Tekil Mesaj gösterimi
Alt 15 Ağustos 2008, 02:44   #12
Çevrimdışı
PopSy
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Alenî Dâvet




Ebû Talib’e başka teklif

Gözleri önünde bir çok kimsenin İlâhî hidâyete koştuğunu gören müşrikler, buna tahammül edemiyorlardı. Başka bir tedbir düşündüler. Yine Ebû Talib’e başvurarak şu teklifte bulundular:

“Ey Ebû Talib! Sana Kureyş gençlerinin en güçlü, en kuvvetli, en yakışıklısı ve akıllısı olan Umâre bin Velid’i verelim, kendine evlâd edin. Aklından, yardımından istifâde edersin. Buna karşılık sen de bize, kardeşin oğlunu teslim et, öldürelim! İşte sana adam karşılığında adam, daha ne istersin?”

Ebû Talib bu mantıksız teklife, “Önce siz bana kendi oğullarınızı verirsiniz, onları ben öldürürüm, ancak sonra onu size verebilirim” diye cevap verdi.

Bu teklifi müşrikler tepkiyle karşıladılar:

“Bizim çocuklarımız,” dediler, “onun yaptıklarını yapmıyorlar ki!”

Ebû Talib, bu sözlerini de cevapsız bırakmadı ve sert bir dille, “Vallahi, o sizin çocuklarınızdan çok çok daha hayırlıdır. Siz bana çok çirkin bir teklifte bulunuyorsunuz? Nasıl olur? Siz, oğlunuzu bana yetiştirmek üzere vereceksiniz, benimkini ise öldürmek için alacaksınız? Buna asla müsâade edemem!”1 diye konuştu.

Müşriklerin kin ve nefretleri artık son haddine varmıştı. Bu nefret ve kinleri bundan böylece Resûlullah ve Müslümanlara değil, Ebû Talib’e de yönelmiş oluyordu.

Kaderin garip tecellisine bakınız ki, müşriklerin Ebû Talib’e karşı menfi tavır takınmaları Haşimoğullarının Resûl-i Ekremi himayelerine almalarına vesile oldu. Himayeden sadece biri kaçındı: Ebû Leheb.

Bu arada Ebû Talib, Haşimoğullarını topladı ve Resûl-i Ekremin korunması hususunda dikkatli olmalarını tenbihledi.

Ebû Talib’in bu tarz vaziyet alışı, Kureyş müşriklerini şu kesin karara sevketti: Allah Resûlünün hayatına son vermek!

Bu menhus arzularını gerçekleştirmek için Mescid-i Haram’a toplandılar. Bunu duyan Ebû Talib, Haşimoğulları gençlerini bir araya topladı ve derhal onlarla Kâbe’ye giderek müşrik topluluğuna göz dağı verdi:

“Vallahi,” dedi, “yeğenim Muhammed’i öldürecek olursanız, biliniz ki, sizden hiçbir kimse sağ kalmaz. Biz de, siz de bu yolda helâk oluncaya kadar peşinizi bırakmayız.”

Ebû Talib’in bu tehdidi karşısında müşrikler, tek kelime konuşamadan dağıldılar.

Ebû Talib, konuşmasının sonunda, Kâinatın Efendisi hakkında şöyle diyordu:

“Mübarek yüzü suyu hürmetine bulutlardan yağmur niyaz edilen böyle bir zât hiç bırakılır mı? O, öyle bir kerem sahibidir ki, yetimler onun eline bakar, dullar ve yoksullar ona güvenir. Hâşimoğulları âilesinin yoksulları ona sığınırlar. Hâşimoğulları onun sayesinde nimetlere erişmişlerdir.

“Ey Kureyş topluluğu! Beytullah’a yemin ederim ki, siz onu yalanlamakla aldanıyor ve boş hayallere kapılıyorsunuz. Muhammed hakkındaki su-i kasdınız ise, biz onun çevresinde pervaneler gibi dönüp uğrunda çarpışmadıkça gerçekleşir mi sanıyorsunuz? Hepimiz onun çevresinde serilip yok olmadıkça, çoluk çocuklarımızı bize unutturacak fedakârlıklarla onu müdafaâ etmedikçe size bırakmayız.”1

Bütün bu olup bitenlerden sonra Kureyş müşrikleri, Peygamber Efendimizin baskılarla , zulüm ve tahakkümlerle, eziyet ve işkencelerle kendilerine boyun eğmeyeceğini anlamışlardı.

Bu sebeple, yeni yeni plânlar tertiplemeyi, yeni yeni isnad ve iftiralar uydarmayı tasarladılar. Hedef; Resûl-i Ekrem Efendimizin yüce şahsiyetini nazarlarda (haşâ) küçültmek, ulvî maksat ve gayesinin insanlarca duyulmasına engel olmaktı!

Bu maksatla hürmet ettikleri büyüklerinden biri olan Velid bin Muğire etrafında toplandılar. Günden güne gelişen, gönüllere saâdet bahşeden îmân, İslâm davası ve onun temsilcisi olan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz hakkında konuşmaya başladılar.

Fikir babalarından biri olan Velid bin Muğire, etrafında toplanmış, yüzlerine şirkin çirkinliği aksetmiş bulunan arkadaşlarına, “Ey Kureyşliler,” dedi, “işte Hac mevsimi de gelip çattı. Arap kabileleri yurdumuza akın edeceklerdir. Muhakkak onlar, şu adamımız Muhammed’in meselesini de duymuşlardır. Size bir takım sorular soracaklardır. Bu sebeple onun hakkında bir fikir etrafında birleşmemiz gereklidir. Tâ ki, aramızda ihtilâfa düşmeyelim.”

Bu, kurnazca bir teklifti. Ayrı ayrı fikir beyan etmeleri elbette onları inanılmız ve sözlerine güvenilmez bir duruma sokacaktı. Dolayısıyla gelen halk üzerinde de pek tesirli olamayacaklardı.

Kureyşliler, bu kurnaz teklifin sahibini tedbir hususunda da dinlemek istediler.

“Sen,” dediler, “bize bu husustaki görüşünü, kanaatini ve tedbirlerini de söyle. Biz de aynısını söyleyelim ve aynı şekilde hareket edelim.”

Fakat, Velid, önce onların kanâat ve görüşlerini öğrenmek istiyordu. Kureyş müşikleri fikirlerini beyân ettiler.

“Kâhindir deriz.”

Velid bu fikirlerine katılmadı.

“Hayır,” dedi, “vallahi o, bir kâhin değildir. Biz kâhinleri görmüşüzdür. Onun okuduğu şeyler, öyle kâhin mırıldanışları ve düzmeleri cinsinden değildir. Kâhin doğru da söyler, yalan da. Amma, biz Muhammed’in hiçbir yalanını görmedik ki!”

Müşrikler, “O halde “mecnûn (deli)” diyelim” dediler.

Velid, bu görüşe de itiraz etti:

“Hayır,” dedi. “O mecnûn da değildir. Delileri görmüşüz. Deliliğin ne olduğunu biliriz. Onun hali bir delininkine asla benzemiyor.”

Topluluktan üçüncü teklif geldi: “Öyle ise ‘şair’dir deriz.”

Velid bu görüşü de doğru bulmadı.

“Hayır, o şâir de değildir, biz şiirin her çeşidini biliriz. Onun okuduğu bunların hiçbirine benzemez.”

Müşrikler, “O halde ‘sihirbaz (büyücü)’ deriz.”

Bu fikirler de Velid’ce makbul sayılmadı. “Hayır, hayır! O sihirbaz da değildir. Biz hem sihirbazları, hem de yaptıkları sihirlerini görmüşüzdür. Onun okudukları, ne sihirbazların okuyup üfledikleridir, ne de düğümleyip bağladıkları,” diye konuştu.

Bütün tekliflerinin reddedildiğini gören müşrikler, işi Velid’e havâle ettiler:

“O halde ey Abdüşşems’in babası, ne diyeceğimizi sen söyle” dediler.

Velid’in konuşması şaşırtıcı oldu:

“Vallahi,” dedi, “onun sözlerinde ap ayrı, bam başka bir tatlılık vardır. Onun okuduğu sözden tatlı söz olamaz. O bir nurdur. Onun öyle bir tatlılığı vardır ki, sanki kökü çok verimli toprakta, suyu bol bahçelerde yükselen, dalları ise etrafa uzanan gür meyveli bir hurma ağacıdır, o.”

Müşrikler, bu ifadelerden telâşa kapıldılar. Yoksa akıl danıştıkları ve fikir babalarından biri saydıkları Velid de mi Müslüman olmuştu? Hele kendilerini terk edip, evine dönmesi telaş ve endişelerini bütün bütün arttırdı. Öyle ki, “Velid, dininden döndü” diye söylenmeye bile başladılar.

Ancak, Velid’in dininden döndüğü filan yoktu. Hangi itham ve iftiranın daha uygun olacağını düşünmek için evine çekilmişti. Kararını verdikten sonra, geri dönüp Kureyşlilere şöyle dedi:

“Sizin, asılsız ve yalan olduğu kısa zamanda anlaşılacak olan bu dedikleriniz içinde yine akla en yakın olanı ona sihirbaz demenizdir. Çünkü, o öyle büyüleyici bir sözle gelmiştir ki, o söz evladla babanın, kardeşle kardeşin, karı ile kocanın, kavim ve kabilesiyle şahsın arasını açıyor.”1

Bu görüş etrafında birleştiler. Artık, Peygamber Efendimize (hâşâ) sihirbaz diyecekler, bu itham ve iftira ile halkı kendisinden uzak tutmaya çalışacaklardı!

Cenâb-ı Hak indirdiği âyet-i kerimelerde, Velid bin Muğire’nin bu kurnazca tedbir ve plânından, “Kahrolası, nasıl da ölçüp biçti” buyurarak bahsediyor ve âkibetini de şöyle ilân ediyordu:

“Düşündü, taşındı, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçüp biçti! Yine kahrolası, nasıl da ölçüp biçti! Sonra baktı. Sonra kaşını çattı, suratını astı. Sonra sırt çevirip kibirlendi. ‘Bu olsa olsa eskiden kalma bir sihirdir’ dedi. ‘Bu ancak beşer sözüdür’ dedi. Ben onu Sakara sokacağım. Sakarın ne olduğunu bilir misin? O yakmadık birşey bırakmaz; azâbı tekrarlamaktan da vazgeçmez.”1

Kâinatın Efendisi müşriklerin iddiâ ettiği gibi bir kâhin değildi. Çünkü, kâhinin sözleri karışık ve tahminîdir. Halbuki, onun söyledikleri hak ve hakikattı. Her selim aklın tasdik ettiği gerçeklerdi. Karışıklıktan, tahminden uzak, kesinlik ifâde eden sözlerdi.

O, iddia edildiği gibi mecnûn da değildi. Çünkü yalnız dostları değil, en azılı düşmanları bile yeri geldikçe aklının mükemmeliyetine şehâdet ediyorlardı.

Server-i Kâinat, iddiâ ettikleri gibi bir şâir de değildi. Çünkü, onun bahsettiği parlak, nûrlu hakikatlar şiirin hayallerinden berî ve süslemelerine muhtaç olmaktan uzak idi.

Cenâb-ı Hak, müşriklerin bütün bu iftira, isnad ve tertiplerinden sonra indirdiği vahiy ile Resûlüne şöyle hitap etti:

“ O halde ey Resûlüm, sen öğüt vermeye devam et. Rabbinin Sana verdiği peygamberlik nimeti hakkı için, sen ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun.”2

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet sohbet