikte nasıl konuştuğu, sonra da Allah tarafından peygamber olarak gönderildiği anlatılıyordu.

Okunan âyetler, Necâşî’nin ruh dünyasına, gözlerinden yaşlar akıtacak kadar tesir etti. Hatta akan yaşlar sakalını bile ıslattı. Hazır bulunan rahipler de gözyaşlarını tutamadılar.

Kur’ân-ı Kerim’in manevî cazibesine kapılan iç âlemi bir nebze teskin olduktan sonra, Necâşî, “Vallahi,” dedi, “bu aynı kandilden fışkıran bir nurdur ki, Musâ da, İsâ da onunla gelmişti.”2

Bu haklı itirafından sonra da müşrik elçilere dönerek, “Vallahi, ben ne onları size teslim ederim, ne de onlar hakkında herhangi bir kötülük düşünürüm”3 dedi.

Necâşî’nin bu beklenmedik kararı karşısında elçilerin, boyunlarını bükerek sarayı terk etmelerinden başka çâreleri kalmadı.

Buna rağmen elçiler, bilhassa Arab’ın siyaset dâhisi kabul ettikleri Amr bin Âs, bu işin peşini bırakmayacağını söyledi ve yeni bir taktik uygulamaya karar verdi.

Ertesi gün tekrar Necâşî’nın huzuruna çıkarak, Müslümanların Hazret-i İsâ hakkında çok garip şeyler söylediklerini anlattı.

Hükümdar, yine Müslümanlarla konuşmayı uygun buldu ve onları yanına çağırttı. Temsilci olan Hazret-i Câfer’e, “Hazret-i İsâ hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.

Hz. Câfer şu cevabı verdi:

“Biz Hz. İsâ hakkında Peygamberimizin bize Allah’tan getirip bildirdiğini söyleriz.”

“O, Allah’ın kulu, Resûlü ve Allah’ın (sâir ruhlar gibi yarattığı ve) gönderdiği bir ruhtur. O, dünyadan ve erkekten vazgeçen iffetli bir kız olan Meryem’e ilka edilmiş olan Allah’ın bir kelime’sidir. (Yani Cenâb-ı Hakkın “Kün” emriyle babasız dünyaya gelmiştir.) Meryem oğlu İsâ’nın hâli ve şânı bundan ibârettir.”1

Müslümanların Hz. İsâ hakkındaki bu kanaatları Necâşî’yi oldukça sevindirdi. Eline bir çubuk aldı ve yere bir çizgi çizerek:

“Bizim ile sizin aranızda, bu hususta, şu çizgi kadaracık bir fark var. Zaten biz de onu sizin söylediğinizden başka bir şekilde telâkki etmiyoruz” dedi.2

Elçiler Necâşînin himâyeden vazgeçmesini beklerken hayal kırıklığına uğradılar.

Necâşî Müslümanları da, “Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik ederim ki, o, Allah’ın Resûlüdür. Zaten biz onun vasıflarını kitabımız olan İncil’de okumuştuk. O peygamberi, Meryem oğlu İsâ da insanlığa müjdelemişti. Allah’a yemin olsun ki, eğer o bu ülkemde bulunmuş olsaydı, ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım”1 dedi.

Hak ve hakikatı görüp idrâk eden Necâşî, Peygamberimizin Risâletini tasdik eden sözlerinden sonra, bundan böyle Müslümanlara karşı takınacağı tavrı da şu sözleriyle ifâde etti:

“Gidiniz! Ülkemin el sürülmemiş kısmında her tecâvüzden mahfuz, emniyet ve huzur içinde yaşayınız.

“Size kötülük eden helâk olur. (Bu sözlerini üç kere tekrarladı.)

“Ben sizden hergangi birinizi üzüp de, bir dağ kadar altına sahip olacağımı bilsem, yine de buna teşebbüs etmem.”2

Necâşînin bu kesin ve kararlı sözlerinden sonra, elçilere elbette gerisin geri Mekke’ye dönmekten başka yapacak birşey kalmamıştı. Hatta, Necâşî kendilerine getirdikleri hediyelerini bile iâde etti.

Bu haberi duyan Kureyş müşrikleri büyük bir sarsıntı geçirdiler. Korktukları başlarına gelmiş sayılırdı!

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet sohbet