Tekil Mesaj gösterimi
Alt 05 Ağustos 2008, 19:44   #3
Çevrimdışı
Collettivo
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Kur´an İlimleri




Baktılar ki bazı Kur´an sûreleri bu harflerle açılmaktadır. Nitekim Ka­sideler de «Y» ve «J:»gibî kelimelerle açılıyor. Onun için başlangıçta bu harflere fevatih - açanlar ismini vermekten öteye geçmediler. Onları, Al­lah´ın Kur´an´ına vazettiği açıcılar olarak kabul ettiler. Allah, dilediğini ya­par. Nitekim Araplar da kasidelerinde bu tür açıcıları kullanmışlardır. Tabi­înin büyüklerinden Mücahid bu görüştedir. [343] Bu harfler, bazılarına göre tenbih edatları olarak değerlendirilince bu düşünce daha bir açıklık ve da-´ ha geniş bir mana kazanmıştır. «Bu heceler arasında ve gibi ke­limelerin kullanılmamış olması, bu lafızların insanlar arasında alışılagei-, mis lafızlar olmasından ve Allah kelâmının insan sözüne benzememesindendir. O halde, alışılmamış tenbih edatlarının kullanılması uygundu. Çünkü böylece daha etkili olacaklardı. [344] Bu manayı kabul eden el-Hûbî, [345] bu tenbihin peygambere yönelik olduğunu söyler. Ona göre «Allah Teâlâ peygamber (s.a.v.) in dünya âleminde meşgul olduğunu bildiğinden Cebra­il´e vahyi indirirken, peygamberin uyarılması ve vahyedilene kulak vermesi gibi lafızlar kullanmasını emredebilir.» [346]

Lâkin meşhur el-Menâr tefsirinin sahibi Üstad Reşid, Rıza, tenbihin peygambere yönelik olmasını uzak görür. «Çünkü Ruhu´l Emîn´în sırf ona inmesi ve ona yaklaşması, uyarılması ve ruhanî duyguların ona galebe ça!-ması için yeterliydi. Nitekim bu durum, vahyin inişiyle ilgili sahih hadisler­den de anlaşılmaktadır. Bazı sûreler için böyle özel bir duruma ihtiyaç gösterecek herhangi bîr husus da yoktur.» [347] Reşid Riza´ya göre «bu tenbih (uyan) önce Mekke´de bizzat müşriklere idi. Daha sonra ise Medi­ne´de Ehi-i Kitaba yönelikti. «Reşid Rıza, önceleri kendisinden önce böyle bir tevile gidenlerin bulunduğunu bilmiyordu. Ama daha sonra İmam er-Râzî´nin et-Tefsîru´l - Kebır´in aynı tevilin İbnu Rauk [348] ve Kutrub´a [349] nisbet edildiğine şahit oldu. «Kâfirler: Sakın bu Kur´an´ı dinlemeyesîniz, okunduğunda kuru gürültüde bulunun. Değilse ona mağlub olabilirsiniz.» diyor ve böylece Kur´an´dan yüz çevirmeyi biribirierine tavsiye ediyorlardı. Ama Allah onların ıslah ve faydasını dilediği için, onları susturacak ve Kur´-an´ı dinlemelerine sebep olacak alışageimedikleri harfler indirdi. Bu harfle­ri duydukları zaman, hayretler içerisinde: Dinleyin bakın, Muharnmed´e ne­ler geliyor, diyorlardı. Susup kulak verdiklerinde de, Kur´an saldırısına baş­lıyordu. (Böytece bu harfler, Kur´an´ı dinleyip ondan istifade etmeleri için bir vasıta oluyordu. [350] ez-Zerkeşî el-Burhan´da [351] es-Suyûtî e!-itkan´-da [352] ve İbnu Cerir [353] ile İbnu Kesir [354]da tefsirlerinde bu ahlama işaret etmişlerdir.

Bizce bazt Kur´an sûrelerinin huruf-u mukatta ile başlamasından mak­sadı izah etme bakımından en açık ve tutarlı görüş, Reşid Rıza´nın görü-

şudur. Onun İçin ifadesini aynen alıyoruz: «Gayesi, ikna etme ve etkile­meyle birlikte meramı ifade edebilme olan hüsn-İ beyan ve belağatten biri de, muhatabı söylenecek sözün önemi ve ilk hedef konusunda uyarmaktır. Konuşmacı diler ki dinleyici, anlatmak istediğinin hepsini anlasın ve nihâî derecede onu etkilesin. Bu sebeple, sözlerinden birşey kaçırmasın diye onu uyarır. Araplar tenbih «h» sini ve istiftah edatını bunun için kullanırlar. Be­lagat ve beyanda icaz derecesine ulaşmış olan, ıslah ve hidayette önder olduğu gibi bu hususlarda da örnek durumda olması gereken Kur´an´ın, Arapların bu kullanışlarına İlavelerde bulunmasında garipsenecek bîr hu­sus voır mıdır? [355]

Vahyin inişi anında kendilerine hitap ettiği kimseler açısından bu hik­metin psikolojik vakıaya uygun düşmesi sebebiyle bu görüşü tercih ettik. Ayrıca başlarında mukattaa harfier bulunan bütün sûrelerde Kur´an ve va­hiyle peygamberlikten bahsedilmiş olması, bu görüşü tercih etmemizi teyid etti. [356] Bilindiği gibi el-Bakara ve Alu îmrân sûreleri hariç, mukattaa harflerle başlayan sûrelerin hepsi Mekkî´dir. IVlekkî sûrelerin muhtevası ise, peygamberlik ve vahiy hususunda müşriklere çağrıdır. Medenî olan ez-Zehravân (el-Bakara ve Alu İmrân) sûreleri ise, Ehl-i Kitapla en güzel şekil­de tartışma konularını ihtiva ederler. [357] Sûre başlarındaki bu harfler, müşriklerle Ehl-i Kitabı, kendilerine anlatılacaklardan bîrşey kaçırmamaları için bir uyarı idi.

Bu harfler, garip karşılama etkenleri olarak devam edegeimişlerdir. Garip karşılama ancak önem vermekten doğar. Önem vermeyi tahrik ise, ancak uyarma ile sağlanır. İnsanların uyarılması ve dikkatlerinin çtekümesi en güze! şekliyle, göğün yeryüzünün kulağına fısıldadığı bu harflerle sağ­lanmaktadır. [358]


Kıraat İlmi Ve Kur Raya Kısa Bir Bakış


Bir önceki konuda Kur´an´ın indirildiği yedi harften maksadın meşhur yedi kıraat, olamıyacağına dikkat çekmiş ve sebeplerini orada anlatmıştık. Buna dikkat çekmemize sebep, bu kıraatlerden maksadın yedi harf oldu­ğunu önceki ve sonrakilerden, pek çok kimsenin sanmasıdır. Ebu Şâme «el-Murşidu´l Veciz ilâ Utûmin Teteailaku bi´l - Kur´ani´l - Azîz» İsimli kita­bında şöyle der: «Bir cemaatin zannına göre, Hadisten maksat, şu anda mevcud yedi kıraattir.» Bu, bütün ilim ehfinin icmaına muhaliftir. Ancak câ­hil kimseler böyle bir vehme kapılabilir. [359]

Bu vehme saplanmada en büyük pay, «İbnu Mucahid» olarak şöhret bulan ve Hicrî üçyüz tarihi başlarında Bağdatta, Haremeyn, Irak ve Şam´­da kıraatle şöhret bulan kurrârnn kıraatlerini toplayan büyük İmam Ebu Be­kir Ahmet b. Musa b. el-Abbas´ındır. Oysa onun bu kıraatleri toplaması bir tesadüf ve tevafuktan başka birşey değildi. Çünkü tesbit ettiği kurrâdan daha değerli kıraat imamları vardı. Sayıları ise, küçümsenmeyecek kadar çoktu. [360] İbu´l Abbas b. Ammar, İbnu Mücahid´i kınamakta ve ifadesin­de kaîı davranarak şöyle demektedir: eBu yedi kıraati, tesbit eden, olma­ması gereken birşey yaptı. Onun bu davranışı, dar görüşlü kimselerin, bu kıraatlerin hadiste zikredilen yedi harf olduğunu sanmalarına sebep oldu. Bu şüpheyi izale etmek için keşke yediden daha az veya daha fazla kıraat tesbit etmiş olsaydı. [361]

Âlimler kıraatle ilgili eserler vermeye başladıklarında İslâm âleminde «yedi kıraat» ifadesi bilnmiyordu. Bu konuda ilk eser veren Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, Ebu Cafer et-Taberî ve Ebu Hatim es-Sicistanî eserlerin­de bu kıraatların katlarcasını zikretmişlerdir. Yedi kıraat ifadesinin şöhret bulması ikiyüz yıllan başlarında halkın bazı kıraat imamlarının kıraatlerine yonelip diğerlerine rağbet göstermemelerinden doğdu. Mekke´de Abdullah b. Kesir ed-Dâbî´nin kıraati [362] (öl. 120) meşhur oldu. Bu zat, Ubeyy b. Ka´b, Abdullah b. Abbas ve Ebu Hureyre ile yetmiş tabiînden kıraet dersi almıştır. Şam´da İbnu Âmir olarak şöhret bulmuş Abdullah el-Yahsûbî [363] (Öl. H. 118) kıraati, el-Muğire b. ebi Şihab el-Mahzûmî kanalıyla Osman b. Affan´dan almış ve sahabeden en-Nuam b. Beşir ve Vasile b. el-Eska´la karşılaşmıştır. Bazıları, Hz. Osmanla karşılaşıp bizzat

ondan ders aldığını söyler. Basra´da Ebu Amr ile Yakub´un kıraatleri şöh­ret bulmuştur. Ebu Amr [364], Zebban b. el-Al´a b. Ammar olup H. 154 yı­lında vefat etmiştir. Ebu Amr, Mücahid b. Cübeyr ve Said b. Cubeyr kana­lıyla Abdullah1 b. Abbas ile Ubeyd b. Ka´b´tan rivayette bulunmuştur. Ya-kub´a gelince, [365] o, İbnu İshak el-Hadramî´dir. (öl. H. 250) Sellâm b. Süleyman et-Tavîl kanalıyla Âsim ve Ebu Amr´dan kıraati almıştır. Kûfe´de Hamza ile Asım´ın kıraati şöhret bulmuştur. H´amza, [366] İkrime b. er-Ra-bî´ et-Teymî´nin (öl. H. 188) mevlâsı olup İbnu Habîb ez-Zeyyât´tır. Süley­man b. Mehran el-Ameş, Yahya b. Vessab, Zirr b. Hubeyş´ten kıraati arz yoluyla almıştır. Âsım´a [367] gelince o, İbnu Ebi´n-Necûd el-Esedî´dir. (öl. H. 127) Kıraati, Zirr b. Hubeyş´ten almış ve o da Abdullah b. Mesud´dan al­mıştır. Burada Arap asıllı kurranın azlığı ve mevâlî kurrâmn çokluğu göze çarpmaktadır. Özellikle İran asıllı olanlar daha çoktur. «Bu yedi kurrâdan sadece İbnu Âmir ve Ebu Amr Arab asıllıdır.» [368]

İbnu Mücahid bu yedi İmamın kıraatlerini toplarken Yakub´un ismini atmış ve onun yerine el-Kisaî´yi (Ali b. Hamza öl. H. 189) eserine almıştır. [369] Oysa biz biliyoruz ki el-Kisaî Kûfe´li ve Yakub ise Basraİıdır. Sanki İb­nu Mücahid Basra´nın bir Karîsî ile yetinmiş, ki o da Ebu Amr´dır. Diğer ta­raftan Kûfelilerden üç kişiyi zikretmiştir: Hamza, Asım ve el-Kisaî.îbnü Mucahidden sonra bu yedi imamın kıraati geniş bir şöhrete ulaş­mış ve - daha önce belirttiğimiz gibi - birçok kimse, hadiste zikredilen ye­di harfden maksadın bu yedi kıraat olduğunu sanmıştır. Ama gerçek o ki, kabulü gerekli olanları da tesbit edecek olursak, bu tesbit neticesinde kı-raat-r aşr (on kıraat) ve kıraat-ı arbaa Aşer (ondört kıraat) şeklinde oku­nacak da vardır. On kıraat dediğimiz, sözü geçen yediye ilaveten, yukarıda kendisine dikkat çektiğimiz Yakub´un kıraati, Haleff b. Haşim´in [370] (öl. H. 229) kıraatini ve bir de Ebu Cafer olarak şöhret bulan Yezid b. el-Ka´ka´nın [371] kıraatini zikrederiz. Ondört ise, yukarıda adı geçen on kişinin kıraat­lerine meşhur Hasan-i Basrî´nin (öl. H. 110) kıraati, [372] İbnu Muhays´ın olarak bilinen Muhammed b. Abdurrahman´ın [373] (öl. H. 123) kıraati, Ya­kub b. el-Mübarek ei-Yezîdî´nin [374] (öl. H. 202) kıraat! ve Ebu´l Farac Mu-hammed b, Ahmed eş-Şenbuzî´nin [375] (öl. H. 388) kıraati ilâve edilir.

Kıraatlerin karilerden birinden diğerine bir silsile takip etmesinde mu-haddislerin senetlerinin büyük etkisi vardır. Âlimler, şer´i hükümlerle tefsir usulü kurallarını nasıl ki senedi sahih rivayetlere dayanarak çıkarıyorlarsa kurrâdan birinin kıraatinin kabul edilebilmesi için müşafehe ve sema yoluy­la senedinin, Rasulullah (s.a.v,) den Kur´an´ı direkt olarak dinleyen bir sa-habiye ulaşması şarttır. Bu sebeple helal-haram, nuzûl sebepleri yahut âyetlerin açıklanması ile ilgili olarak kendilerinden rivayette bulunulan sa-habilerin isimleri bu senetlerin başında da tekerrür etmektedir. [376] İşte kurranın senedinde mevcud olan bu teselsül, âlimlerin, kıraatleri tevkifi ol­makla nitelemelerine zemin hazırlamıştır. [377] Böylece mutlak kıyası red­detmişlerdir. [378] ez-Zemahşerî gibi «kıraetlerin fesahat sebepleriyle bela­gat ehlinin görüşlerine göre ihtiyari olduğunu» [379] söyleyenlerin görüşle­rini kabul etmemişlerdir. Onun için Arap dili kurallarına ve Kur´an´ın resmi­ne uyduğu halde güvenilir muhaddislerin isnadı gibi sahih bir isnatla gel­memiş olan kıraat reddedilir. Ayrıca nice kıraatler vardır ki bazı nahiv ehli yahut onlardan pek çoğu onları reddetmiş ama bu reddetmeleri nazar-ı iti­bara alınmamıştır (Ye´murkum) (Bâri´kum) kelimele­rinin sakin okunması kelimesinin mecrur okunması, in mansub okunması ve iki muzafın arasının ayrıldığı vs, misallerinde olduğu gibi. [380] Onun için nakle yahut Kur´an´ın resmine aykırı olsa bile kendisince Arab bakımından daha doğru bulduğu kıraati tercih eden Ebu Bekir b. Miksem´e [381] karşı bir tavır takınmalarında şa­şılacak bir durum yoktur. Onlar bir meclis akdedip onu bundan men etme­ye ittifakla karar almışlardır. Ayrıca Ubey b. Ka´b ile İbnu Mesud´un kıraati üzere Kur´an yazan İbnu Şenbuz´un [382]tevbe etmesi için başka bir otu­rum akdetmiştir. [383]

Her iki meclis de, yedi kıraati ilk olarak derleyen kurranın şeyhi İbnu Mücahid´in emriyle akdolunmuştur. Halbuki İbnu Mucahid kıraati İbnu Şa-zân er-Râzî´den almıştı ve İbnu Miksem ile İbnu Şenbuz da ondan almışlardi. Ama üçünün aynı hocadan ders almış olmaları, İbnu Mucahid´în diğer kurra iie birlikte rivayetlerden daha sabit ve nakii daha sahih olanı, dilde daha yaygın ve Arap diline daha uygun olana tercih etme hususundaki ic-rnaa katılmasına ve aynı hocadan ders aidığı iki arkadaşına karşı sert ta­vır almasına [384] engel olmamıştır. [385]Bununla birlikte bazı dilci ve rva-hivciler şâz kıraatleri tesbit işine yönelmiştir. İbnu Haieveyh (öl. H. 370) bu kıraatlerle iigili bir eser hazırlamış ve ona «el-Muhtasar fî Şavâzzı´l-Kıraât» [386] ismini vermiştir. İbnu Cinnî [387]«el-Muhteseb fî Tevcih´l-Kıraâtış-Şâzze» isimli eserini telif etmiştir Ebu´l Beka ei-Ukberî [388] ise, daha ge­niş ve şümullü bir eser hazırlamış ve ona: «İmlâu mâ Menne bihi´r-Rahma-nu min Vucuhi´l - İ´râbı ve´l-Kıraâtİ fî Cemîi´İ -Kur´an» ismini vermiştir. Bu­nunla birlikte bazt âlimler, «Şaz kıraatlerin tevcihi sanat bakımından meş­hur kıraatlerin tevcihinden daha kuvvetlidir,» [389] sözünü genel olarak zik­retmekte tereddüt etmemiştir. Onlar, şâz kıraatin tevcihini, te´vilin sıhhati­ne yardımcı, bulmuşlardır. Meselâ, yerine İbnu Mesud´un kıraatinin, hırsızlıkta hangi elin kesileceğinitesbit etmeye dair yardımcı olmuştur. Sa´d b. Ebi Vakkas´ın [390] kıraati, mirasla ilgili bu teşriî meselede kardeşliğin nev´ini tasrih etmiştir. İmam Ebu Hanîfe´den de rivayet edilen Ömer b. Abdtfaziz´tn [391] İsm-i Celâi´inmerfu ve kelimesinin mansub okunması şeklindeki kıraati, âlim­lerin haşyetle tahsis edilmelerinden maksadın, onların mertebelerini ve Al­lah yanındaki değerlerini ortaya çıkarmak olduğunu açıklamıştır. ez-Zerke-şî´nin de belirttiği gibi bunun te´vili: Burada «haşyet» değer verme ve yü­celtme anlamındadır, korku anlamında değildir.» [392] ez-Zerkeşî, ilave ede­rek şöyle der: «Bu ve benzeri harfler (kıraatler), Kur´an´] açıklar mahiyet­te olmuştur. Tefsir konusunda Tabiînden de buna benzer şeyler rivayet edi­lir ve hoş karşılanırdı. O halde sahabenin büyüklerinden rivayet olunan ve bizzat kıraatin içinde olan bu harfler (kıraatler) nasıl hoş karşılanmasın ki!

Bu durumdaki kıraatler, hem tefsirden daha çoktur hem de daha güçlüdür. En azından tevilin sıhhati konusunda bunlardan istifade edilir. [393] Onun için âlimler arasında şu söz şöhret bulmuştur: «Kıraat ihtilafları, ahkâm ihtilafını ortaya çıkarır.» [394]Ancak bazı kıraatlerin tevcihi, tekeliüften hali değildir. Bazen ilk bakışta nahoş görünür ve bu nahoşluğu ancak tevil giderir, et vav ve re harfinin fethi ile olan kıraatte olduğu gibi. Burada kelimesi ism~i mef´ul olarak okunmaktadır. Bunun tevili yapılırken, bu keSime, fiil gibi amel eden keli-meşinin mef ulu olduğu söylenir. Yani «şekillenmişi yaratan» demektir. [395]

Bazı vecihferden garip teviller çtkarmak için şâz kıraatlerin tevcihi, İslâm âlimlerinin Kur´an´ı ilgilendiren çeşitli ve geniş çalışmaları arasında meftun oldukları bir nevi ilmî israftır: Kur´an âyetlerinin sayısını, [396] en uzun ve en kısa [397] kelimeyi tesbit etme, harekeli harflerden Kur´an´da en çok bulunanlar hangileridir? [398] İslâm âlimieri ancak çok nadir du­rumlarda ve pek az faydası olabilen bu ve benzeri meselelerle uğraştıkları gibi, sadece araştırma alanını genişletmek için şâz kıraatler hakkında ça­tışmalara da meyletmişlerdir. Değilse, onlar da kesinlikle biliyorlar kî, Kur´­an olması kesinleşmeyen bir kıraat,kendileri için de başkaları için de onu narnazöa veya diğer zamanlarda okumak eaiz değildir ve hiç kimse onlara inanmaya mecbur tutulamaz. en-Nevevî, «Şerhu´l-Muhezzeb» [399] isimli kiapta şöyle demektedir: «Şaz kıraati ne namazda ve ne de başka zaman okumak caizdir. Çünkü o, Kur´an değildir. Çünkü Kur´an, ancak tevatür ile sabit olur. Şâz kıraat ise, tevatür derecesine ulaşmamıştır. Bunun dışında bir söz söyleyen ya yanılmıştır veya cahildir. Şayet muhalefet eder de şâz kıraatle okursa, gerek namazda okumuş olsun, gerek başka zamanlarda okumuş olsun okuyuşu reddedilir. Bağdad fakihteri, şâz kıraatle okuyanın tevbe etmesi gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. İbnu Adiller, saz kıraatle okunamayacağına dair icmaın bulunduğunu ve şâz kıraatle okuyanın peşinde namaz kılınamayacağını nakleder.» [400] Onun için İmam Ma­lik, Mushaf´a aykırı düşen İbnu Mesud´un ve sahabeden başkasının kıraati iie okuyanın «peşinde namaz kılınamayacağını» söylemiştir.» [401]

Âlimlerin, takvasına, vara´ ve derin ilmine rağmen İbnu Mesud´un kıra­atine karşı takındıkları tavır, belki de el-Muavvizateyn ve el-Fatiha sûrele­rinin Kur´an´dan olduğunu reddetmesi hususunda yaygınlaşan haber sebe­biyledir. Her ne kadar pek çok müfessir onun bu tasarrufunu mantıkî bir şekilde açıklıyorsa da. İbnu Kuteybe «Müşkilu´l-Kur´an» da şöyle demekte­dir: «İbnu Mesud, el-Muavvizeteyn´in Kur´an´dan olmadığını sanıyordu. Çünkü Peygamber (s.a.v.) in Hasen ve Hüseyn´in (kötülükten) korunması için bu iki sûreyi okuduğunu görmüştü ve zannı üzere devam etti. Tabi ki bu sözümüzle, onun isabet ettiğini ve Muhaeir le Ensar´ınyanıldığını söy­lemek istemiyoruz. İbnu Kutoybe dedi ki: Fatiha sûresini mushafına alma­ması onun Kur´an´dan olmadığını sanmasından dolayı değildir, -bundan Ai-lah´a sığınırız!- Lâkin o, şüpheye düşülmemesi, unutulmaması ve ona ziya-delik ve eksikliğin ânz olmaması İçin Kur´an´ın yazıldığı görüşündeydi. Fa­tiha sûresinin kısalığı ve herkesin onu ezberlemek mecburiyetinde olması sebebiyle bu sûreden emin idi. İşte bu sebebten onu rnushafına almamış­tı. [402]Ubey b. Ka´b´ın kıraati da şâz olma hususunda İbnu Mesud´un kıraati gibidir. Çünkü iki sûre imiş gibi istiîtah duası ile kunût duasını mushafının sonuna eklemiştir. [403] «Oysa onun indirilmiş Kur´an olduğuna dair delil yoktur. Aksine o, bir nevi duadır. Şayet Kur´an olsaydı, Kur´an´ın nakledildi­ği gibi nakledilir ve sıhhatına dair kesin bilgi hasıl olurdu. [404]

Âlimler makbul kıraatleri şazlarından ayırmak için üç şartlı bir. ölçü tesbit etmişlerdir. Bunlardan biri, kıraatin, takdîren olsa bile Osmanî mus-haflardan birinin resmine uymasıdır. İkincisi, bir vecihten bile olsa Arap di­line uygun düşmesidir. Üçüncüsü ise, meşhur yedi ve on kurranın kıraatin­den başka olsa bile senedinin sıhhatidir. [405] İbnu´l Cezerî «MunciduS-Mukrıîn» isimli kitabında, isnadın sıhhati şartının bu ölçüde, tevatür ifade­siyle değiştirilmesi gerektiğini belirtir. Çünkü Kur´an ancak mütevatir is­natla sabit olur. On üzere ilave edilen dört kıraat, sened bakımından sahih olmakla birlikte âhâd haberlere dayanmaktadır. Mütevatir değildir. Bu se­beple onunla ibadet edilen ve namazda okunan Kur´an değildir. Ümmet ta­rafından kabul gören ve bize ulaşıncaya kadar bir nesilden diğerine aktarı­larak tevatür derecesinde bulunan kıraatlar, on kıraattir. Bu gün İçin bu on kıraatin dışında mütevatir kıraat yoktur.

es-Suyûtî, [406] İbnu´l Cezerî´den, Sünnet yönünden; kıraat çeşitlerinin altı olduğunu nakleder-

Birincisi:Mütevatir kıraattir ki, yalan üzere ititfak etmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından başkasına aktarılarak rivayet edilendir. Bunun misali, yedi kıraat imamından nakli üzere senetlerin ittifak ettiğidir. [407] Kıraatler­de galip durum budur.

İkincinsi: Meşhur kıraattir ki, ister yedi imamdan olsun, ister on imamdan olsun ve ister bunların dışında kalan makbul imamların birinden olsun âdil bir raviden, benzeri diğerine aktarılarak sahih senetle gelen, Os-manî mushaflardan birine uyan ve kurrâ nezdinde şöhret bulup yaniış ve şaz olarak görülmeyen, ancak tevatür derecesine ulaşmayandır. Bunun mi­sali, yedi imamdan nakli hususunda senetlerin ihtilaf ettiği, bazı raviler onu rivayet ettiği halde bazılarının rivayet etmediğidir. Bu iki nevi kıraatle ilgiii teliflerin en meşhurları ed-Dânî´nin et-Teysîr´i, [408] eş-Şatîbiyye [409] ve Ttbetu´n-Neşr fi´l-Ktraâti´t-Aşr´dır. [410]

Sözkonusu bu iki kıraatle Kur´an okunur. Onlara itikat etmek vacib olup onlardan birşeyi inkâr etmek caiz değildir.

Üçüncüsü: Senedi sahih olduğu halde mushafın resmine veya Arap diline ya da yukarıda zikredilenin şöhretine ulaşmayandır. Bu nevi kt-raatle Kur´an okunamayacağı gibi ona inanmak da vacip değildir. e!-Haki-"min Âsim el-Cühderî kanalıyla ve onun Ebu Bükre, onun da Peygamber (s.a.v.) okuduğunu rivayet ettiği kıraat gibi. [411] Yine [412] «fe» harfi-nin fethiyle olan kıraatte olduğu gibi.

Dördüncüsü: Şâz kıraattir ki, senedi sahih olmayandır. İbnu´s-Sumeyfİ´in noktasrz «ha» harfi ile kelimesinde «lam» harfinin fethi ile [413] olan kıraatte olduğu gibi.

Beşincisi: Mevzu kıraattir ki, aslı olmaksızın birine nisbet. edile­ne denir. Bunun misâli, Muhammed b. Cafer el-Huzaî´nin [414] derleyip Ebu Hanife´ye nisbet ettiği kıraattir, !sm-i Celâl´in refi ve kelime­sinin nasbi Üe olan kıraatinde olduğu gibi.

Altıncısı: Hadis nevilerinden müdrece benzeyenidir ki bu açıklama kabilinden kıraate yapılan ilavedir. Sa’d b. Ebi Vakkas’ın “” lafızlarını ilavesiyle “” ve “” lafızlarının ilavesiyle “” kıraatlerinde olduğu gibi.

Şunu öa belirtelim ki, Kur´an okuyucusu on kıraatin tamamını ve on-dört kıraati ezberiese bile kurrâ´dan sayılmaz. Kurrâ´dan sayılabiîmesi için kıraate tam hakim olması ve onu sema ve müşafehe ile almış olması şart­tır.

Bu özetle kıraatin hakikati hakkında bir düşünce vermek istedik, Ça­lışmamızın konusu olan, Kur´anîliği tevatür ile sabit olan Kur´anî nassı anla­ma temel gâyemi2e ulaşmak için kurrâ hakkında genel bir bilgi verdik. Kur´an yedi harf üzerine indiğine göre, bunların hepsini tevatür derecesine ulaşmış kıraatlerde araştıracağız. Bu hususta sahih dayanağımız, nakildir. Arap dili kuralları değil. .

Çünkü biz, bu kuralları Kur´ana hakem değil, Kur´ant bu kurallara ha­kem kabul ediyoruz, Astında Nohivciler, kaidelerine temel kaynak olarak ön­ce Kur´an ve hadisi, ikinci plânda da Arap sözünü kabul etmişlerdir. [415]


Nasıh Ve Mensuh


«Kur´an´ın Taksit Taksit indirilişi ve Bunun Sırları» faslında vahyin he­men teşri konularını getirmediğini, aksine. Peygamber (s.a.v.) in kalbine peyderpey, olay ve vak´alarla birlikte tedrici olarak indirildiğini görmüştük. Bu tedrîcîük aynı zamanda duygusal âdetlerle içtimaî gelenekleri de kap­samıştır. Kur´an bu Konularda aceleci bir tavır takınmamış, zamanı kolla­mış ve planlamayla birlikte bu gecikmenin daha yararlı olacağına inanmış­tır. O biliyordu ki, acelecilik, anarşi ve kargaşanın doğmasına sebeptir.

Biribirini takip eden Kur´an´ın Mekkî ve Medenî merhalelerini inceler­ken bu adımlara ışik veren onları dikkatle tesbit ve çizmeye yardımcı olan Kur´anî bir ilme şiddetle ihtiyaç vardır: Bu ilim, vahyin nüzulünde bir nevî tedriç olarak kabul edeceğimiz nâsih ve mensuh ilmidir. Onun sahih olanı­nı tesbit, Kur´an´dan önce ve sonra nazil olanı belirlemeyi kolaylaştırır. İn­sanları eğitme hususunda Allah´ın hikmetinin bir yönünü görmemize yar­dımcı olur. Kur´an´ın hakiki kaynağını idrak etmemizi sağlar: O da, âlemle­rin Rabbı Allah´tır. Çünkü O, dilediğini siler ve dilediğini bırakır. Bir hükmü kaldırır ve onun yerine başkasını ikâme eder. Bunu yaparken de hiçbir ya­ratığın, hatta peygamberlerin sonuncusunun bile etkisi olmaz.

Neshin terim olarak ne anlama geldiği hususunda âlimler uzun tartış­malarda bulunmuşlardır. Bunun sebebi, nesh kelimesinin birkaç mânâya gelmesidir. Bu kelime izale etmek (yok etmek) mânâsına gelir. Yüce Al­lah´ın şu âyetinde bu anlamda kullanılmıştır: Nihayet Ailah, şeytanın ikna edeceği (o fitneyi) giderir, ibtal eder. Yine Allah âyetlerini sabit (ve mahfuz) kılar.» [416] Yer değiştirmek mânâsına gelir. Şu âyette olduğu gibi jteC «Biz bir âyeti diğer bir âyetin yerine getirdiğimiz vakit...»[417] Tahvil mânâsına gelir. Mirasçıların tenasühü gibi [418]. Ayrıca bir şeyi bir yerden başka bir yere taşımak anlamına gelir. Bir kitaptaki lafızların ve yazının benzeri baş­ka bir kitaba nakledildiğinde denir. [419] Bazı ´âlim­ler bu son vechi reddederler. Çünkü burada nakleden, naklettiğini lafzıyla getirmiyor, başka lafızla getiriyor. [420] Lâkin es-Sa´ds [421] bu görüşü kabul eder ve buna delil olarak «Şüphe yok ki neler yapıyor idiyseniz biz (hepsini meleklere) yazdırıyorduk. [422] âyetiyle «Şüphesiz o (Kur´dn) nezdindeki1 ana kitapta (sabit), çok yüce, çok kıymetli (bir kitaptır)» [423] âyetini zik­reder. es-Sa´dîye göre «Ana Kitap», Levh-i Mahfuz yahut korunmuş kitap­tır ki «tam olarak temizlenmemiş olanlardan başkası ona" dokunamaz.»´ [424]Kur´an´ı nakleden. Ana Kitaptan onu lafzıyla taksit taksit taşımış­tır. [425]

Neshin tarifi konusundaki tartışmanın kaynağı, gözetilmesi kaçınılmaz olan kelimenin kelime ve terim anlamiarı arasındaki bağı tesbif etmeye ra-cidir. Tâki Kur´an-ı Kerîm[426] âyetinde bu kelimeyi kullanıp, İslâm´da büyük öneme haiz bir meseleyi ifade eder­ken Arapların üslûbundan başka bir uslûb kullanmamış olsun. Kur´an her nerede kullanmışsa mutlaka hakiki manasında, ve şayet tartışma rağbeti olmasaydı herkesin içinden geçirdiği aslî manasında kullanmıştır. Ama her asırda îafzî ihtilafa ve aklî israfa sempati duyulmuştur. Bu konuda da ihti­lafın menşeî bizee bundan başkası değildir. Onun için neshin tarifini yap­tıklarında, «şer´î bir delil ile şer´î bîr hükmü kaldırmaktır» sözleri, bu lafzın en mükemmel istilânı tarifidir. Bu tarif, neshin izale etmek ve kaldırmak manasına geldiği Arap diline uygun düştüğü gibi aynı zamanda aneak ilim­de derin olanların sır ve hikmetlerini bildikleri bilinen bazı vak´alarda apa­çık ve güçlü delillerle hükmü kaldırılmış bazı şer´î nasslann mevcudiyetine de uygundur.

Neshin tarîfindeki ihtilaf, bu önemli konuda başka ihtilaf nevilerinin de bulunduğuna işaret etmektedir. Bazıları, neshi Kur´an´ın kendisine hasret­mişlerdir. Kur´an´ın Kur´an´ı neshetmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü bu konuda neshin cevazına dair aklî ve naklî deliller mevcuddur. Âlimlerin ço­ğunluğu, sünnetin Kur´anla neshedildiğini de kabul etmişlerdir. Sünnetle sabit olan Âşura orucunun, Kur´andaki Ramazan orucu ile neshedilişi gi­bi. [427]

Kur´an´ın sünnetle neshi meselesine gelince, Şafii bunu reddetmiştir. Nitekim «er-Risaİe» isimli kitabında zikredilen bir sözden de bu anlaşılmak­tadır. [428] Lâkin bu meselede söz söyleyenler, Şafiî´nin ne demek istediği­ni anlamamışlardır. O, Kitap ve Sünneti yüceltmeyi hedef edinmiş onların biribiriyle uyum içerisinde olduklarını söylemiştir. Onlar herhangi birşeyde ihtiiaf etmezler. Eğer bir ihtilaf söz konusu ise, mutlaka benzeri biriyle {ya­ni Kur´an Kur´anla ve sünnet sünnetle) neshedilmiştir. [429]

Sünnetin sünneti neshine gelince, âlimlerin çoğu bunda bir sakınca görmemektedir. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.) başlangıçta birşey emretmiş ve­ya neshetmişse, her iki davranışında da Allah´tan gelen bir ilhama daya­nır. [430] işlerinde «hevâsından konuşmaz. O, ancak vahyedîlen bir vahiydir.» Buna misal olarak, Rasuiuüah (s.a.v.) in, ateşin dokunduğu ko­yun etini yemekten dolayı abdest almasinın neshi ve artık abdest almama­sını söylerler.

Ancak bir burada Kur´an´ı ilgilendiren meseleler üzerinde durduğumuz için, ancak Kur´an´ın Kur´an´la neshi meselesini ele alacağız. Tâ ki kitabı­mız, genel usûlî konulan efe alan bir kitap hüviyetine girmesin. Hatta Kur´an´ın Kur´anla neshi konusundaki lafzî ihtilafı da suskunlukla geçiştir­mek istedik ki, Allah´ın Kitabında neshin hakikatini isbat konusunda her iki tarafın delillerini ve biribirlerini reddederken bakış açılarının tasvirini zikretme mecburiyetinde kalmayalım. Lâkin İslâmî teşrîde ve Kur´an´la ilgili çalışmalarda derin yankıları bulunan böyle bir konuyu geçiştiremezdik. İs­ter istemez bu konudaki anlaşmazlığın temel meselelerine işaret etmeliy­dik.

Cumhur - Ebu Müslim el-Isfahanî [431] gelmezden önce - tereddüt göstermeden neshin cevazını kabul ediyordu. Bazılan bu hususda çok aşın gitmişse de âlimler, mensuh âyetleri sıralamada sıkıntı çekmiyordu. Lâkin Ebu Müslim nesh konusundaki görüşünü açıklayınca onu ne topluca ve ne de tafsilath olarak reddetti. O, muhakkik bir âlimdi; nesh olunmuştur de­nilen âyetleri okumuş ve incelemişti. O, sadece «ki ne önünden, ne ardın­dan ona hiçbir bâtıl (yanaşıp) gelemez. (O), bütün kâinatın hamdettiği, o

Yegâne hüküm ve hikmet sahibi (Allah) tan indirilmiştir.» [432] âyetine ters düştüğünü sandığı nesh çeşitlerini reddetmiştir. Allah´ın indirdiği Kur´anî bir hükmün ortadan kaldırılmasından sakınmak için neshe tahsîs ismini vermiştir.

Lâkin âlimler Ebu Müslim ve benzerlerine karşı çıkarak onlara nesh ile tahsîs arasındaki farkı açıkladılar: Tahsisin tarifi «Âm olanı ferdlerinden bazısı üzerine hasretmektir.» Bu hasr´da ise, fertlerin bazısında hükmü ha­kiki manada kaldırma anlamı yoktur. Çünkü sadece bazı fertleri içine al­ması, ancak mecazîdir.. Âm lafzı, aslında fertlerin hepsi için konulmuştur. Onun bazı fertler üzerine hasredilmesi ancak tahsisini gösteren bir karine ile olur. Neshe gelince, onda mensuh nas, kendisi için vazedildiği hususta kullanılışı devamlıdır.. Hqt zaman için kullanılması devam eder. Sonra Al­lah´ın bildiği bir hikmete mebnî olarak ancak nâsih bir nasla hükmü kal-, dirilir. [433]

Tahsiste ya daha önce, ya daha sonra veya o anda sözkonusu olan bir karine gözetilir. Nesh ise, ancak mensuhtan sonra gelen bir delil ile vukubulur. Ayrıca tahsis ihbarî hükümlerde de diğerlerinde de vukubulur. Nesh İse, ihbarî hükümlerde olamaz. [434] Tahsis konusunda Kitap ve sün­netin yanında his ve akıl da delildir. Meselâ Allah Teâlâ´nın: «Erkek hırsız­la kadın hırsızın ellerini kesin» [435] sözünü Rasûlullah (s.a.v.) «Ancak çeyrek dînar ve yukarısında kesme vardır.» hadîsi tahsîs etmiştir. Neshte ise, delil şer´î dolup sadece Kitap ve Sünnetindir. Tahsis ile neshin ara­sında mevcut olan bu farklar neticesinde, tahsisten sonra âmdan geri ka­lan hususlarda amel edilir. Yani tahsisten sonra âmı deül olarak getirmek bâtıl değildir. Ama mensuh nassın hükmü kaldırılan hususlarla ne amel edi­lir ve ne de delil olarak getirilebilir. [436]

Şayet Ebu Müslim el-lsfahanî ve benzerleri neshle tahsisi biribirine karıştırıp kendi uydurdukları tahsis lafzını Kur´an´ın açıkça zikrettiği nesh lafzına tercih etmekle Allah´a karşı edeblerini takınrnamışlarsa, ; neshin var olduğunu söyleyenlerde bu hususta aşın gitmişlerdir. Onlar da, tahsis edilen omlardan birçoğunu mensuh saymışlar ve nesh ile bedâyı, [437] .nesh ile unutturmayı ve hükümlerin neshi ile haberlerin neshini biribirine karıştıranların önüne kapıyı ardına kadar açmakla Allah´a karşı kötü edep içerisine girmişlerdir.

Tek âyeti bölümlere bölerek, âyetin evvelinin ,mensuh ve son bölü­münde de nasih olduğunu söylemeleri, mübalağadan başka birşey değil­dir. Meselâ´«Ey iman edenler, siz nefisleriniz (ıslah etmeye) bakın. Kendi­niz doğru yolu bulunca sapanlar size zarar vermez.» [438] âyetinin son ta­rafı, iyiliği emretmeye ve kötülükten sakındırmaya davet etmektedir. Böyle­ce - İbnu Arabi´ye göre - bu son taraf, baş tarafta olan «siz nefislerinizi ıs­lah etmediniz» [439] kısmını neshetmiştir. Hatta İbnu Arabi´ye göre «Sen (güçlülüğü değii) kolaylığı (sağlayan) yolu tut. İyiliği emret. Cahillerden yüz çevir.» [440] âyetinin evveli ve sonu mensuh, orta kısmı ise, muhkem­dir. [441]

Kur´an´ın ortadan kaldırdığı cahiliyet âdet ve geleneklerini de mensuh arasına sokmaları hayret verici mübalağadandır. Babanın hanımlarının ha­ram kılınması [442]diyetin emrediimesi,[443] kısas[444] boşamanın üçe hasredilmesi,´ [445] bizden önceki dinlerin hükmü kaldırılan emirleri: Daha önce haram kılınan bazı yiyeceklerin helal kılınması gibi. Âlimlerden mu­hakkik olanlar bütün bu hususların neshe girmediği görüşündedirler. Şa­yet bunların hepsi nesh konusuna girmiş olsaydı, Kur´an´tn hepsi ona gi­rerdi: Çünkü Kur´an´ın tamamı veya büyük çoğunluğu, daha önceki kâfir­lerin üzerinde bulundukları davranışları ortadan kaldırmaktadır. Oysa nâ-sih ve mensuh, bir âyetin, başka bir âyetin hükmünü kaldırması şeklinde olmalıdır. [446]

Kur´an âyetlerinde neshi keşfetmeye olan düşkünlük onları metod ba­kımından bir takım hatalara sürüklemiştir. Halbuki onlara yakışan bu gibi hatalara düşmemeleriydi ve bundan sakınmalarıydı. Tâ ki cahiller bunları Allah´ın Kitabına yüklemeyeydî. Kur´anîliğin ısbatı için tevatürün mutlaka gerekli olduğu hiçkimse için gizli değildir. Ayrıca biliyorlardı ki, âhâd ha­berler zannîdir, kesin değildir. Ama bununla birlikte Kur´an´daki neshi üçe ayırmışlardır: a- Manası mensuh, lafzı bakî, b- Lafzı mensuh manası bakî ve c- Hem manası ve hem de lafzı mensuh.. Birinci nevi neshi diledikleri kadar çoğaltsınlar. Çünkü Kur´anî nassa yakından - uzaktan bir zararları dokunamaz. Çünkü âyetin okunuşu nesholunmamış, Allah´ın bildiği tevbi-yevî ve teşriî sır ve hikmetlere binaen hükmü kaldırılmıştır. Ama garip cü­ret, ikinci ve üçüncü nevi nesihtir ki, burada - onların iddiasına göre- belli âyetlerin lafızları ya manaları ile birlikte nesholunmuştur veya manaları ha­riç lafızları nesholunmuştur.

Onların bu yaptıklarını gözden geçiren hemen içine düştükleri hatanın farkına varacaktır. Çünkü meselelerin nevilere taksim edilebilmesi için her nevin pek çok veya yeterli derecede de misalleri olmalıdır. Tâ ki ondan bir kural çıkarmak mümkün olabilsin. Halbuki nesh âşıkları bu iki nevi nes­he ancak bir veya iki misal getirebilirler. [447] Kaidı ki bu iki neshe getir­dikleri misallerin hepsi âhâd haberlerdendir. Halbuki birşeyin Kur´an´dan olduğunu veya neshedildiğini söyleyebilmek için «âhâd haberlere itimat et­mek caiz değildir. Bu konuda âhâd haberler delil olamaz.» [448] İbnu Zufer [449] «el-Yenbû» isimli kitabında bu isabetli görüşü benimsemiş ve bu nevinin, lafzı nesholandan oluşunu reddetmiş ve şöyle demiştir: «Çünkü âhâd haber, Kur´an´ı ısbat edemez.» [450]

Nesh âşıklarının, zannî âhad haberlerden çıkardıkları bu neviler yetmi­yormuş gibi, daha da aşırı gidip her yolu denemeye kalkışıp nihayet nâsihin

Lafzıyla birlikte manası da neshoiunmuşa misal ise, Hz, Aişe´den yapılan meş­hur rivayettir.

de neshedilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Buna misal olarak da: «Sizin dini­niz size, benim dinim bana» [451] âyetini zikrederler. Onların iddiasına gö­re bu âyeti, «müşrikleri öldürün» [452] neshetmiştir. Sonra bu emir de, «... hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle, zelH ve hakîyr olarak kendi el(ler)iy!e cizye verecekleri zamana kadar, savaşın.» [453] sözüyle nesholunmuştur. heri sürdükleri bu misalin en komik tarafı, cizye âyetinin Ehİ-iKitabf ilgilendirdiğidir. Ehi-iKitap hakkında inen bir âyet nasıl o!up da müşriklerle ilgili olarak inen bir âyeti neshedîyor? [454]

Bazı âlimlerin nâsih ve mensuh konusundaki mübalağaları, bedahete ters düştüğü gibi eşyanın mantığına da aykırıdır: İşte Hîbetuliah Selâme [455] «cel-İnsan» süresindeki neshten bahsederken iki âyetle bir âyetin bir kısmı hariç [456] bütün âyetlerinin muhkem olduğunu söyler. Görünen o ki, bir âyetin bir kısmından kasdı, «Yemeğe olan»[457] sevgilerine ve iştah­larına) rağmen «esiri» kelimesi mensuhtur. Bundan maksat, kıble ehli ol­mayan müşrik esirlerdir. Ona göre seyf âyeti ile müşrik esirlerin yedirilme­si neshedilmîştir. [458]

İbnu Seiâme´nin «en-Nasih ve´l-Mensuh» kitabıonun yanında okundu. Kizı da orada hazır bulunuyordu. Bu konuya geldiğinde, babasının neshe olan düşkünlüğünün ona İslâmda sabit oian hatta bütün dinlerin ittifak et­tiği ahlâkî bir kuralı unutturduğunu gören tazı dehşete kapıldı ve: Baba bu kitapta yanılmışsın, dedi. Babası ona: Nasıl? diye sordu. Kızı şöyle dedi: Bütün müslümanlar, esirin açlıktan ölüme terkedilrneyip yedirileceği husu­sunda icma etmişlerdin Babası: Doğru söylüyorsun, karşılığın) verdi. [459]

Nasihin mensuhu neshettiğini inkâr edenler bunun tahsis olduğunu söylemişlerse, nesh taraftarları da aksine davranarak mahsusu da men­suh arasında saymışlardır. Nice âyet istisna [460] ve gaye edatiyla veya başka bir âyetle tahsis edilmiş ama onlar onun yukarısıyla ilişkisine ve metin içerisindeki yerine aldırmadan ona nesh karakterini vermişlerdir, es-Suyutî [461] şöyle demektedir: «Bir kısmı da mahsus kısmındandır, metisuh kısmından değil. İbnu´l-Arabı onu ayıklamaya önem vermiş ve bunu başar­mıştır. Nitekim o şöyle demektedir: «Muhakkak insan kesin bir ziyandadır.

Ancak iman edenlerle güzel güzel amel (ve hareket) lerde bulunanlar.....böyle değil.» «Şairler(e gelince), onlara (ifrata) mübalağaya düşegeldikte-rini ve hakikaten yapmayacakları şeyleri söyler (insanlar) olduklarını gör­medin mi-? Ancak iman edip de iyi iyi amel (ve hareket) de bulunanlar, Al­lah´ı çok zikredenler ve zulme uğratıldıklarından sonra öçlerini alanlar böy­le değildir.» [462] «Allah´ın emri gelinceye kadar şimdilik onları bırakın, serzeniş de etmeyin.» [463] Bu ve buna benzer istisna ve nihayet edatları ihtiva eden âyetleri mensuh Grasina sayanlar hata içerisindedir.» [464] O, yine şöyle der: « (Ey mü´minler) Allah´a eş tanıyan kadınlarla (müşriklerle) onlar imana gelinceye kadar, evlenmeyin.» [465] âyetinin «.... kendilerine sizden evvel kitap verilenlerden yine hür ve iffetli kadınlar...» [466] âye-îiyie neshedildiğini söylemek de yanlış olup aksine bu son âyet birincisini tahsis etmiştir.»

Hatta Mensuhun sayısını kabartanların mensuhtur dedikleri pek çok âyetin ne neshle ne de tahsisle bir ilişkisi vardır. [467] «... kendilerine nzık olarak verdiğimizden de (Allah yolunda) harcarlar» [468] âyeti İle zekat dı­şında Allah yolunda harcamayı tavsiye eden âyetlerin hepsinin farz otan zekâtı emreden âyetle neshedildiğini- söyleyenleri [469] buna misal olarak verebiliriz. Oysa muhakkik âlimler infâk âyetinin, muttaki kimseleri övme sadedinde bir haber olduğu ve bunun zekâtla açıklanabileceği gibi aileye intak ve yardım etme ve misafir için harcama şeklinde de açıklanması mümkün olduğu, bunun zekat dışında vacip bir nafaka olduğuna delâlet eden bir delilin bulunmadığı görüşündedirler. [470]

Basit düşünceli bazı müfessirlerin «Allah, hakimlerin hakimi değil mi?»[471] âyetinin, seyf (kılıç) âyetinin neshettiği âyetler arasında olduğunu sanmaları da bu nevidendir. Bu âyetle ne kadar da âyet neshetmişler! [472] Halbuki bu âyet ne neshi, ne de tahsisi kabul eder. Alİah her zaman için hakimlerin hakimidir... [473]Hiç şüphesiz nesh düşüncesinin bu mü­fessirlerin kafasında tahayyül edilmesi, her ne kadar burada neshi iş´ar eden ifadelerini inceltmeye gayret etseler de Allah´a karşı bir sui edebtir. Öyle ki onlardan biri şöyle diyor: Bu âyetin lafzı değil, manası mensuhtur. Seyf âyeti manasını neshetmiştir. Sanki Allah Teâiâ şöyie demiştir: Onları bırak ne yapsalar yapsınlar. [474]

Lâkin nesh taraftarlarının, araştırma ve te´vil konusunda karşılaştıkla­rının neshten çok inşâ (sonraya bırakma)ya daha yakın olduğunu bile bi­le nâsih ve mensuh sayısını çoğaltırken meseleye ciddiyetle eğiimemeleri Allah´a karşı gerçek bir edepsizliktir. Bir sebep için emredilip sonra sebe­bi ortadan kalkanı da mensuh arasında saymışlardır. Müslümanlar zayıf ve sayıca az iken, Allah´a kavuşmayı uman kimselere sabır ve af dilemenin em­redilip [475] sonra bunun seyf âyeti ile neshedilmesi gibi. Halbuki bunun nesh ile bir ilişkisi yoktur. Bu bir nevi nes´ olup ihtiyaç anına kadar hük­mü açıklamayı ertelemektir. Nitekim Allah Teâlâ « l^; /\ » «sonraya bıra­kırız» [476] demektedir. Nesh hakkında ciddi bir araştırmada bulunan, bu konuda sıralanan âyetlerin çoğunun nes´ ite ilgili veya mücmel hükmü açık­layan âyetler olduğunu görecektir. [477] Savaşma emri, müslümaniar güç-leninceye kadar ertelenmiştir. Güçsüz oldukları zaman ise, eziyyete sab­retmekle emroiunmuşlardır. [478] Bu konuda şu yorumu yapan ez-Zerkeşf gayet yerinde bir yorum yapmıştır: «Bu tahkikten, müşriklere karşı gevşek davranmayı emreden âyetlerin hepsinin seyf âyeti ile mensuh olduğunu söyleyen pek çok müfessirin bu görüşlerinin zayıflığı ortaya çıkmaktadır. Mensuhtur dedikleri bu âyetler neshfe değü, nes´ ile ilgilidir. Yani, o hükmü ilgilendiren bir illetten dolayı belli bir zamana kadar o hükme uyma emre­dilmiş ve illet kalktıktan sonra başka bir hüküm devreye girmiştir. Görüldü­ğü gibi bu nesih değil, nes´tir. Çünkü nesih, bir daha uyulması caiz olmaya­cak şekilde de hükmü kaldırmaktır. [479]

İsiâmın - müslümanlara şefkat ve acıma duygusuyla-davetin başlangı­cında Allah Teâlâ´nin «Ey iman edenler, siz nefisleriniz (i ıslah etmey) e bakın. Kendiniz doğru yolu bulunca sapanlar size zarar vermez.» [480] bu­yurması, sonra İsiâm dâvası güçlendiğinde onlara iyiliği emredip kötülük­ten sakındırmayı ve bu yolda savaşmayı emretmesi yine neshle ilgili olma­yıp nes´le iigilidir. Allah {c.c.) Peygamber (s.a.v.) ile mü´minleri kuşatan her zaman ve şartlara uygun olanı göndermiştir. Bu durum bazı âlimlerin. Peygamber (s.a.v) in «İslâm garip olarak başladı ve tekrar garip olarak dö­necektir.» [481] hadisi tahakkuk edip müslümanlar zayıf düşünce münker ehli ile savaşmaktan vazgeçip onlarla barış içerisinde yaşamanın gerekli olduğuna dair fetva vermelerine sebep olmuştur.

Yine « (Velilerden) kim zengin ise (yetimin malını yemeye tenezzül et­mesin) kaçınsın. Kim de fakir ise o halde örfe göre (birşey) yesin.» [482] âyetini mushaf´ın mevcud tertibinde ondan daha sonra olan: «Gerçek, ye­timlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe (cehenneme) gireceklerdir.»[483] âyetini neshettiğini söylerler ki, burada da nâsih-mensuh sözkonusu değil­dir.. Aksine birinci âyette yetimlerin malından yenildiğinde zulüm sayılma­yacak durum açıklanmaktadır. [484]

Ne gariptir ki bazı müfessirler haberleri ihtiva eden hususlarda da neshi söylemekten geri kalmamışlardır. Halbuki akıl, davranış ve bu arada geçen sözleri ihtiva eden vukuu sabit bir olayda neshin vukuunu hiç bir zaman mümkün göremez. Buna misal, seyf âyetinin, «insanlara güzellikle söyleyin,» [485] âyetini de neshettiğini ileri sürmeleridir,. Halbuki bu söz, âyetin siyakından da anlaşılacağı gibi, israiioğullarından alınan teminatlar arasında zikredilmiştir. [486]

Nesh âşıkları, uzun müddet kendileriyle amel edildiği halde daha son­ra neshedilen âyetler üzerindeki perdeyi aralama yansında nihayet bir âyet buldular?! -Keşke bulmaz oiaydılar!- Onlara göre neshedümeden önce onaltı yıi yürürlükte kalan el-Ahkaf süresindeki: «De ki: «Ben peygamber­lerden ilk defa (gelmiş biri} değilim. Bana ve size ne yapılacağın; bilmem.» [487] âyetinin e!-Feth sûresinin baş taraftaki âyetîeriyle neshedildiğini söy­lerler. İbnu Seleme´ye göre bu âyetin baş tarafı muhkem ama «Bana ve si­ze ne yapılacağını bilmem.» kısmı mensuhtur. Ona göre Rasululiah (s.a.v.) Mekke´de on yıl bu âyetle amel etmiş ve müşrikler bundan dolayı onu ayıp-lamışlarrdır. Daha sonra Medine´ye hicret etmiş ve altı yıi boyunca yine onu ayıpiamışlardır. Müşrikler şöyle diyorlardı: Ne kendisine ve ne de etbaına ne yapılacağını ´(akıbetlerinin ne olacağını) bilmeyen birine nasıl tabi ola­biliriz? Daha sonra ei-Feth sûresinin baştaraftaki âyetleriyle bu âyet nes-hedümiş ve müşrikler Peygamber (s.a.v.) in artık kendisine ve ashabına ne yapılacağını bildiği neticesini çıkarmışlardır. [488]

Allah´ın kelâmını nesh, neshedümeden önce mensuhun geçerli kaldığı müddetin tesbiti ve âyetlerin indiği zaman iie daha sonra hükümleri başka âyetler ile değiştirilmesi gibi hususlarda gösterilen gevşeklik, başkalarının, bu korkunç nesh karaltısını Allah Kitabından uzak tutmaya çalışmalarına sebep olmuştur. Sanki onlara göre nesh, bedâ´ derecesindedir. Yahut -en azından- bedâ ile ifade edilebilecek durumdadır. Her yer ve zamanda hik­met dolu nesh ile bütün çirkinlik ve cehalete dalâleti mtiva eden bedâyı bi-ribirine karıştırmaları için cahillere izin vermektir!

Bedâ, bir görüş ileri sürdükten sonra başka görüşü tercih eden kişi­den sadır. olur. [489] Daha önce yahudiler de, bedâya kail olma durumuna düşmemek için neshi kabul etmekten kaçınmışlardı. Âyet indikten ve onun-

ia amel edildikten sonra neshediimesinî, Allah´ın daha önce bilmediği bir şeyi sonradan öğrenip hükümleri ona göre değiştirmesi şeklinde san­dılar. Böyle bîr şey ise, Aliah İçin caiz değildir. Bazı müslüman araştırma­cılar da, yahudilerin bu zannına kapılarak neshten sakındılar ve onu bedâ gibi kabul ettiler. -Hele müfessirlerin hiç bir deüle dayanmadan neshin sa-yısmı kabarttıklarına şahit olduktan sonra.- Aslında her iki taraf da aşırı gitmiştir. Ne nesh taraftarlarının, nesh sayısını çoğaltmaya ve andan olma­yanı onun şümulüne dahil etmeye haklan vardı ve ne de neshi reddedenle­rin,.ona delâlet eden âyetler ve onu ısbatlayan vakıalar bulunduğu holde ona karşı çıkmaya ve onu bedâya benzetmeye hakları vardı. ,

Neshi inkâr edenler - ez-Zerkânî´nin de dediği gibi [490] şunu unutuyor yahut unutuyor görünüyorlar: «Allah Teâlâ bazı hükümlerini bazılarıyla nes-hedince daha önce kendisince gizli olan birşey ortaya çıkmış ve daha önce mevcut olmayan yeni bir görüşe sahip olmuş değildir. Ailah, kullarına onla­rı emretmeden önce, nâsihi de, mensuhu da biliyordu. Onun bu bilgisi eze­lîdir. Yaratıklar yaratılmazdan önce gök ve yer henüz yok iken mevcuttu. Ancak - hikmetinin bir gereği olarak - biliyordu ki, neshedilen ilk hüküm, belli bir zamana kadar devam edecek bir hikmet veya maslahata uygun idi. Bunun yanında, belli zamanda yine hikmet ve maslahata mebni olarak nâsih hükümün geleceğini de biliyordu. Hiç şüphesiz hikmet ve maslahat­lar her insana göre farklıdır. İnsanların içinde bulundukları şart ve durum­lar yenilendikçe o da yenilenir. Ayrıca ahkâm ile hikmetleri ve insanlarla maslahatları beraberdir. Nâsih olanlar da mensuh olanlar da Allah tarafın­dan daha önceden biliniyordu. 0´n.un için hiç birşey gizli değildir. Nesh hu­susunda yeni olan, Allah´ın bildiğini kullarına açıklamasıdır, yoksa daha sonra başka bir kanaate sahip olması değildir,»

Kaidıki, nâsih ile mensuhu kendisiyle bildiğimiz metod, nesih ile bedâ-yı, tahsis, inşa´, veya mücmeli açıklamayı biribirine karıştıracak bir metod değildir. Çünkü neshin dayanağı Rasulullah (s.a.v.) veya bir sahabîden, «şu âyet, şu âyetle neshedildi» şeklinde sarih bir nakildir. Ayrıca ancak kesin çelişki ve hangi âyetin daha önce ve hangisinin daha sonra indiğini tesbit etmek için tarihî bilgi mevcut olduktan sonra neshe hüküm verilir. Nesh hu­susunda avamdan bir müfessirin hatta müctehidlerden bir müctehidin sözü muteber değildir. Sahih bir nakil ve belli bir çelişkinin mevcuduyeti şarttır. Çünkü nesih, Rasûlüilah (s.a.v.) zamanında kesinleşen bir hükümün kaldı­rılmasını ve yerine başka bir hükmün ısbatını ihtiva eder. Onda re´y ve içti­hada değil, nakil ve tarihe itimat edilir. [491] Âlimierden muhakkik olanlar, müfessirlerin nesh olarak sandıklarından çoğunun «neshle ilişkisinin olma­dığını, nes´ ve geciktirme, ya da mücmel olup. ihtiyaç hasıl oluncaya dek açıklaması ertelenmiş ya başka bir hitabın araya girdiği bir hitap olduğu­nu, ya umûmu tahsis olduğunu tasrih etmişlerdir. Hitabın pek çok çeşiti

vardır. Nesh olmadığı halde bazılarını neshin çerçevesine sokmuşlardır. .Kur´an, biribirini destekler. Onun korunmasını Allah tekeffül etmiştir: «Zik­ri (Kur´an´ı) biz indirdik. Onu koruyacak olan da biziz.» [492]

Neshi çoğaltanlar neshi ihtiva eden ve etmeyen sûrelerin taksimatını yapınca şöyle bir taksimatta bulunmuşlardır: İçinde nâsrh ve mensuh bu­lunmayan sûreler: 43 tane. Nâsihi ihtiva ettiği halde mensuhu ihtiva etme­yen sûreler: 6 tane. Mensuhu ihtiva ettiği halde nâsih ihtiva etmeyen sûre­ler: 40 tane. Hem nâsih ve hem de mensuh bulunduran sûreler: 31 tane.[493] Bu taksimatta geçen sûrelerin isimleri bizi ilgilendirmiyor. Çünkü bu isimler aşırı ve zorlanmadan doğan fasit bir temele dayanan bir taksima­tın sonucudur. Neshten haii olan muhkem sûrelerin - bu taksimata göre -. kırküç sûreden fazla olmaması onun ne kadar yanlış olduğunu göstermeye yeterlidir. Sanki Kur´an´da aslolan muhkem olma değil de neshtir. Yine sanki Kur´an sûrelerinde asi olan, nâsih veya mensuhu ihtiva etmeleridir!

Gerçek o ki, Kur´an âyetlerinin hepsinde asi olan nesh değil, muhkem oimaktır. Ancak apaçık bir delil bulunur ve ondan başka çıkar yol bulunma­dığında nesh söz konusu olur. Muhakkik âlimler, mensuh olduğu söylenen âyetleri çeşitli yönleriyle araştırarak sayılarını nihayet çok az bir miktara indirmişlerdir. Hatta başkaları bu az sayının kendisini de tahkik ederek bunlardan bir kısmının da muhkem olup neshle ilgilerinin bulunmadığını söylemiş ve mensuh sayısını daha az sayıya hasretmişlerdir. Mesela es-Suyûtî, bazıları ihtilaflı´olmak üzere yirmibir âyette neshin sözkonusu oldu­ğunu söyler. [494] Daha sonra isti´zan ile kaseme âyetini [495] bunlardan istisna edip esahha göre bunların muhkem olduklarını belirtir. Böylece ona göre mensuh âyetlerin sayısı ondokuzdan fazla değildir. Şayet konuyu uzatmamış olsaydık âyetleri teker teker ele alacak ve bunlardan mensuh olmaya elverişli olan âyetlerin on âyetten fazla olmadığını görecektik. An­cak bunu okuyucuya havale etmeyi tercih ettik. Okuyucu anlattıklarımızın ışığı altında es-Suyûtî´nin zikrettiği âyetleri teker teker ele alıp incelesin, bunu kendisinin de farkedeceğini umuyoruz. Görecektir ki, bu âyetlerin bir kısmı tahsise yahut açıklaması sonraya bırakılmış mücmele veya inşâya girmiş olup, geri kalanlar ise, ancak neshe girebilir. Herşeye Kadir olan Aliah bu mensuh âyetlerden daha güzelini veya benzerini onların yerine in­dirmiştir. [496]


Kur´an’ın Resmi


Hz. Osman (r.a.) zamanında çeşitli-bölgelere gönderilecek Mushafları çoğaltmak için kurulan dört kişilik heyet, Kur´an´ın kelime ve harflerinin yazılışı hususunda Halife Hz. Osman´ın da rıza gösterdiği özel bir metod takip etti. İşte âlimler bu metoda terim olarak «Resmu´l Mushaf» ismini vermişlerdir. Çoğu zaman da bu resmi, ona rıza gösteren halifeye nisbet. ederek «Resmu Usman veya er-Resmu´l Usmânî» derler. Bu resmin tazim ve takdis çemberiyle çevrelenmesi kaçınılmazdı. Çünkü ona rıza gösteren ve onu uygulayan halife büyük bir şehittir. Huşu içinde ve ibadet ederek Allah´ın Kitabını okuduğu bir sırada vurulmuş ve şehit düşmüştür. [497] İş­te bu durum, halkın eski her bir el yazması Mushafla karşılaştıklarında onun Osman Mushafı veya mushaflarından biri olduğu kanaatına varma­larına sebep olmuştur. Hatta bazılarına göre, o, şehit Halifenin kanlarının izini taşıyan mushaftır. [498]Bazıları bu Kur´ânî resmin tevkîfî olduğu ve Peygamber (s.a.v.) in biz­zat vazettiği bir metod olduğunu ileri sürünce aşırılık zirvesine ulaşıyor. Ra-sûlullah yazı bilmeyen ümmî biri olduğu halde vahiy kâtiplerinden biri olan Hz. Muaviye´ye şöyie dediğini ona nisbet ederler: «Divitin mürekkebini öl­çülü ve kalemin ucunu incelterek eğik kıl. Bö harfini dikleştir. Sin harfini biribirinden ayır. Mim harfinin içini doldurma. Allah kelimesini güzel yaz. er-Rahmân kelimesini uzat. er-Rahîm kelimesini tecvitii yaz. (Yazmaya ara verirken) Kalemini sol kulağının üstüne koy ki, gerektiğinde onu daha çabuk hatırlamana sebep olsun.» (487-a) Bu görüşe şiddetle taraftar olanlardan biri, İbnu´l Mübarek´tir, İbnu´l Mübarek «eî-İbrîz» isimli kitabında hocası Abdülaziz ed-Debbağ´dan şöyle dediğini nakleder: «Kur´an´ın resminde ne sahabenin ve ne de başkalarının kıl kadar bir payı vardır. O, tamamen tev­kifi olup Peygamberdendir. Bilinen şekli üzere yazılmasını o emretmiştir. Nerede zaid elif yazılacak, nerede eksik yazılacak. Bu akılların bulamaya­cağı bir sırdır. Allah bu özelliği, diğer semavî kitaplar arasında Kur´an´a has kılmıştır. Kur´an´ın nazmı mu´ciz olduğu gibi resmi de mu´cizdir! Akıl­lar, aynı vezinde olmasına rağmen « üj » kelimesinde elif bulunmadığı halde kelimesindeki fazla elifinkelimelerin­de fazla «ye» harfinin sırrını nasıl bulsun? Akil, el-Hacç sûresinde kelimesinin elif ile ve Sebe´ sûresinde aynı kelimenin eiifsiz olarak şeklinde yazılışını nasıl izah etsin? Heryerde kelimesinin elif ile yazılmasına rağmen el-Furkan sûresinde eiifsiz olarak şeklinde ya-

zılmasının sırrını itası! bulsun? kelimesinde elif eklendiği halde eS-Bakara süresindeki kelimelerinde efif neden yazîlrna-mıştır? de elif yazıldığı halde en-Nisâ süresindeki de neden elif yoktur? Akıl, benzer bazı kelimelerden bazi harfier atıldığı halde diğerlerinde neden yazıldığını nereden anlasın? Meselâ Yusuf ve ez-Zuhruf sûrelerinde kelimesinden elif hazfeditdiği halde diğer yer­lerde neden yazılmıştır9 Fusstlet sûresinde « kelimesinin vâv har­finden sonra elif yazıldığı halde diğer yerlerde neden yoktur? « jUil » ke­limelerinin hepsinde yazıldığı halde et-Enföl sûresinde geçen aynı kelime­de yazılmamıştır. kelimesi her nerede geçmişse elif yazıldığı halde el-Furkan sûresinin bir yerinde yazılmamıştır. Bütün bunların sırrı nedir? Bazı yerierde «te» harflerinin atılıp biribirlerine bağlanmaları ne­dendir? Bütün bunlar ilâhî sırlar ve nebevi maksatlardır. Bâtınî sıriar ol­dukları için insanlardan gizlenmişlerdir. Onlar da, sûre başlarındaki Huruf-ı Mukattaa gibi ancak Rabbani bir fetih ile anlaşılabilirler. Onların pek yüce sırları ve pek çok manaları vardır. İnsanların çoğu bunların sırlarını idrak edemez, kendisine işaret oldukları ilâhî manaları idrak edemez. Kur´andaki resmin durumu da, harf harf budur. [499]ez-Zerkânî «Menhel»inde bu temele dayanmakta bir sakınca görmeyip Resmi Osmanî´nin meziyetlerini ona dayanarak sıralar: Bu resmin gizli ma­nalara delâleti gayet mükemmeldir. Meselâ sözünde kelimesinin şeklinde yazılması, Ailah´m kendisiyle göğü bina et­tiği gücünü tazim manasını taşır. Ona benzer bir güç yoktur. Çünkü Arao dilinde harflerin arttırılması manayı güçlendirir. [500]

Hiç şüphesiz bu, Resm-i Osmanîyi takdis hususunda bir aşırılık ve an­layışta zorlanmadan başka birşey değildir. [501] Kur´an resminin tevkifi oluşunun mantıkla hiç bir ilişkisi yoktur. Sûre başlarındaki Huruf-u Mukat-taa´ya benzer sırları da yoktur. Onun tevkifî olduğuna dair Rasûlüllah´tan gelen sahih bir hadis de mevcud değildir. Ayrıca Kur´anîliği mütevatir olan Huruf-u Mukattaa iie bunu karşılaştırmak doğru olmaz. Bu, ancak Hz. Osman zamanında kâtipler arasında bir ıstılah olup Halifede bu ıstılaha rıza göstermiştir. Hatta yazı hususunda Halife onlara bir kural öğretmiş ve he­yet içerisinde olan üç Kureyşiiye, sizinle Zeyd b. Sabit arasında bir ihtilâf zuhur ederse, onu Kureyş lehçesiyle yazın, çünkü Kur´an onların lehçesiy­le inmiştir, [502] demişti.

Osmanî resme saygı duymak ve ona uymayı iyi karşılamak başka,

onun tevkifi olduğunu söylemek başkadır. Arada, temelde bir fark vardır. " Bu resmin almışının zarûrîliği konusunda âlimlerin pek çok görüşü vardır. Öyle -ki, Ahmed b. Hanbel şöyle demektedir: «Osmanî mushafın hattına muhalefet haramdır.» Velevkİ bir vav, bir elif, bir yâ veya başka bir harfte olsun.» [503] İmam Malik´e soruldu: «Ne dersin, biri bir mushaf yazmak is­tese bugün insanların çıkardığı yeni hece harfleriyle yazaeak olsa doğru olur mu?» İmam Malik şöyle cevap verdi: «Hayır, uygun görmem. İlk yazıl­dığı şekil üzere yazsın.» [504] Şafiî ve Hanefî fıkıh kitaplarında da buna benzer ifadeler vardır. Lâkin bu imamlardan hiç biri bu resmin ne tevkifî ve ne de ezelî bir sır olduğunu söylemiştir. Onlar, bu resme bağlanmanın, sözün birliği ve ümmetin aynı şiara ve aynı ıstılaha uyması bakımından ge­rekli olduğu görüşündeydiler. Kuralları tesbit eden Hz. Osmandır, ve onla­rı uygulayan da Zeyd b. Sabittir. O Zeyd ki, «RasûlûMah´m emîni ve vahyi­nin kâtibi idi.»

Kaldı ki âlimlerden bazısı, Osmanî resme muhalefetin mubah olduğu­nu söylemekle kalmamış, yazının bir ıstılahları öte birşey olmadığını söyle­mişlerdir. Bu görüşte olan âlimlerin başında Ebu Bekr el-BakıIlânî gelir, [505] «el-İntisâr» isimli kitabında şöyle der: «Yazıya gelince, Allah ümmet üzerine bundan birşeyi farz kılmamıştır. Çünkü Kur´an kâtiplerine ve mus­haf lan yazanlara belli şu yazıyı kullanacak ve diğerini kullanmayacaksı­nız diye emir verilmemiştir, Böyle bir emrin vucubiyeti ancak duymakla ve (vahyin) tevkifi ile olur. Kur´an´ın nassiarında ve nassların mefhumunda Kur´an resminin ancak belli bir vecih üzere caiz olduğu ve bunun dışına çıkmanın caiz olmadığına dair bir delil olmadığı gibi Sünnette de bunun vucûbüne delil yoktur. Ümmetin icmaında ve şer´i kıyaslarda da böyle bir mecburiyet mevcud değildir. Aksine, Sünnette, hangi vecih daha kolay ise onun kullanılmasının cevazına işaret vardır. Çünkü Rasûlûllah (s.a.v.) Kur´an´tn yazılmasını emrediyordu ama ne belli bir şekil üzere yazılmasını em­retmiş ve ne de kimseyi yazısından dolayı sakındırmıştır. Onun için, mus-hafiarın yazıları değişik olmuştur. Kimi, ağızdan çıkan sesi esas olarak ya­zıyordu. Kimi de yazının bir İstılahtan ibaret olduğunu ve insanlar için duru­mun gizli olmadığını bildiği için bazı harfleri eksik veya fazla yazıyordu. Bundan dolayıdır ki, Kur´an´ın kûfî harflerle ve ilk yazı ile yazılması caiz olduğu gibi lam harfinin kef harfine benzer şekilde yazılması, eliflerin uç­larının kıvrılarak ve başka şekillerde yazılması caizdir. Yine mushafın eski yazı ve harflerle yazılması caiz olduğu gibi yeni yazı ve harflerle ve daha başkalarıyla yazıiması da caizdir.

Mushafın yazı ve harflerinin birçoğu değişik ve farklı şekillerde olun­ca ve âlimler, herkesin âdeti olduğu üzere yazmasına ve daha kolay, daha meşhur ve daha evlâ olanı seçmesine müsaade ettiklerine ve bunu ya­panları reddedmeyip günaha girdiklerini söylemediklerine göre, buradan da anlaşılıyor ki, insanlar, kıraatlerde belli ölçülerin dışına çıkmamaları ern-rolunduğu gibi burada belli bir yazı ile emrolunmamışlardır. Bunun sebebi, yazıların ancak birer alâmet ve sembol oluşlarıdır. Onlar sadece işaret ve rumuz mesabesindedir. Kelimenin okunacağı şekle uygun düşen her yazı, caizdir.

Kısacası insanların belli bir resmi (yazı çeşidini) kullanmalarının vacib olduğunu iddia eden, iddiasını ısbatlamak için delil getirmek mecburiyetin­dedir. Ama delili nereden getirecek?» [506]

Kadı Ebu Bekr´in bu görüşü alınmaya değer, delili apaçık ve uzak gö­rüşlü bir görüştür. O, Allah´ın Kitabının yazısını ilgilendiren dinî bir mesele­de selefi yüceltme duygusallığı ile delil getirmeyi bîribirine karıştırmamıştır. Kur´an resminin tevkîfî ve ezelî olduğunu söyleyenlere gelince onlar duygu­larına başvurmuş ve kendi zevk ve vecdlerinin duygusallığına teslim olmuş­lardır. Halbuki´ zevkler nisbî olup dinin bu konuda bir fonksiyonu yoktur. Zevklerden şer´î bir hakikat çıkarılamaz.

Lâkin biz Kur´an´ın resmi konusunda bundan daha isabetli olan bir gö­rüşü benimsiyoruz." el-Bakıltânî´nin sıraladığı delillere bakarak Osmanî res­me muhalefet etmenin caiz oimadığı kanaatindeyiz. Biz bu konuda el-İzz b. Abdisselâm´ın görüşünü daha isabetli buluyoruz. O, şöyle der: «Şu anda Mushafın ilk resimler (yazı) ile yazılması caiz değildir. Ümmet artık şu an­da kullanılan resim üzere anlaşmış ve bu yazı bir istilah halini almıştır. Ak­si, ilmin kaybolmasına sebep olacaktır. Daha öncekilerin geliştire geliştire sağlamlaştırdıkları birşey cahillerin cehli gözetilerek terkedilmez. Yeryüzü Allah için delil getirenden hali olmaz. [507]

Bu son görüş özet olarak şunu ifade etmektedir. Avam tabakası Kur´-an´ı eski resmi ile okuyamaz. O halde Kur´an´ın kendi çağlarında yaygın olan İstılahlarla yazılması daha iyi, hatta vacibtir. Lâkin bu, eski Osmanî resmi ilga etmek anlamına gelmez. Çünkü onu ilga etmek, ümmetin ittifak ettiği ve onun sayesinde ihtilaftan kurtulduğu değeri büyük dinî bir sembo­lü bozmak olur. Ümmet içerisinde Osmanî resim metodunda bu ufak - te­fek farkları göz önünde bulunduran âlimler mevcud olacaktır. Bununla birlikte el-Ezher dergisinin de teklif ettiği gibi her sayfanın altında, yazı ve imlâ bakımından yeni istilahtan farklı birşey varsa onun. not edilmesi müm­kündür. [508]



Muhkem Ve Müteşabih


Şayet Kur´an´ın ihkâmından kastımız onun lafız ve manalarına zarar ´vermeyecek şekilde sağlamlığı ve nazmının güzelliği ise, tamamının muh­kem oiduğunu söyleyebiliriz. Yüce Allah´ın: «Bu, âyetleri muhkem bir kitaptır.» [509] sözünden ´kasdı da budur. Yine âyetlerinin bela­gat, icaz ve bir kısmını diğerine üstün tutmak hususundaki güçlülüğü kas-dedecek olursak, hepsinin müteşâbih olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Yüce Allah"in: «Allah, kelâmın en güzeli -olan Kur´an´ı biribirine benzer ve çift çift olarak inzal etti.» [510] âyeti bu anlamdadır.

Yukarıda geçen âyetlerdeki ihkâm ve îeşâbüh, Kur´an´ın muhkem ve müteşabihini konu alan bu incelememizin dışındadır. Bizim burada incele­me konusu yaptığımız, Âlu İmrân sûresinin şu yedinci âyetidir. Yüce Aiiah bu âyette şöyle buyurmaktadır:

«Sana Kitabı indiren O´dur. O Kitapta, kitabın aslı olan muhkem âyetler ve •diğer müteşâbih âyetler vardır. Kalblerinde, bâtıla meyi olanlar, fitne ve te­vil isteyerek müteşâbih âyetlere uyarlar. Halbuki onun tevilini, ancak Allah ve ilimde râsih olanlar (yüksek payeye erenler) bilirler. Ve onlara iman et­tik, hepsi Rabbimiz tarafındandir derler. Onlardan kâmil akıl sahiplerinden başkası iyice düşünmez.» [511]

Apaçıktır ki bu âyette muhkem, müteşâbihin karşıtıdır. Yine ilimde râ­sih olanlar, kalbierinde bâtıla rneyl bulunanların karşıtıdır. Bu karşıt oluş, âlimleri, muhkem ve müteşâbih olanlar için (sınır çizerek) çeşitli tarifl&r yapmaya sürükiemiş ve bu konuda pekçok görüşler ve baksş açıları ortayn çıkmıştır. [512] Lâkin yaptıktan tarifler neticede muhkemin, manasına deiâ-leti apaçık olan ve bu hususta gizliliği bulunmayan, müteşâbih ise, manası­nın ne olduğu hususunda tercih edilebilecek apaçık bir delili bulundurma­yan noktasında düğümlenmektedir. Böylece muhkemin şümulüne nass ve zahir girmiş olmaktadır. Nassa gelince, o, hemen akla gelen râcih mana için konulmuş lafızdır. Müteşâbihin şümulüne de mücmel, müevvel ve müşkil girmektedir. Çünkü mücmej, açıklanmaya muhtaçtır. Müevvel de, ancak te´vi! edildikten sonra manaya delâlet eder. Müşkil ise, delâleti gizli olan; onda kapalılık ve iltibas bulunandır. [513]

Muhkemin delâletinin apaçık olması, onu inoeleme konusu yapmamı­za ihtiyaç bırakmamaktadır. Çünkü onu okumamız, manasının ne olduğu­nu anlamamıza yeterlidir. Lâkin Müteşâbihin kapalılığı, üzerinde bir miktar durmamızı gerekli kılmaktadır. Ta ki, onun ne olduğunu bilelim ve ondan sakınalım. Kaiblerinde bâtıla meyil bulunanlar gibi biz de ona tabi olmaya­lım.

Âiimierden çoğu, müteşâbihin te´vilinin sadeoe Allah tarafından bilin­diği görüşündedir. Onun için onlara göre okurken lofza-i Celâl´de durmak gerekir, tümde bir payeye ulaşmış râsih âlimlerin, Kur´an´in te´vili hususun­daki ilimleri şu sözde son bulur: «Ve onlara iman ettik, hepsi Rabbimiz ta­rafı ndandir.»

Lâkin Ebu´l-Hasan el-Eş´arî, âyette geçen üzerinde-durulması gerektiği görüşündedir. Böylece ilimde rasih olanlar, müteşâbi­hin te´viiini bilmiş oluyorlar. Ebu İshak eş-Şirâzî [514] bu görüşü açıklaya­rak onu destekler ve şöyle der: « (Kur´andan) Allah Teâlâ´nın, ilmini sade­ce kendisine mahsus kıldığı birşey yoktur. Aksine, âlimleri o ilme vâkıf kıl­mıştır. Çünkü Allah Teâlâ bunu âlimleri medh sadedinde söylemiştir. Şayet onun manasını bilmiyecek olsalar, avam tabakasına ortak olmuş olurlar.» Rağıb el-İsfahanî araya girerek manasını anlama yönünden müteşâbihi üç kısma ayırır:

a) Manasına vukuf mümkün olmayan müteşâbih. Kıyametin ne zaman kopacağı ve âhir zamanda çıkacak dâbbe´nin ne zaman çıkaca­ğı gibi.

b) İnsanın bazı vasıtalarla manasını bilebileceği müteşâbih. Garip lafızlarla muğlak hükümleri gibi.

c) Yukarıdaki iki durum arasında olan, ancak ilimde rusûh sahiplerinin bilebileceği ve başkaları için manası kapa­lı olan müteşâbih. Rasûiullah (s.a.v.) in İbnu Abbas için söyledği «Allah´ım, onu dinde fakih kıl ve ona te´vili öğret.» [515] sözünde işaret buyurduğu kısım budur.

Hiç şüphesiz er-Rağıb´ın bu sözünde ölçülülük ve itidal vardır: Allah´ın zatı ve sıfatlarının hakikatini ancak Allah bilir. Şu duada kasdedilen budur: «Sen, kendini övdüğün gibisin. Seni gereği gibi övemem.» Gayb ilmi de, Allah´ın kendisine has kıldığı ilimdir. Nitekim âyeti Kerîmede şöyle buyrul-maktadır: «O saatin (kıyametin) ilmi şüphesiz ki Allah´ın nezdindedir. Yağ­muru (mukadder olan vakitte ve mahalde) O indirir, Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse hangi yerde öleceğini bilmez. Şüphesiz Allah (her şeyi) bilendir. Her şeyden haberdar­dır.» [516]

Sûre başlarındaki Huruf-u Mukattaa konusunu işlediğimizde bu harf­lerin hakikatini te´vil konusunun nasıl bir vara1 atmosferi içerisinde yapıldı­ğını görmüş ve âlimlerin görüşlerinin, bu harflerin hakikatini tesbit çevre­sinde değil, varlıklarınının hikmeti çevresinde döndüğünü müşahade et­miştik. Bu gibi konuların gizliliği ve insanın onlara ulaşma hususundaki ac­zi kişinin gururunu azaltarak ve tekebbürünü frenleyerek şöyle demesine sebep olur: «Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yok. Çünkü (her şeyi) hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ´ki Sensin Sen.» [517]

«Rahmgp, Arş´a istiva etti.» gibi Allah´ın sıfattan hakkında vârid olan müşkil âyetler, insanların manasını kavrayamayacakîarı müteşabîhie ilgili âyetlerin en önernlilerindendir. İbnu´l-Lebbön «Reddu´l Müteşâbîhât ile´l-Âyâtri-Muhkemât» [518] isimli kitabında bu. tür âyetleri bir araya getirmiş­tir. er-Râzi müteşâbih sıfatların hikmetini şöyle açıklar: «Kur´an havas ve avam için gelmiştir. Avam tabakası, bir çok konuda hakikatleri idrâk et­mekten uzaktır. Bu tabakadan biri, ne çişim olan, ne yer .kaplayan ve ne de kendisine işaret edilebilen bir varlığın isbatını ilk olarak duyduğunda bu­nun yokluk ve mahza nefiy anlamına geldiğini zannederek ta´tile düşer. O halde en uygunu, hayal ettikleri varlığa münasip düşen bazı lafızlara mu­hatap olmaları gerekiyordu. Ancak bu, apaçık hakka delâlet eden Kelime­lerle de beraber olmalıydı. Birinci kısım müteşâbih ki henüz başlangıçta onunla muhatap oidukları-dır. İkinci kısım ise, apaçık hakkı ortaya koyan muhkemdir.» [519]

Müteşâbih âyetler konusunda âlimlerin iki mezhebj vardır

Birincisi- Selef mezhebidir kî, bu müteşâbihiere iman ve ma­nalarını bilmeyi Allah´a havale etmektir. İmam Malik´e «istivamdan soruldu­ğunda şu cevabı vermiştir: «İstiva malumdur. Keyfiyeti ise meçhuldür. On­dan soru sormak ise, bid´attır. (Soru soran kişiye hitabederek) Öyle sanı­yorum ki sen kötü bîr kişisin. (Yanında bulunanlara) Bunu benden uzaklaş­tırın.» [520]

İkincisi: Sonraki âlimlerin mezhebidir. Bu mezhebe göre, ma­nası açık olarak bilinemeyen lafız, Allah´ın zatına layık bir manaya hamle­dilir. Sözkonusu olan bu görüş, İrnamu´l-Harameyn [521] ile müteahhif âlimlerden bir cemaate nisbet edilir.

Her iki mezhebi vuzuha kavuşturmak için müteşâbih sıfatlarla bazı âyetleri zikretmek isteriz. «Rahman, Arş´a istiva etti.» [522] «O, kulla­rının üzerinde kahr u galebe sahibidir.» [523] «Rabbın geldi ve melekler de saf saf olarak» [524] «Allah yanında işlediğim kusurlardan dolayı vay has­ret (ve nedâmet)ime!» [525] «Rabbının vechi bakî kalır.» [526] «Sana kar­şı (Ey Musa) gözümün önünde yetiştirilmen için...» [527] «Allah´ın eli, elle­rinizin üstündedir.» [528]«Allah size (asıl) kendi nefsinden korkmanızı em­rediyor.» [529]

Selef Allah´ı kendisi için mümteni olan bu gibi zahir şeylerden ten­zih eder ve gayb âleminde, Allah´ın onları zikrettiği gibi inanır, hakikatle­rinin ilmini O´na havale eder. Sonraki âümier ise, istivayı hiç kimsenin yar­dımı olmaksızın işleri tedbîr hususunda manevî üstünlük île izah ederler. [530] Ayrıca Allah´ın gelişini, emrinin gelişine [531] üstte oluşunu cihet yö­nüyle değil, manevî yüceliğe, [532] yanında olmayı, O´nun hakkı.üzere ol­maya, [533]vechini zatına, [534] gözünü inayetine, [535] elini kudretine, [536] ve kendi nefsini cezasına hamlederler. [537] Sonraki âlimler Allah´ın rızası, sevgisi, gazabı, kızgınlığı, hayası gibi hususların hepsini - bu minval üzere - en yakın mecazî manasıyla izah ederek şöyle derler: «Bu lafızlar­dan ancak lâzımı olan şeyler kastedilir.» [538]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] el-En´am: 82.

[2] el-Burhan, 1/14.

[3] Lokman: 13.

[4] Müslim, 8/229. Kars. «Ulûmu´i-Hadis vo Mustalahuhu» isimli eserimiz, s. 8.

[5] Müslim, 8/229. Kars. «Ulûmu´i-Hadis vo Mustalahuhu» isimli eserimiz, s. 8.

[6] Bk. ei-Fihrist, s. 33.

[7] Şu´be b. el-Haccâc b. el-Verd el-Akîî el-Ezdî el-Vasıtî: Basra muhaddisi olup hadis­te mü´minlerin emridir. Künyesi: Ebu´l-Bestâm´dir. Enes b. Malik (r.a.)ı görmüş ve dörtyüz tobiîdenhadis duymuştur. Mezhep imamlarının hepsi onu hüccet olarak ka­bul eder. H. 160 yılında vefat etmiştir.

[8] Süfyan b. Uyeyne el-Hilâlî el-Kûfî: Tefsir ve hadiste hicaz ehlinin şeyhidir. H. 188 yı­lında vefat etmiştir. (Bk. Tezkiratu´i-Huffâz, 1/242.)

[9] Ali b. Abdillah b. Ca´fer: Künyesi Ebu Ca´fer olup H. 234 yılında vefat etmiştir. (Bk.

Tezkiratu´l-Huffaz, 2/15-16; Şezeratu´z-Zeheb, 2/81).

[10] Eserinin ismi «Fadıilu´l-Kur´an» olup ez-Zahİriye kütüphasinde eksik bir nüshası mevcuttur."

[11] el-Fihrist´te ismi geçmekte olup yirmiyedi cüzdür.

[12] Bir nüshası İskenderiye Belediye Kütüphanesindedir.

[13] Bk. ed-Dİbâc, s. 195.

[14] Muhammed b. Aziz b. el-Azîzî es-Sİcİstânî. H. 330 yılında vefat etmiştir. (Buğyetu´l-Vuât, s. 72) es-Suyûtî (el-ltkan´da 1/193) es-Cicistânî´nin «Garîbu´i-Kur´an» isimli ese­rini zikrederken bu eseri onbeş yılda hocası Ebu Bekr b. el-Enbâri ile birlikte hazır­ladığını zikreder.

[15] Bir nüshası Murad Molla Kütüphanesindedir.

[16] Yazmasında «e!-İstiftaJ» şeklinde okunması mümkün ise de «eI-İstiğna´» şeklinde zabtını uygun gördük.

[17] Ali b. İbrahim b. Said, el-Hûfî el-Mısrî, eel-Burhan fî Ulûmi´l-Kur´an» ile «İ´rabu´l-Kur´­an» isimli eserlerin müellifidir. H. 430 yılında veîat etmiştir. (Husnu´l-Muhadara, 2/228; ıhbarur-Ruvat, 2/219).

[18] Abdurrahman b. Abdillah b. Ahmed es-Suheyl. Künyesi Ebu´l-Kasım olup H. 581 yıiın-da MerâkeştG vefat

etmiştir. Eseri: «Mubhemâtu´l-Kureyş» dır. Keşfu´z-Zunûn müel­lifi kitabının ismini: «et-Ta´rîf ve´l-İ´lâm bimâ Ubhime fi´l-Kur´an mine´l-Esmâl ve´l-E´lâm» şeklinde verir ki, bu isim kitabın muhtevası hakkında bize bilgi vermektedir. Kâhire´de Daru´l-Kütüb ve Teymûriye Kütüphanesinde yazma nüshaları mevcuttur. es-Sûheylinin ayrıca İbnu Hişam siyerini şerh mahiyetinde «er-Ravzu´l-Unf» İsmin­de bir eseri vardır. (Haltercemesi için bk. İnbahu´r-Ruvat, 2/162.

[19] Şeyhu´l-İslâm Ebu Muhammed Abdülaziz b. Abdüselâm: el-İzz olarak meşhurdur. H. 660 yılında vefat etmiştir. (Tabakatu´ş-Şafiiyye, 5/310).

[20] Ali b. Muhammed b. Abdissamed: es-Sahavî olarak meşhurdur. H. 643 yılında vefat etmiştir.

[21] Kur´anda varid bedi´ çeşitlerinden bahseden bir İlimdir.

[22] Cedelu´l-Kur´an olarak da isimlendirilir. Bu İlimden maksat, Allah´ın Kitabının bütün burhan ve delillerden bahsettiğidir. Lâkin Arabların uslûbleri üzere, kelamcıların me-todları üzere değil. Necmu´d-Din et-Tûfî (Süleyman b. Abdu´l-Kavî b. Abdilkerim (âl. 716) bu konuda müstakil eser yazmıştır. (Bk. ed-Dûreru´l-Kâmine, 2/154.) Bu ilimle ilgili olarak (bk. el-ltkan. 2/229-233; el-Burhan, 2/24-27.)

[23] Bu ilimle ilgili bazı örnekler için bk. el-ltkan, 2/222-225.

[24] Bu olayı Celâluddin el-Bulkinî «Mevakiu´l-Ulûm min Mevakii´n-NucÛm» İsimli ese­rinde zikretmiştir. Bk. Menahilu´l-irfan, 1/26.

[25] el-Teymuriyye kütüphanesinde de-Funûnu´l-Efnân´ın eksik bir nüshası vardır. No: 222-Tefsir.

[26] Keşfü´z-Zunûn´den anlaşıldığına göre «Cemalu´l-Kurra´ ve Kemalu´l-İkra´» kıraat, tec-vid, vakf ve İbtidâ ile nasih ve mensuh ilimlerini ihtiva etmektedir.

[27] Bedruddin Muhammed b. AbdîHah b. Bahadır ez-Zerkeşî, Müfessir ve usûlcülerin ileri gelenlerindendir. 745 yılında doğmuş ve 794 yılında vefat etmiştir.

[28] Abdurrahman b. Resiân, Ebu´l-FazI Celâtuddİn el-Bulkînî: Fıkıh, usûl, Arap dili, tef­sir, maânî ve beyan alanlarında ileri bir seviyeye yükselmiştir. (Bk. Şezeratu´z-Zeheb 7/166). .

[29] el-ltkan, 1/3.

[30] Muhammed b. Süleyman b. Sa´d b. Mesud, Muhyiddin Ebu Abdullah el-Kâfiyeci: Nahiv dalında el-Köfiye ile çok meşgul olduğu için onunla tanınmıştır. es-Suyutî on-dört sene onunla beraber olmuştur. Tefsir, fıkıh, dil ve nahiv alanında pek çok eser sahibidir. es-Suyûtî´nin el-itkan´da ismini zikretmediği eserini el-Buğye´de oet-Teysirft Kavaidit-Tefsir» olarak isimlendirir ve bu kitap için şöyle der: el-Kâfİyeoİ diyordu ki: Bu İlmi ortaya koyan kendisidir ve daha önce hiçkimse bu konuda eser verme­miştir. Çünkü el-Kâfiyeoi ne ez-Zerkeşî´nİn «el-Burhan»ını ve ne de Celâiuddin ei-Bulkî´nin «Mevakiu´l-Ulûm» unu görmüştü. H. 879 yılında vefat etmiştir. (Bk. Buğye-tu´1-Vuât, s. 48).

[31] et-ltkan, Kahirede defalarca basılmıştır. es-Suyutî, bu eserinin büyük bir kısmında ez-Zerkeşînin «el-Burhan´ından» İstifade etmiş, bazen kaynak belirtmiş ve bazen de ismini anmadan nakillerde bulunmuştur. Es-Suyûtî´nin «el-Burhan» hakkında, söyle­dikleri için bk. el-itkan, 1/6-8.

[32] Son senelerde Kuran´la ilgili yeni ve faydalı çalışmalar yapılmıştır. Genel dinî tev-clhatı hedef alan Muhammed el-Gazzöli´riin «Nazaratun fi´l-Kur´an» isimli eseri ile Kur´an´ın edebî yönü ve üslûp güzelliği üzerinde duran dostumuz Muhammed el-Mû-barek´in «el-Menhelu´1-HaüdB isimli eserini bunlar arasında zikredebiliriz.

Dr. Subhi es-Salih, Kur’an İlimleri, Hibaş Yayınları: 97-102.

[33] Ibnu Abdi Rabbih, e!-lkd, 5/220.

[34] es-Suyutî, Esbabu´n-Nuzûl, s. 2.

[35] el-Vâhidî, Ali b. Ahmed: Künyosi Ebu´l-Hasan olup dilci ve müfessirdir. H. 427 yılın­da vefat etmiştir. (İnbahu´r-Ruvât, 1/19.)

[36] el-Vâhidî, Esbâbu´n-Nuzût, s. 3. İbnu Teymİyye şöyle der: «Nuzûl sebebini bilmek, âyeti anlamaya yardımcıdır. Sebebi bilmek, müsebbebin ilmini sağlar.» İbnu Dakik el-İd de şöyle demektedir: aNuzûl sebeplerini bilmek, Kur´an´ı anlamak için güçlü bir yoldur» Bk. el-ltkan, 1/48.

[37] Âlu İmrân: 188.

[38] Sahihu´l-Buharî, Kitabu´t-Tefslr, 6/40; Tefsiru´bnu Kesîr, 1/436; el-Itkan, 1/48; el-Bur-han, 1/27.

[39] el-Maide: 93.

[40] el-Burhan, 1/28. (Kars. el-Vahidî, Esbâbu´n-Nuzûl, s. 96; Tefsirubnu Kesir, 1/97; ei-Itkan, 1/53. •

[41] el-Bakara: 115.

[42] el-Vâhidî, Esbâbu´n-Nuzûl, s. 25.

[43] el-ltkan, 1/53.

[44] el-ltkan, 1/222.

[45] Bu sözleri onlardan nakletmişierdir. Hz. Ali´nin yemin ederek şöyle dediği rivayet edilir: «Allah´a yemin ederim, hiçbir âyet inmemiştir ki, o âyefin ne hususta indiğini biimemiş olayım» Abdullah-b. Mesud da ayni şeyi yemin ederek belirtmiştir. İbnu Mesud ise «kim hakkında indiği» İfadesini kullanmıştır.

[46] «Ulûmü´i-Hadis ve Mustalahuhu» adlı kitabımızda sahabenin, Peygamber´in söyledi­ği her hadisi yazmalanndaki güçlüğü anlatan bölümle karşılaştır. Çünkü her iki ko­nu biribirine benzerdir. Hatta her ikisi temelde bir konu çerçevesine girmektedir.

[47] Muhammed b. Sîrin el-Basrî: Künyesi Ebu Bekir´dir. Hadis ve rüya tabirciliğiyie şöh­ret bulmuştur. Çağında Din İlimlerinde Basra halkının imamıdır. H. 110 yılında vefat etmiştir. (Tehzibu´t-Tehzîb, 9/214).

[48] el-ltkan, 1/52.

[49] Muhammed Ali Seleme, Menhecu´l-lrfan, s. 39. {Bk. el-ltkan, 1/52.)

[50] Sahabe Nuzûl sebeplerini, olayları cevrele/en karinelere dayanarak tesbit eder. Ba­zen olayın nuzûl seoebi olup olmadığına tam karar vereme2. Ne «bu âyetin şu olav

üzerine indiğini sanıyorum» ifadesini kullanırlar. Nitekim altı hadis İmamının Abdul­lah b. ez-Zübeyr´den yaptıkları bir rivayet bunun delilidir. Bu rivayette Abdullah şöy­le diyor: «Ensâr´dan birisi Harre yöresindeki hurmalıkları suladıkları su yollarından ve su nöbetinden dolayı Rasûlûllah (s.a.v.) e Zûbeyr´i şikâyet etti. Rasûlüilah (onla­rı dinledikten sonra): Yâ Zübeyr, tarlanı suia. Sonra suyu alıkoyma, komşuna salı­ver, buyurdu. Ensârî, bu duruma hiddetlenerek: Ya Rasûiallan, halan oğlu olduğu [çin mi? deyip (Zübeyr´i kayırdığını imâ etti). Bu söz üzerine Rasûlûllah (s.a.v.) in yüzünün rengi değişti. Bu olayı nakleden Zübeyr: Öyle sanıyorum «Hayır, Rabbı-na and olsun ki o (inanıyoruz diyenler) aralarında çıkan İhtilafta seni hakem yapıp sonra verdiğin hükümden nefislerinde hiçbir güçlük duymayarak tam bir teslimi­yetle teslim olmadıkça iman etmiş olmaza âyeti bu olay üzerine inmiştir, (el-ltkan, 1/52. Yine bk. el-ltkan, 1/229).

[51] el-Vahîdi, Esbâbu´n-Nuzûl, s. 3-4.

[52] el-Vahidî, Esbâbu´n-Nuzûl, s. 4.

[53] el-ltkan, 1/43.

[54] İbrahim b. Amr b. İbrahim; e!-Ca´berî lakabıyla meşhurdur. Diğer bir lakabı «Burha-■ nu´d-Dîn» dir. Değerti eserleri vardır. (Mushafların resmi ile ilgili) «Ravzatu´t-Tarif9

bunlar arasındadır. H. 732 yılında vefat etmiştir. (ed-Dureru´l-Kâmİne, 1/50).

[55] ibnu Hacer el-Askalânî: Hafız ve tarihçidir. İsmi Ahmed b. Ali, Ebu´l-Fazl Şihabu´d-Din´dir. Filistindeki Askalana nisbet edilir ki, doğumu da burada olmuştur. Hadis ezberleme çalışmalarına yönelmiş, bu alanda eser vermiş ve kendisi henüz hayattay­ken eserleri devlet başkanları tarafından biribirlerine hediye edilmiştir, Matbu değerli eserleri şuniardır: «Lisanu´l-Mîzan», «Tehzlbu´t-Tehzîb» «el-İsabe fî Temyizi´s-Saha-be», «ed-Dureru´!-Kâmine fî A´yani´l-Mieti´s-Sâmine» «Tacîlu´l-Menfea bi Zevaldi-Ricâli´l-eimmeti´l-Erbaa» «Bulûğu´i-Meram fî Edilleti´l-Ahkâm» ve sTabakatu´l-Mudelii sin» Basılmaya layık elyazması eserleri: tei-ihkâm Lî Beyanî mâ fî´l-Kuranı mine´l-Ah-kâm», Nuzhetu´l-Eibâb fî´l-Eikab» «Tuhfetu Ehli´l-Hadis an Şuyuhi´l-Hadis» ve «el-Mu´cemu´l-Müesses bi´l-Mu´cemi´l-Mufehres». İbnu Hacer H. 852 yılında vefat etmiş­tir. (el-A´lâm, 7/173). . .

[56] el-ltkan, 1/43.

[57] el-Bakara: 114. .

[58] el-Vahidî, Esbâbu´n-Nuzûl, s. 24.

[59] Kars. Tefsîru´l-Menar, 1/431.

[60] Burada her İki rivayet de İbnu Abbastan gelmiştir vo biribfrieriyle çelişkilidirler. An­cak rivayetlerin biri el-Kelbî. diğeri Ata´, kanalıyla gelmiştir! Ne gariptir ki ibnu Ab-bas´ın kendisi bir defasında âyetin Bizanslılar hakkında indiğini ileri sürerken ikin­cisinde Araplar hakkında indiğini söylemektedir.

[61] Onun için Üstad İmam Muhammed Abduh, el-Menör, 1/431 tefsirinde âyetin her İkt duruma hitap edebileceğini ileri sürer. Alah´ın mescidlerinde adının anılmasına en­gel olanlar, Mekke Müşrikleridir. Onları yıkanlar ise. Roma Müşrikleridir. İki İşi bir arada zikretmesi ise, çirkinlikte her ikisinin ayni seviyede olduklarını belirtmek İçin­dir. / ,

[62] Tefsiru´I-Menâr, 1/431.

[63] Tefsıru´t-Taberî, 1/397. ´

[64] el-Vahîdi, Esbâbu´n-Nuzûl, s. 203. Hadis, Sahabt Sa´d b. Ebl Vakkas´ın rlvayetlerln-dendir.

[65] Sa´dîn rivayet ettiği hadisin kendisi de buna delâlet etmektedir: Dediler ki: Ya Ra-sûlallah, bize anlatsan. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Allah, sözün en güzelini Müteşabih bir Kitab olarak indirdi...» âyetini İndirdi. Sa´d daha sonra şu sözlerle YC"">-irnu-nu yapar: «Bütün bunlar, Kur´an´a inanmaları İçindir.» Bk. el-Vahidi, Esbâbu´n-Nu-zûl. S. 301.

[66] el-Kehf. 83. Kars. el-Vahîdî, Esbabu´n-Nuzûl, s. 225.

[67] Bu İfade ez-Zerkeşi´nin olup (el-Burhan, 1/31-32) es-Suyutî onu özetleyerek al­mıştır, (el-ltkan, 1/53.)

[68] el-Buhârî, 6/99.

[69] en-Nur: 6.

[70] Olayın ayrıntıları fçln bk. Tefsiru´bnu Kesir, 3/265. Ayrıca Kars. el-ltkan. 1/56.

[71] el-ltkan, 1/56

[72] en-Nahl: 126-129.

[73] El-ıtkan,1/54.

[74] et-Tevbe:113(Bk:el-Buhari,Kitabu’t-Tefsir,6/69)

[75] El-Burhan,1/31.

[76] el-Burhan,1/30.

[77] el-Burhan,1/29.

[78] Bu ibare es-Suyutî´nm olup [eMtkan, 1/55) onu Sahih-i Buharîden nakletmiştir. Buhgrî´nin bu konuda başka bir rivayeti mevcut olup lafız bakımından es-Suyûtî´nin naklettiğinden az farklılıklar gösterir. (Bk. Kitabu´Mefsir, 6/87.) İbnu Kesir de tefsi- rinde (1/60) Ahmed´in Abdullah b. Mesud senediyle yaptığı rivayetle bu hadise işa­ret eder.

[79] el-ltkan, 1/55.

[80] el-ltkan, 1/55.

[81] el-Buhârî, 6/182.

[82] el-ltkan, 1/45.

[83] et-Tevbe: 74.

[84] el-Mücaclile: 18.19.

[85] Alu Imrân: 195.

[86] en-NIsâ: 32.

[87] el-Ahzâb: 35.

[88] Âlu İmrân: 195.

[89] el-ltkan. 1/57-58.

[90] el-Burhan, 1/25-26.

[91] el-Burhan, 1/26.

[92] en-Nisâ´: 51.

[93] Kars. Tefsıru´t-Taberî, 5/85.

[94] en-Nisâ´: 58.

[95] Tefsiru´bn-u Kesîr, 1/515. Ayrıca kafş. Tefslru´t-Taberî. 5/91-92.

[96] Ebu Bekr b. Muhatnmed: Şafiî mezhebinde fakih olup Hafızdır. el-Muzenî´ye talebe­lik yapmış ve sonra Irak´ta Şafiîlerln imamı oim-jştur. H. 324 yılında vefat etmiştir. (Şezerâtu´z-Zeheb, 2/302). " .

[97] el-Burhan, 1/36.

[98] el-Bakara: 189.

[99] Tefsîru´t-Menâr, 2/197.

[100] el-Ğâşıye: 17-20.

[101] Kars. Fî Zilâli´l-Kur´an, 30/149.

[102] et-Burhan, 1/45. .

[103] el-Kıyame: 16.

[104] el-Kıyame: 14-15.

[105] el-Kıyame: 20-21.

[106] ez-Zamahşerî´nln bu fevkalade kavrayışındaki üstün edebî zevkini takdir etmemiz, ona karşı bir görevimizdir. Bu âyetlerin tefsirinde o, şöyle diyor: Lâ «Hayır, Hayır!» ifadesi Rasûlûllah (s.a.v.) i acelecilik geleneğinden alıkoyup durdurmaktır. Ağırbaş­lılık ve teenniye teşviktir. Allah Teâlâ ardından «Aksine siz çarçabukluğu seversiniz» sözüyle uyarı daha da etkinleştirilmiştir. Sanki şöyle buyuruyor. Aksine siz, ey Âdem oğulları! Acelecilik üzerine yaratılmış ve karakteriniz o şekilde teşekkül ettirilmiş gibi her şeyde acele edersiniz. Onun içindir ki çarçabuk gelip geçen (dünyayı) se­ver ve âhireti bırakırsınız. (el-Keşşâf, 4/165).

[107] el-A´raf: 26.

[108] Tefsîru´I-Keşşâf, 1/59; Ayrıca karş. «I-Burhan, 1/49.

[109] el-Enfâl: 5.

[110] el-Enfâl: 4.

[111] Tefsîru´i-Keşsâf, 1/114.

[112] el-Fâtiha: 6.

[113] Kars. el-Burhan, 1/38.

[114] Sebe´: 54.

[115] el-Burhan, 1/39.

[116] el-Burhan, 1/39.

[117] Kasas: 8.

[118] el-Bürhan, 1/38.

[119] Bk, Tefsirubnu Kesîr, 4/318-322.

[120] en-Nur: 7-9.

[121] en-Nur: 4.

[122] el-ltkan, 1/51.

[123] el-Munâfikûn: 4. O münafıkları tasvir eden İbnu Kesir´in Tefsirlndekl İfadelerine (4/368) müracaat et: «Cüsseleri muntazam ve fesahat, sahibi kimselerdi. Düzenli ko­nuşabildikleri için dinleyici onlara kulak verir dinlerdi. Allah Teâİâ: «Her çığlığı aleyhlerine sayarlar» buyuruyor. Yani her bir mesele yahut olay veya korkulu birşey olduğunda ödlekliklerinden dolayı kendileri hakkında olduğunu sanırlar.»

[124] Kars. Tefsîru´l-Menâr, 1/148-149.

[125] Kars. Tefsîru´bnu Kesir, 1/47. .

[126] Tefsîrubnu Kesir, 1/43.

[127] en-Nisâ: 72-73.

[128] Tefsiru´t-Taberî, 5/105.

[129] Müfessirlerin imamı Taberî de bunu benimsemektedir, 5/105.

[130] Hümeze: 1-3.

[131] Tefsirubnu Kesîr, 4/548.

[132] el-Keşşaf, 4/232.

[133] el-Burhan, 1/32.

el-Burhan, 1/32.

[134] Yûnus: 12.

[135] Seyyid Kutub, et-Tasvlru´1-Fennî fî´I-Kur´an; İkinci baskı, s. 178. Okuyucuya bu kitap­ta «Nemazicu İnsaniyye» konusunu okumalarını tavsiye ediyorum. Arap dili ve Kur´-an´ın belağatiyle ilgili büyük ciltlere ihtiyaç bırakmayacak bir mükemmeliyette.

[136] Dr. Subhi es-Salih, Kur’an İlimleri, Hibaş Yayınları: 103-132.

[137] Yunus: 16.

[138] Kars. Tefsîru´t-Taberî, 1/671, Rivayet Katade´den yapılmıştır.

[139] BlachĞre, Kur´an´ı Kerime yaptığı tercümenin mukaddimesinde bu görüşü ileri sü­rer Bk. Blachere, Traducti on, t. II, P. 1.

[140] Bk. Lammens, l´Age de Mahomet et la Chronologie de la Sira, (Journal Âsiatiq´.(c, 1911).

[141] Blachere, Almanyada neşredilen Zeitschrift der Deutschen Morgen! Ândischen Ge-sellschaft dergisinde

yayınlanan iki makaleye dayanarak bunu söyler.

[142] Bk. es-Suyutî, Tedrîbu´r-Râvî, s. 93; es-San´ânî, Tevzîhu´l-Efkâr, 2/47; Subhî es-Salih, Ulûmu´l-Hadîs, s. 193.

[143] Bu rivayetlerin en önemlileri İçin bk. İbnu Sa´d, eî-Tabakatu´1-Kubrâ 2/82.

[144] Misal olarak bk. İbnu Kesir, 2/410. İbnu Kesir burada, Peygamber (s.a.v.) İn Pey­gamberlikten önce kırk yıl kaldığını söyleyen meşhur görüşü nakletmekle başlar. Sonra otuzüç sene kaldığını bildiren Saîd b. el-Müseyyeb´in görüşünü nakleder ve birinci görüşün sahih olduğunu belirtir.

[145] Daha önce yedi harfle ilgili söylediklerimize bak.

[146] Bir önceki bölümdeki açıklamalara bak.

[147] Bu tarifler için bk. el-Burhan, 1/187, el-ltkan, 1/13-14.

[148] Bu sûrenin iniş kıssası için bk. İbnu Hİşam, Sîretur-Rasû!, s. 16-17.

[149] ei-Burhan, 1/195.

[150] ei-Burhan, 1/195.

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet bizimmekan