Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
| Cevap: Allah akılla Bilinir.
RÜZGAR TESADÜFEN BİR UÇAK OLUŞTURABİLİR Mİ? Ünlü fizikçi Sir Fred Hoyle'un hayatın başlangıcıyla ilgili çok çarpıcı bir benzetmesi vardır. Hoyle, "Akıllı Evren" (The Intelligent Universe) isimli kitabında canlılığın tesadüflerle doğduğunu iddia eden evrim teorisi hakkında şöyle bir yorum yapar:
Hayatın başlangıcına ait senaryoyu şöyle düşünebiliriz: Bir kasırganın, Boeing uçak fabrikasının yanında bulunan yedek parça deposundaki malzemeleri savurarak, kaza sonucu bir Boeing -747 uçağı oluşturması gibidir.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Fred Hoyle'un bu benzetmesi kuşkusuz son derece isabetlidir. Şu ana kadar gördüğümüz tüm örneklerden de anlaşıldığı gibi gerek hayatın varoluşu, gerekse şu an içinde barındırdığı sistemlerin kusursuzluğu tüm bunları meydana getiren büyük bir kuvveti aramamıza sebep olmaktadır. Zira nasıl ki bir kasırga tesadüfler sonucu bir uçağı meydana getiremiyorsa, evrenin -daha farklı isimler de takılsa- plansız olaylarla meydana gelmesi ve üstelik de son derece kompleks yapıları içinde barındırması mümkün olamaz. Dahası, evren bir uçakla karşılaştırma dahi yapılamayacak kadar sayısız detayla donatılmıştır.
Bu bölümde bahsedilen tüm bilgiler de karşımıza gerek yakın çevremizdeki gerekse uzayın derinliklerindeki kusursuz planlamanın delillerini çıkarmıştır. Asla reddedilemeyecek kadar açık olan bu delilleri aklı ve vicdanıyla değerlendiren bir insanın varacağı tek sonuç ise şudur:
Evrende tesadüfe yer yoktur, tüm kainat içindeki detaylarla beraber YARATILMIŞTIR.
Ve bu kusursuz düzeni yaratan ALLAH sonsuz kudret ve ilim sahibidir. BİLİM ADAMLARI ALLAH�IN DELİLLERİNİ TASDİK EDİYOR Kitabın önceki sayfalarında incelediğimiz bilgiler, evrenin bilim yoluyla keşfedilen özelliklerinin Allah'ın varlığına işaret ettiklerini gösterdi. Bilim yoluyla vardığımız sonuç, evrenin bir Yaratıcısı olduğu ve bu Yaratıcı'nın çok üstün bir güç, akıl ve bilgiye sahip olduğudur. Bu Yaratıcı'yı tanımamızda bize din yol gösterir. Bu nedenle bilimin, dinin haber verdiği gerçekleri daha detaylı görmek ve incelemek için kullanacağımız bir yöntem olduğunu söylemek mümkündür. Oysa bugün bilim adına ortaya çıkan insanların bir bölümü çok farklı bir düşünceye sahiptirler. Onlara göre bilimsel bulgular Allah'ın yaratmasını göstermezler. Aksine bilimsel verilerden yola çıkarak Yaratıcı'nın varlığına ulaşılamayacağını söyleyerek ateist bir bilim anlayışını geliştirmişlerdir. Dolayısıyla bilim ile dinin birbirleriyle çatışan iki bilgi kaynağı olduğunu iddia ederler.
Aslında bu ateist bilim anlayışı, insanlık tarihinde oldukça yenidir. Birkaç yüzyıl öncesine kadar bilim ile dinin çatıştığı hiçbir zaman düşünülmemiş, bilimin Allah'ın varlığını ispatlayan bir metod olduğu düşünülmüştü. Söz konusu ateist bilim anlayışının yeşermesi ise, 18. ve 19. yüzyıldaki materyalist ve pozitivist felsefelerin bilim dünyasına egemen olmasıyla gerçekleşti.
Özellikle 1859'da Charles Darwin'in evrim teorisini ileri sürmesi ile, materyalist dünya görüşüne sahip olan çevreler, dine karşı alternatif olarak gördükleri bu teoriyi ideolojik olarak savunmaya geçtiler. Zira evrim teorisi canlılığın bir Yaratıcı tarafından değil de tesadüfi oluştuğu iddiasındaydı. Böylelikle evrim teorisine sarılarak dinin bilim ile çatıştığı ileri sürüldü. İngiliz araştırmacılar Michael Baigent, Richard Leigh ve Henry Lincoln, bu konuda şöyle derler:
Darwin'den bir buçuk yüzyıl önce, bilim dinden ayrı değildi; aksine onun bir parçasıydı ve nihai amacı da ona hizmet etmekti... Ama Darwin'in zamanındaki bilim, o zamana dek taşımakta olduğu bu anlamdan koparıldı ve kendisini dine karşı mutlak bir rakip ve alternatif bir anlam olarak tanımladı. Artık insanlık, bu ikisi arasında bir seçim yapmaya zorlanacaktı.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Din ile bilim arasındaki söz konusu ayrım, başta da belirttiğimiz gibi tamamen ideolojik bir ayrımdı. Materyalizme iman edercesine bağlanan bazı bilim adamları, evrenin bir yaratıcısı olmadığını ispatlamak için kendilerini şartlandırdılar ve bu yönde çeşitli teoriler ürettiler. Evrim teorisi, bunların en ünlüsü ve en önemlisiydi. Aynı şekilde astronomi konusunda da "kararlı durum teorisi" ya da "kaos teorisi" gibi kuramlar geliştirildi. Ancak bilimin bizzat kendisi, önceki bölümlerde de incelediğimiz gibi, yaratılışı inkar eden bu kuramları birer birer çökertti.
Bugün bu kuramlara hala sadık kalarak inkarda direnen bilim adamları, kendilerini Allah'a inanmamak için şartlandırmış, dogmatik ve bağnaz kişilerdir. Ünlü İngiliz zoolog ve evrimci D. M. S. Watson, kendisinin ve diğer meslektaşlarının evrimi neden kabul ettiklerini açıklarken, bu dogmatizmi şöyle itiraf eder: Evrim teorisinin yaygın kabul gören bir teori olmasının nedeni, bu teoriyi ispatlayacak yeterli delilin var olması değil, ancak diğer alternatifin yani doğaüstü yaratılışın tümüyle kabul edilemez olmasıdır.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Watson'ın "doğaüstü yaratılış" sözüyle kastettiği, Allah'ın yaratışıdır. Söz konusu bilim adamı, görüldüğü gibi bunu "kabul edilemez" bulmaktadır. Neden? Bilim öyle söylediği için mi? Hayır, aksine bilim yaratılışın doğruluğunu ispatlamaktadır. Watson'ın bunu kabul edilemez saymasının tek nedeni, Allah'ın varlığını inkar etmek için kendisini şartlandırmış olmasıdır. Diğer tüm evrimciler de bu durumdadırlar.
Evrimciler ise bilime değil, materyalist felsefeye bağlıdırlar ve bilimi de bu felsefeye uydurabilmek için çarpıtmaktadırlar. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve açık sözlü bir evrimci olan Richard Lewontin, bu somut gerçeği şöyle itiraf etmektedir: Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizmle olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Öte yandan, bu dogmatik materyalist grubun karşısında, tarihte olduğu gibi bugün de Allah'ın varlığını tasdik eden, hatta bilimi Allah'ı tanımanın bir yolu olarak gören bilim adamları vardır. Özellikle ABD'de giderek gelişen "Creationism" (Yaratılışçılık) ya da "Intelligent Design" (Bilinçli Dizayn) akımları, canlıların Allah tarafından yaratıldıklarını bilimsel ispatlarla ortaya koyuyorlar.
Bu ise bizlere bilim ve dinin birbirleriyle çelişen iki bilgi kaynağı olmadığını, aksine bilimin din tarafından verilen mutlak gerçekleri doğrulayan bir yöntem olduğunu gösterir. Din-bilim çatışması, belki sadece ilahi kaynakların içine hurafeler katmış olan bazı dinler için geçerli olabilir. Ancak Allah'ın saf vahyine dayanan İslam için geçerli olamaz. Kaldı ki İslam, bilimi özellikle teşvik etmekte ve evrenin araştırılmasını, Allah'ın yaratışının incelenmesinin bir yöntemi olduğunu haber vermektedir. Aşağıdaki Kuran ayetinde Allah buna işaret eder:
Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz onu nasıl bina ettik ve nasıl süsledik? Onun hiçbir çatlağı yok. Yeri de nasıl döşeyip yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda 'göz alıcı ve iç açıcı' her çiftten nice bitkiler bitirdik. Ve gökten mübarek su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik. Ve birbiri üzerine dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları da. (Kaf Suresi, 6-7, 9-10)
Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi Kuran'da, daima insanları düşünmeye, akletmeye, içinde yaşadıkları dünya ile ilgili herşeyi araştırmaya teşvik edilir. Çünkü bilim, dini destekler, insanı cahillikten kurtarıp daha bilinçli düşünmeye sevkeder; kişinin düşünce dünyasını genişletip kainatta açıkça görülen Yaratıcı'nın izlerini kavramasına yardımcı olur. Yüzyılımızın en büyük dehası sayılan ve Allah'a inanan Albert Einstein "Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Bu durum şöyle ifade edilebilir: Dinsiz bir bilime inanmak imkansızdır" diyerek bilimin dine olan desteğini dile getirmiştir.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Modern fiziğin kurucusu Max Planck ise şöyle demiştir:
Hangi alanda olursa olsun bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: "İman et." İman, bilim adamının vazgeçemeyeceği bir özelliktir .[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Kitapta buraya kadar ele alınan konular, evrenin ve canlıların var oluşlarının tesadüflerle açıklanamayacağını açıkça göstermiştir. Yaptıkları araştırmalarla bilim dünyasına yön veren pek çok bilim adamı da, bu büyük gerçeği tasdik etmiştir ve halen de etmektedir. Zira insanlar evren hakkında ne kadar çok şey öğrenirlerse, ondaki kusursuz düzene olan hayranlıkları da o derece artmaktadır. Her yeni bulunan detay 'Yaratılış'ı inkar edilemez şekilde desteklemektedir.
21. yüzyıla girerken, modern fizikçilerin büyük bir çoğunluğu da, yaratılış gerçeğini kabul etmektedir. David Daryling şöyle der:
Zaman yoktu, uzay yoktu. Madde ve enerji yoktu. Hiçbir şey yoktu. En küçük bir nokta, bir boşluk bile yoktu. Bu yokluktan olağanüstü küçücük bir kıpırtı belirdi. Ufacık bir titreme. Hafif bir dalgalanma, belli belirsiz bir girdap. Bu kozmik kutunun kapağı açıldı ve altından yaratılış mucizesinin filizleri belirdi.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bunların yanında, farklı pek çok bilim dalının kurucularının hemen hemen hepsinin Allah'a ve kutsal kitaplarına inanan kimseler oldukları bilinmektedir. Tarihteki en büyük fizikçiler arasında yer alan Newton, Faraday, Kelvin ve Maxwell söz konusu bilim adamlarına örnektirler.
Ünlü fizikçi Isaac Newton'un yaşadığı dönemde bilim adamları, dünya üzerindeki cisimlerin ve gezegenlerin hareketlerinin farklı kanunlarla açıklanabileceğine inanıyorlardı. Newton ise, dünya ve uzayın Yaratıcısının tek olduğunu, dolayısıyla aynı kanunlarla açıklanması gerektiğini savunuyordu. Bu önemli görüşünü de kitabında şöyle açıklıyordu:
Güneşin, gezegenlerin ve kuyruklu yıldızların bu mükemmel sistemi, ancak güçlü ve akıllı bir varlığın kontrolü ve hakimiyeti ile ilerleyebilir.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Görüldüğü gibi, Ortaçağ'dan beri fizik, matematik ve astronomi alanlarında araştırmalar yapan yüzlerce bilim adamı, kainatın tek bir Yaratıcı tarafından yaratıldığı fikrinde birleşmişler ve hep aynı noktaya dikkat çekmişlerdir. Fiziksel astronominin kurucusu ve inançlı bilim adamlarının parolası olan "Allah yarattığı herşeyde kendini gösterir" fikrini ortaya atan ilk bilim adamı olan Johannes Keppler, kitaplarından birinde Allah'a olan samimi inancını şöyle dile getirmiştir:
Bizler Allah'a muhtaç, aciz kullar olarak, kendi aklımıza göre Allah'ın aklının büyüklüğünü ve yüceliğini görmeli ve O'na teslim olmalıyız.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Termodinamiği kuran büyük fizikçi William Thompson (Lord Kelvin) ise, Allah'a inanan bir hıristiyandı. Darwin'in evrim teorisine şiddetle karşı çıkmış ve bu teoriyi tamamen reddetmişti. Ölümünden kısa bir süre önce de, şöyle bir açıklama yapmıştı:
Hayatın kökenine baktığımızda, bilim, kesin bir şekilde o Büyük Kudret'in varlığını onaylar. [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Oxford Üniversitesi fizik profesörlerinden Robert Mattheus, 1992'de yazmış olduğu ve DNA moleküllerinin Allah tarafından yaratıldığını anlattığı kitabında aynı gerçeği şöyle ifade ediyor:
Bütün bu işlemler, mükemmel bir harmoniyle tek bir hücreden canlı bir bebeğe; daha sonra küçük bir çocuğa, nihayet yetişkin bir insana kadar süregelir. Bütün bu olaylar, biyolojinin bütün safhalarında görüldüğü gibi ancak bir mucize ile açıklanabilir. Nasıl olur da böylesine mükemmel ve kompleks bir organizma, bu kadar basit ve küçük bir hücreden ortaya çıkabilir? Küçücük bir (i) harfinin üstündeki noktadan da küçük bir hücreden, muhteşem bir İNSAN yaratılır? Bu, mucizeden başka birşey değildir .[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Isı akışı üzerine sayısız çalışmalar yaparak ödüller alan ve "mekanik ısı denklemi"ni ve termodinamiğin birinci kanununu bulan James Joule bilim hakkındaki inancını şöyle ifade etmiştir:
Allah'ın isteklerini öğrendikten ve itaat ettikten sonra yapacağımız diğer şey O'nun aklını, gücünü ve iyiliğini yaptığı işlerden anlamaktır. Tabiat kanunlarını bilmek Allah'ı bilmektir. [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bilimsel metodun kurulmasında önemli rolü olan bilim adamlarından Francis Bacon'un sözleri de onun Allah inancının göstergesidir:
Hataya düşmemizi engellemek için üzerinde durulması gereken iki yol göstericimiz var; Birincisi Allah'ın vahyi olan Kutsal Kitap, ikincisi ise Allah'ın gücünü ifade eden yaratılmışlar.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Yapılmış olan her iş yapanın gücünü ve becerisini ortaya çıkarır; o zaman tüm bunlar Allah'ın işidir; yapan varlığın herşeyi yapabilecek güçte olduğunu ve aklını gösterir; dünya Allah'ın bir ürünüdür.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Kainatın bir Yaratıcı tarafından var edildiğini kabul eden ve hayatlarında bu yönleriyle tanınan bilim adamlarından bir kısmı da şunlardır:
Robert Boyle (modern kimyanın babası.)
lona William Petty (istatistik ve modern ekonomi çalışmalarıyla tanınırdı.)
Michael Faraday (bütün zamanların en büyük fizikçilerinden biri.)
Gregory Mendel (genetiğin babası, genetik bilimindeki buluşlarıyla Darwinizm'i geçersiz kıldı.)
Louis Pasteur (bakteriyolojinin akla gelen en büyük ismi, Darwinizm'e karşı savaş açmıştı.)
John Dalton (atom kuramının babası.)
Blaise Pascal (en önemli matematikçilerden.)
John Ray (İngiliz doğa tarihinin en önemli ismi.)
Nicolaus Steno (yer katmanlarını inceleyen ünlü bir stratigraf.)
Carolus Linnaeus (biyolojik sınıflandırmanın babası.)
Georges Cuvier (karşılaştırmalı anatomi bilminin bulucusu.)
Matthew Maury (oşinografinin bulucusu.)
Thomas Anderson (organik kimya alanında çalışma yapan ilk kişilerden biri.)
Sir Charles Bell (beynin ve sinir sisteminin haritasını ilk defa çizen.),
Jean Henry Fabre (modern entomolojinin kurucusu.)
John Ambrose Fleming (modern elektiriğin kurucusu.)
James Clerk Maxwell (ışığın elektromanyetik teorisini formülize eden kişi.) BİLİMSEL GERÇEKLER VE KURAN MUCİZESİ Kuran 14 asır evvel Allah tarafından yeryüzüne indirilmiştir. Kuran bir bilim kitabı değildir. Ancak içeriğinde birtakım bilimsel açıklamalar yer alır. Bu açıklamalar, hiçbir zaman modern bilimin bulgularıyla çelişmemiştir. Aksine, ancak 20. yy. teknolojisiyle keşfedilen bazı gerçekler, 14 yüzyıl evvel Kuran tarafından bildirilmiştir. Bu da bize, Kuran'ın Allah'ın varlığını bildiren en önemli delillerden biri olduğunu, açıkça gösterir.
KURAN GÖZÜYLE EVRENE BAKIŞ
EVRENİN VAROLUŞU
Kuran-ı Kerim'de evrenin ortaya çıkışı şöyle açıklanır:
O gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır... (En'am Suresi, 101) Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. Kuran'da verilen bu bilgi, çağdaş bilimin bulgularıyla tam bir uyum içindedir. Bugün astrofiziğin ulaştığı kesin sonuç, tüm evrenin madde ve zaman boyutlarıyla birlikte, bir sıfır anında, büyük bir patlamayla var olduğudur. "Büyük Patlama", orijinal adıyla "Big Bang" teorisi, tüm evrenin yaklaşık 15 milyar yıl önce tek bir noktanın patlamasıyla yokluktan meydana geldiğini kanıtlamıştır. Büyük Patlama teorisi bugün evrenin varoluşu ve başlangıcı konusunda bütün bilim çevreleri tarafından ortak kabul gören yegane bilimsel açıklamadır.
Big Bang'den önce madde diye bir şey yoktur. Maddenin, enerjinin, hatta zamanın dahi bulunmadığı, tamamen metafizik olarak tanımlanabilecek bir yokluk ortamında madde, enerji ve zaman yaratılmıştır. Modern fiziğin ortaya koyduğu bu büyük gerçek, Kuran'da bize 1400 yıl önceden haber verilmektedir.
Astronomi biliminin henüz gelişmemiş olduğu bir dönemde, 14 asır önce indirilen Kuran-ı Kerim'de evrenin genişlediğinden şöyle bahsedilir:
Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz. (Zariyat Suresi, 47)
Ayette geçen "gök" kelimesi Kuran'ın pek çok yerinde uzay ve evren anlamında kullanılır. Burada da bu anlamda kullanılmıştır. Yani Kuran'da, evrenin genişleyici olduğu bildirilmiştir. Bilimin bugün varmış olduğu sonuç da Kuran'da bildirilenle aynıdır.
Yüzyılımızın başlarına dek bilim dünyasında hakim olan tek görüş, "evrenin durağan bir yapıya sahip olduğu ve sonsuzdan beri süregeldiği" şeklindeydi. Ancak, günümüz teknolojisi sayesinde gerçekleştirilen araştırma, gözlem ve hesaplamalar evrenin bir başlangıcı olduğunu ve sürekli olarak "genişlediğini" ortaya koydu.
Rus fizikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı evren bilimci Georges Lemaitre, bu yüzyılın başlarında evrenin sürekli hareket halinde olduğunu ve genişlediğini teorik olarak hesapladılar.
Bu gerçek, 1929 yılında gözlemsel olarak da ispatlandı. Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken yıldızların ve galaksilerin sürekli olarak birbirlerinden uzaklaştıklarını keşfetti. Herşeyin sürekli olarak birbirinden uzaklaştığı bir evren ise, sürekli "genişleyen" bir evren anlamına gelmekteydi. Evrenin genişlemekte olduğu, ilerleyen yıllardaki gözlemlerle de kesinlik kazandı.
Ancak bu gerçek, henüz hiçbir insan tarafından bilinmezken, Kuran'da asırlar önce açıklanmıştı. Çünkü Kuran, tüm evrenin yaratıcısı ve hakimi olan Allah'ın sözüdür. "GÖKLERLE YERİN" BİRBİRİNDEN AYRILMASI
Göklerin yaratılışı konusundan bahseden bir başka ayet ise şöyledir:
O inkar edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya Suresi, 30)
Ayetin "birbiriyle bitişik" olarak tercüme edilen "ratk" kelimesi, Arapça sözlüklerde "birbiriyle içiçe, ayrılmaz durumda, kaynaşmış" anlamlarına gelir. Yani tam bir bütün oluşturan iki maddeyi tanımlamak için bu kelime kullanılır. Ayette geçen "ayırdık" ifadesi ise Arapça "fatk" fiilidir ki, bu fiil "ratk" halindeki bir nesneyi yarıp, parçalayıp dışarı çıkması anlamına gelir. Örneğin tohumun filizlenerek topraktan dışarı çıkması Arapça'da bu fiille ifade edilir.
Şimdi ayete tekrar bakalım. Ayette göklerle yerin birbiriyle bitişik yani "ratk" durumunda olduğu bir durumdan bahsediliyor. Ardından bu ikisi "fatk" fiili ile ayrılıyorlar. Yani biri diğerini yararak dışarı çıkıyor. Gerçekten de Big Bang'in ilk anını hatırladığımızda, tek bir noktanın evrenin tüm maddesini içerdiğini görüyoruz. Yani herşey, hatta henüz yaratılmamış olan "gökler ve yer" bile bu noktanın içinde, "ratk" halindeler. Ardından bu nokta şiddetle patlıyor ve bu yolla maddeler "fatk" oluyorlar�
Ayette geçen ifadeleri bilimsel bulgularla karşılaştırdığımızda tam bir uyum içinde olduklarını görüyoruz. 14 asır önce haber verilmiş olan bu bulguların bilimsel olarak ortaya konması ise ancak 20. yüzyılda mümkün olmuştur.
YÖRÜNGELER
Kuran'da Güneş ve Ay'dan bahsedilirken her birinin belli bir yörüngesi olduğu şöyle vurgulanır:
Geceyi, gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı yaratan O'dur; her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler. (Enbiya Suresi, 33)
Güneş'in sabit olmadığı, belli bir yörüngede yol almakta olduğu, bir başka ayette de şöyle bildirilmektedir:
Güneş de, kendisi için (tespit edilmiş) olan bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu üstün ve güçlü olan, bilenin (Allah'ın) takdiridir. (Yasin Suresi, 38)
Kuran'da bildirilen bu gerçekler, ancak çağımızdaki astronomik gözlemlerle anlaşılmıştır. Astronomi uzmanlarının hesaplarına göre Güneş, Solar Apex adı verilen bir yörünge boyunca Vega Yıldızı doğrultusunda saatte 720 bin km.'lik muazzam bir hızla hareket etmektedir. Bu, kabaca bir hesapla, Güneş'in günde 17 milyon 280 bin km. yol katettiğini gösterir. Güneş'le birlikte onun çekim sistemi içindeki tüm gezegenler ve uyduları da aynı mesafeyi katederler. Ayrıca, evrendeki tüm yıldızlar da buna benzer planlı bir harekete sahiptirler.
Tüm evrenin bu şekilde yörüngelerle donatılmış olduğu, yine Kuran'da şöyle haber verilmiştir: Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış' göğe andolsun. (Zariyat Suresi, 7)
Evrende yaklaşık 200 milyar galaksi mevcuttur ve her galakside ortalama 200 milyar yıldız bulunur. Bu yıldızların pek çoğunun gezegenleri, bu gezegenlerin de uyduları vardır. Tüm bu gök cisimleri çok ince hesaplarla saptanmış yörüngelere sahiptir. Ve milyonlarca yıldır her biri kendi yörüngesinde diğerleriyle kusursuz bir uyum ve düzen içinde akıp gitmektedir. Bunların dışında pek çok kuyruklu yıldız da kendisi için tespit edilmiş olan yörüngede yüzüp gider.
Evrendeki yörüngeler sadece gök cisimlerine ait değildir. Galaksiler de şaşırtıcı hızlarla planlı ve hesaplı yörüngeler üzerinde hareket ederler. Bu hareketleri esnasında hiçbir gök cismi bir diğeriyle çarpışmaz, yolları kesişmez.
Elbette, Kuran'ın indirildiği dönemde insanlık, günümüzdeki gibi uzayı milyonlarca kilometre uzaklara dek gözlemleyecek teleskoplara, gelişmiş gözlem teknolojilerine, modern fizik ve astronomi bilgilerine sahip değildi. Dolayısıyla uzayın, ayette bildirildiği gibi, "özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış" olduğunu, o dönemde bilimsel olarak tespit edebilmek imkansızdı. Ancak o çağda indirilmiş olan Kuran-ı Kerim'de bu gerçek bizlere açıkça haber verilmiştir; çünkü Kuran, Allah'ın sözüdür. DÜNYA'NIN YUVARLAKLIĞI Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. Gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Geceyi gündüzün üstüne sarıp-örtüyor, gündüzü de geceninüstüne sarıp örtüyor... (Zümer Suresi, 5)
Kuran'ın evreni tanıtan ayetlerinde kullanılan ifadeler oldukça dikkat çekicidir. Üstteki ayette "sarıp örtmek" olarak tercüme edilen Arapça kelime "tekvir"dir. Bu kelimenin Türkçe karşılığı, "yuvarlak bir şeyin üzerine bir cisim sarmak"tır. (Örneğin Arapça sözlüklerde "başa sarık sarma" gibi yuvarlak cisimleri içeren fiiller için bu kelime kullanılır).
Ayette, gecenin ve gündüzün birbirlerinin üzerlerini sarıp-örtmeleri (tekvir etmeleri) konusunda verilen bilgi, aynı zamanda Dünya'nın biçimi konusunda kesin bir bilgi içermektedir. Ancak ve ancak Dünya'nın yuvarlak olması durumunda bu ayette ifade edilen fiil gerçekleşebilir. Yani 7. yüzyılda indirilen Kuran'da Dünya'nın yuvarlak olduğuna işaret edilmiştir.
Unutmamak gerekir ki, o dönemdeki astronomi anlayışı Dünya'yı daha farklı algılıyordu. O dönemde Dünya'nın düz bir satıh olduğu düşünülüyordu ve tüm bilimsel hesap ve açıklamalar da buna göre yapılıyordu. Kuran ayetleri ise bize henüz bu yüzyılda öğrendiğimiz bilgileri vermektedir. Kuran Allah'ın sözü olduğu için evreni tarif ederken olabilecek en doğru kelimeler kullanılmıştır. KORUNMUŞ TAVAN
Kuran'da Allah, gökyüzünün ilginç bir özelliğine şöyle dikkat çeker:
Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çevirmektedirler. (Enbiya Suresi, 32)
Ayette belirtilen gökyüzünün bu özelliği, 20. yüzyıldaki bilimsel araştırmalarla kanıtlanmıştır.
Yerküremizi çepeçevre kuşatan atmosfer, canlılığın devamı için son derece hayati işlevleri yerine getirir. Dünyaya doğru yaklaşan irili ufaklı pek çok gök taşını eriterek yok eder ve bunların yeryüzüne düşerek canlılara büyük zararlar vermesini engeller.
Atmosfer, bunun yanısıra, uzaydan gelen ve canlılar için zararlı olan ışınları da filtre eder. İşin ilginç olan yanı, atmosferin sadece zararsız orandaki ışınları, yani görünür ışık, kızıl ötesi ışınlar ve radyo dalgalarını geçirmesidir. Bunların tümü yaşam için gerekli ışınlardır. Örneğin atmosfer tarafından belirli oranda geçmesine izin verilen ultraviyole ışınları, bitkilerin fotosentez yapmaları ve dolayısıyla tüm canlıların hayatta kalmaları açısından büyük önem taşır. Güneş tarafından yayılan şiddetli ultraviyole ışınlarının büyük bölümü, atmosferin ozon tabakasında süzülür ve Dünya yüzeyine yaşam için gerekli olan az bir kısmı ulaşır.
Atmosferin koruyucu özelliği bunlarla da kalmaz. Dünya, uzayın ortalama eksi 270 derecelik dondurucu soğuğundan yine atmosfer sayesinde korunur.
Dünya'yı zararlı etkilerden koruyan, yalnızca atmosfer değildir. Atmosferin yanısıra "Van Allen Kuşakları" denilen ve Dünya'nın manyetik alanından kaynaklanan bir tabaka da, gezegenimize gelen zararlı ışınlara karşı bir kalkan görevi görür. Güneş'ten ve diğer yıldızlardan sürekli olarak yayılan bu ışınlar, insanlar için öldürücü etkiye sahiptir. Özellikle Güneş'te sık sık meydana gelen ve "parlama" adı verilen enerji patlamaları, Van Allen Kuşakları olmasa, Dünya'daki tüm yaşamı yok edebilecek güçtedir.
Van Allen Kuşakları'nın yaşamımız açısından önemini Dr. Hugh Ross şöyle anlatmaktadır:
Dünya, Güneş Sistemi'ndeki gezegenler arasında en yüksek yoğunluğa sahiptir. Bu geniş nikel-demir çekirdeği büyük bir manyetik alandan sorumludur. Bu manyetik alan Van Allen radyasyon koruyucu tabakasını meydana getirir. Bu tabaka yeryüzünü radyasyon bombardımanından korur. Eğer bu koruyucu tabaka olmasaydı Dünya'da hayat mümkün olmazdı. Manyetik alanı olan ve kayalık bölgelerden oluşan diğer tek gezegen Merkür'dür. Fakat bu manyetik alanın gücü Dünya'nınkinden 100 kat daha azdır. Van-Allen radyasyon koruyucu tabakası Dünya'ya özeldir.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Geçtiğimiz yıllarda tespit edilen bir parlamada açığa çıkan enerjinin, Hiroşima'ya atılanın benzeri 100 milyar atom bombasına eş değer olduğu hesaplanmıştır. Parlamadan 58 saat sonra pusulaların ibrelerinde aşırı hareketler gözlenmiş, Dünya atmosferinin 250 km. üstünde sıcaklık sıçrama yapıp 2500° C'ye yükselmiştir.
Kısacası, Dünya'nın üzerinde, kendisini sarıp kuşatan ve dış tehlikelere karşı koruyan mükemmel bir sistem işler. İşte Dünya göğünün bu koruyucu kalkan özelliği yüzyıllar öncesinden Kuran'da bizlere Allah tarafından bildirilmiştir. DAĞLARIN GÖREVİ
Kuran'da dağların önemli bir jeolojik işlevine dikkat çekilmektedir:
Yeryüzünde, onları sarsıntıya uğratır diye, sabit dağlar yarattık... (Enbiya Suresi, 31)
Dikkat edilirse ayette, dağların yeryüzündeki sarsıntıları önleyici bir özelliğinin olduğu haber verilmektedir.
Kuran'ın indirildiği dönemde hiçbir insan tarafından bilinmeyen bu gerçek, günümüzde modern jeolojinin bulguları sonucunda ortaya çıkarılmıştır. Bu bulgulara göre, dağlar, yeryüzü kabuğunu oluşturan çok büyük tabakaların hareketleri ve çarpışmaları sonucunda meydana gelir.
İki tabaka çarpıştığı zaman daha dayanıklı olanı ötekinin altına girer. Üstte kalan tabaka kıvrılarak yükselir ve dağları meydana getirir. Altta kalan tabaka ise yeraltında ilerleyerek aşağıya doğru derin bir uzantı meydana getirir. Yani dağların yeryüzünde gördüğümüz kütleleri kadar, yeraltına doğru ilerleyen derin uzantıları da vardır. Bilimsel bir kaynakta dağların bu yapısı şöyle tarif edilir:
Kıtaların daha kalın olduğu dağlık bölgelerde yerkabuğu mantoya derinlemesine saplanır.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bir ayette, dağların bu işlevine, "kazık" benzetmesi yapılarak şöyle işaret edilir:
Biz, yeryüzünü bir döşek kılmadık mı? Dağları da birer kazık? (Nebe Suresi, 6-7)
Bu özellikleri sayesinde dağlar, yeryüzü tabakalarının birleşim noktalarında yer üstüne ve yeraltına doğru uzanarak bu tabakaları birbirine perçinler. Bu şekilde, yerkabuğunu sabitleyerek mağma tabakası üzerinde ya da kendi tabakaları arasında kaymasını engeller. Kısacası dağları, tahtaları birarada tutan çivilere benzetebiliriz.
Dağların bu sabitleyici özelliği bilimsel literatürde "izostasi" terimiyle tanımlanır. İzostasi'nin kelime anlamı şöyledir:
İzostasi: ... Jeolojide, dağların Dünya yüzeyinin altında oluşturdukları yerçekimsel kuvvet sayesinde yerkabuğunun genel dengesinin sağlanması. [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Görüldüğü gibi, modern jeolojik ve sismik araştırmalar sonucunda keşfedilen dağların çok hayati bir işlevi, yüzyıllar önce indirilmiş olan Kuran-ı Kerim'de Allah'ın yaratmasındaki üstün hikmete bir örnek olarak verilmiştir. Bir başka ayette şöyle buyrulur:
... Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı... (Lokman Suresi, 10) DEMİRDEKİ SIR
Demir, Kuran'da dikkat çekilen elementlerden biridir. Kuran'ın "Hadid", yani "Demir" adlı suresinde şöyle buyrulur:
... Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik... (Hadid Suresi, 25)
Ayette, demir için özel olarak kullanılan "indirme" kelimesi, mecazi olarak insanların hizmetine verilme anlamında düşünülebilir. Fakat kelimenin, "gökten fiziksel olarak indirme" şeklindeki gerçek anlamı dikkate alındığında, ayetin çok önemli bir bilimsel mucize içerdiği görülmektedir.
Çünkü modern astronomik bulgular, Dünyamız'daki demir madeninin dış uzaydaki dev yıldızlardan geldiğini ortaya koymuştur.
Evrende ağır metaller, büyük yıldızların çekirdeklerinde üretilir. Güneş Sistemimiz ise demir elementini kendi bünyesinde üretebilecek bir yapıya sahip değildir. Demir ancak Güneş'ten çok daha büyük yıldızlarda birkaç yüz milyon dereceye varan sıcaklıklarda oluşabilmektedir. Nova veya süpernova olarak adlandırılan bu yıldızlardaki demir miktarı belli bir oranı geçince, artık yıldız bunu taşıyamaz ve patlar. Bu patlama sonucu, içinde demir bulunan gök taşları uzaya dağılır ve bir gök cisminin çekimine yakalanıp çarpana kadar boşlukta dolaşır.
Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi demir madeni Dünya'da oluşmamış, gök taşları vasıtasıyla süpernovalardan taşınarak, aynen ayette bildirildiği şekilde "dünyaya indirilmiştir". Bilginin Kuran'ın indirilmiş olduğu 7. yüzyılda bilimsel olarak tespit edilemeyeceği ise açıktır. Ancak bu gerçek, herşeyi sonsuz bilgisiyle kuşatan Allah'ın sözü olan Kuran'da yer almaktadır.
Bunun yanısıra içinde demirden bahsedilen Hadid Suresi'nin 25. ayeti oldukça ilginç iki matematiksel şifre içermektedir:
"El-Hadid" Kuran'ın 57. suresidir. "El hadid" kelimesinin Arapça'daki sayısal değeri, yani ebcedi hesaplandığında karşımıza çıkan rakam da aynıdır: 57
Sadece "hadid" kelimesinin sayısal değeri 26'dır. 26 sayısı ise demirin atom numarasıdır. YAĞMURLAR Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. Yağmur Dünya üzerindeki hayatın devamı için gerçekten en önemli faktörlerden birisidir. Bir bölgedeki canlılığın devamı için de yağmur şarttır. Kuran, insan dahil tüm canlılar için bu denli önem taşıyan yağmurlardan çeşitli ayetlerde sözeder. Dahası, yağmurların oluşumu, miktarları ve etkileri konusunda önemli bilgiler verir. Yine o dönemin insanları tarafından asla bilinemeyecek olan bu bilgiler, bizlere Kuran'ın ilahi bir söz olduğunu gösterirler.
Şimdi Kuran'ın yağmurla ilgili söz konusu bilgilerini sırayla inceleyelim.
YAĞMURDAKİ ÖLÇÜ
Kuran'da yağmur hakkında verilen bir diğer bilgi ise, yağmurun belli bir ölçü ile indirildiğidir. Zuhruf Suresi'nde şöyle buyrulur:
Ki O, belli bir miktar ile gökten su indirdi de, onunla ölü bir memleketi 'diriltti (ve her yanına hayat) yaydı'; siz de böyle (kabirlerinizden diriltilip) çıkarılacaksınız. (Zuhruf Suresi, 11)
Yağmurdaki bu ölçü de, yine çağımızdaki araştırmalarla tespit edilmiştir. Ölçümlere göre, yeryüzünde bir saniyede 16 milyon ton su buharlaşmaktadır. Bir yılda bu miktar 505 trilyon tona ulaşır. Bu, aynı zamanda bir yılda Dünya'ya yağan yağmur miktarıdır. Yani su, sürekli bir denge içinde, "bir ölçüye göre" dönüp durmaktadır. Yeryüzündeki hayatın devamı da, bu su döngüsü sayesinde sağlanır. İnsan sahip olduğu tüm teknolojik imkanları kullansa dahi bu döngüyü asla yapay olarak gerçekleştiremez.
Eğer bu miktarda en küçük bir değişiklik bile olsa, kısa bir zaman sonra büyük bir ekolojik dengesizlik ortaya çıkacak ve bu da hayatın sonunu getirecektir. Fakat hiçbir zaman böyle olmaz; yağmur, Kuran'da bildirildiği gibi, yeryüzüne her sene aynı miktarda inmeye devam eder. YAĞMURUN OLUŞUMU
Yağmurun nasıl oluştuğu uzun süre insanlar için bir sırdı. Ancak hava radarlarının keşfedilmesinden sonra, yağmurun hangi evrelerden geçerek oluştuğu kesinlik kazandı.
Buna göre, yağmur üç evreden geçerek oluşur: Önce rüzgar yoluyla yağmurun "hammaddesi" havalanır. Ardından bulutlar meydana gelir ve en son olarak da yağmur damlacıkları ortaya çıkar.
Kuran'da yağmurun oluşumu ile ilgili aktarılanlar ise, tam da bu süreçlerden söz etmektedirler. Bir ayette bu oluşum hakkında şöyle bir bilgi verilir:
Allah, rüzgarları gönderir, böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp-dağıtır ve onu parça parça kılar; nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün. Sonunda kendi kullarından dilediğine verince, hemen sevince kapılıverirler. (Rum Suresi, 48)
Şimdi ayette ifade edilen üç evreyi teknik olarak inceleyelim. 1. EVRE: "Allah rüzgarları gönderir..."
Okyanuslardaki köpüklenme ile oluşan sayısız hava kabarcığı sürekli ortaya çıkmakta ve su zerreleri sürekli olarak gökyüzüne fırlamaktadır. Tuzca zengin olan bu zerreler daha sonra rüzgarlarla taşınır ve atmosferde yukarılara doğru yol alırlar. Aerosol adı verilen bu küçük parçacıklar "su tuzağı" adı verilen bir mekanizmayla yine denizlerden yükselen su buharını kendi çevrelerinde minik damlalar halinde toplayarak bulut damlalarını oluştururlar. 2. EVRE: "...böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp dağıtır ve onu parça parça kılar..."
Tuz kristallerinin ya da havadaki toz zerrelerinin etrafında yoğunlaşan su buharı sayesinde bulutlar oluşur. Bunların içindeki su damlacıkları çok küçük olduklarından (0.01 ile 0.02 mm çapında) havada asılı kalırlar ve göğe yayılırlar. Böylece gök bulutlarla kaplanır. 3. EVRE: "...nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün."
Tuz kristallerinin ve toz zerreciklerinin etrafında biraraya gelen su parçacıkları iyice yoğunlaşarak yağmur damlalarını oluştururlar. Böylece havadan daha ağır bir konuma gelen damlalar buluttan ayrılarak yağmur biçiminde yere düşmeye başlarlar.
Görüldüğü gibi yağmurun oluşumundaki her aşama, Kuran ayetlerinde bildirilmektedir. Üstelik bu aşamalar doğru sıralama ile açıklanmıştır. Dünyadaki birçok doğal olayda olduğu gibi, bunda da Allah en doğru açıklamayı yapmakta, üstelik bu açıklamayı keşfedilişinden asırlar önce Kuran'la insanlara duyurmaktadır.
Yağmurun oluşumu ile ilgili olarak başka bir ayette şu bilgiler verilmektedir:
Görmedin mi ki, Allah bulutları sürmekte, sonra aralarını birleştirmekte, sonra da onları üst üste yığmaktadır; böylece, yağmurun bunların arasından akıp-çıktığını görürsün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar (gibi bulutlar) indiriverir, onu dilediğine isabet ettirir de, dilediğinden onu çevirir; şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri kamaştırıp götürüverecektir. (Nur Suresi, 43)
Bulut tipleri üzerinde araştırma yapan bilim adamları yağmurun oluşumu ile ilgili şaşırtıcı sonuçlarla karşılaşmışlardır. Yağmur bulutları belirli bir sistem ve aşamalar dahilinde oluşmakta ve şekillenmektedir. Yağmur bulutlarından biri olan cumulonimbus türü bulutların oluşum aşamaları bilimsel olarak şöyledir: 1. AŞAMA, Sürülme: Bulutlar rüzgarlar tarafından bulundukları yerden itilirler yani sürülür. 2. AŞAMA, Birleşme: Rüzgar tarafından itilen bu küçük boyuttaki bulutlar (cumulus) sürüklendikleri yerde birleşip yeni büyük bulutları oluşturur.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] 3. AŞAMA, Yığılma: Küçük bulutlar birleştikten sonra büyük bulutun içindeki çekiş kuvveti yukarı doğru artar. Bulutun merkezindeki yukarı çekiş kuvveti kenarlardaki çekişten daha güçlüdür. Bu yukarı çekişler bulutun gövdesinin dikey olarak büyümesine neden olur. Böylece bulutlar yukarıya doğru genişleyerek üst üste yığılmış olur. Bu, dikey olarak büyümüş bulutun gövdesinin atmosferin daha serin yerlerine doğru uzamasına neden olur. İşte bu noktada atmosferin serin bölgelerinde bulutta su ve dolu damlaları büyümeye başlar.
Bu aşamaların sonucunda, su ve dolu damlaları -yukarı çekiş gücünün onları destekleyemeyeceği kadar- ağırlaştıkları zaman da bulutlardan yağmur, dolu vs. şeklinde düşmeye başlarlar.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Unutmamak gerekir ki meteorologlar bulut oluşumu, yapısı ve fonksiyonu ile ilgili detayları gelişmiş ekipmanlar (uçak, uydu, bilgisayar vs.) kullanarak yakın zamanda öğrenmişlerdir. Görülen odur ki, Allah bu ayetlerinde de bize 1400 sene öncesinde bilinmesi mümkün olmayan bir bilgi vermiştir. DENİZLERİN BİRBİRİNE KARIŞMAMASI
Denizlerin, araştırmacılar tarafından çok yakın bir geçmişte tespit edilen bir özelliği, Kuran'ın Rahman Suresi'nde şöyle bildirilir:
Birbirleriyle kavuşmak üzere iki denizi salıverdi. İkisi arasında bir engel vardır; birbirlerinin sınırını geçmezler. (Rahman Suresi, 19-20)
Birbirine açılan fakat suları kesinlikle birbiriyle karışmayan denizlerin ayette bildirilen bu özelliği, okyanus bilimciler tarafından çok yakın bir zaman önce keşfedilmiştir. "Yüzey gerilimi" adı verilen fiziksel bir kuvvet nedeniyle, komşu denizlerin sularının karışmadığı ortaya çıkmıştır. Denizlerin farklı yoğunluklarından kaynaklanan yüzey gerilimi, adeta bir duvar gibi sularının birbirine karışmasını engeller.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Elbette ki işin asıl mucizevi olan yanı, insanların, ne fizikten, ne yüzey geriliminden, ne de okyanus biliminden haberdar olmadıkları bir devirde bu gerçeğin Kuran'da bildirilmiş olmasıdır. İNSANIN DOĞUMU
Kuran'da insanlar imana çağırılırken oldukça farklı konulardan bahsedilir. Allah, kimi zaman gökleri, kimi zaman yeryüzünü, bazen hayvanları ve bitkileri insana delil gösterir. Yine birçok ayette insanın bizzat kendi yaratılışına dönüp bakması öğütlenir. İnsanın nasıl yeryüzüne geldiği, hangi aşamalardan geçtiği ve temel maddesinin ne olduğu sık sık hatırlatılır. Örneğin bir ayette şöyle denir:
Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı Biz miyiz? (Vakıa Suresi, 57-59)
İnsanın yaratılışı ve bunun mucizevi özelliği, daha pek çok ayette vurgulanır. Ancak bu vurgular arasında öyle bilgiler vardır ki, bunlar 7. yüzyılda yaşayan insanların asla bilemeyeceği detaylardır. İşte bunlardan bazıları:
1) İnsan, meni sıvısının tamamından değil, aksine çok küçük bir parçasından (spermadan) yaratılır.
2) Bebeğin cinsiyetini erkek belirler.
3) İnsan embriyosu ana rahmine adeta bir sülük gibi yapışır.
4) İnsan ana rahminde üç karanlık bölge içinde gelişir.
Kuran'ın indirildiği yüzyılda da insanlar elbette doğumun temel maddesinin cinsel ilişki sonrasında erkekten gelen meni ile ilgili olduğunu biliyorlardı. Çocuğun ortalama 9 ayda doğduğu da rahatlıkla gözlemlenen, bilmek için araştırma gerektirmeyen bir konu idi. Ancak yukarıda sıraladığımız bilgiler o devrin insanının bilgi seviyesinin çok üstündeydi. Bunlar, ancak 20. yüzyıl bilimi tarafından keşfedildi.
Şimdi bu bilgileri sırasıyla inceleyelim. MENİDEN BİR DAMLA Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. Cinsel birleşme sırasında erkekten bir kerede ortalama 250 milyon sperm atılır. Spermler yumurtaya varana kadar annenin vücudunda zorlu bir yolculuk geçirirler. Bu yolculukta 250 milyon spermin ancak bin kadarı yumurtaya ulaşmayı başarır. Beş dakika sonra sona erecek yarışın sonunda yarım tuz tanesi büyüklüğündeki yumurta, spermlerden yalnızca birini kabul edecektir. Yani insanın özü, meninin tamamı değil, ondan küçük bir parçadır. Kuran'da bu gerçek şöyle açıklanmıştır:
İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi? (Kıyamet Suresi, 36-37)
Dikkat edilirse Kuran'da, insanın meninin tamamından değil, onun içinden alınan küçük bir parçadan yapıldığı haber verilmektedir! Bu ifadedeki özel vurgunun, ancak modern bilim tarafından keşfedilen bir gerçeği açıklaması ise, ifadenin İlahi kaynaklı bir bilgi olduğunun delilidir. MENİDEKİ KARIŞIM
Meni olarak adlandırılan ve spermleri taşıyan besleyici sıvı, sadece spermlerden oluşmaz. Aksine meni, birbirinden farklı sıvıların karışımından oluşur. Bu sıvıların, görevleri arasında; spermin gerek duyduğu enerjiyi karşılayacak olan şekeri bulundurmak, baz özelliğiyle ana rahminin girişindeki asitleri nötralize etmek, spermin hareket edeceği kaygan ortamı sağlamak sayılabilir.
Ne ilginçtir ki, Kuran'da meniden söz edilirken, modern bilimin ortaya çıkardığı bu gerçeğe de işaret edilmekte ve meni "karmakarışık" bir sıvı olarak tarif edilmektedir:
Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. (İnsan Suresi, 2)
Bir başka ayette ise yine meninin karışım olduğuna işaret edilir, insanın ise bu karışımın "özünden" yaratıldığı vurgulanır:
Ki O, yarattığı herşeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir özden, basbayağı bir sudan yapmıştır. (Secde Suresi, 7-8)
Burada "öz" diye çevrilen Arapça "sulala" kelimesi, öz ya da bir şeyin en iyi kısmı demektir. Hangi şekilde alınırsa alınsın "bir bütünün bir kısmı" anlamına gelir. Bu durum, Kuran'ın, insanın yaratılışını en ince detayına kadar bilen bir İrade'nin sözü olduğunu açıkça göstermektedir. Bu İrade, insanı yaratmış olan Allah'a aittir. BEBEĞİN CİNSİYETİ
Yakın bir zamana kadar, insanlar, bebeğin cinsiyetinin anne hücreleri tarafından belirlendiğini sanıyorlardı. Ya da en azından, anne ve babadan gelen hücrelerin birlikte cinsiyet belirledikleri zannediliyordu. Ancak Kuran'da bu konuda farklı bir bilgi verilmiş ve erkeklik ve dişiliğin, "rahime dökülen meniden" yaratıldığı bildirilmiştir:
Doğrusu, çiftleri; erkek ve dişiyi, yaratan O'dur. Bir damla sudan (döl yatağına meni düküldüğü zaman. (Necm Suresi, 45-46)
Kuran'da verilen bu bilginin doğruluğu, genetik ve mikrobiyoloji bilimlerinin gelişmesiyle birlikte bilimsel olarak da ispatlandı. Cinsiyetin tümüyle erkekten gelen sperm hücreleri tarafından belirlendiği, kadının ise bu işte hiçbir rolünün olmadığı anlaşıldı.
Cinsiyet belirlenmesindeki etken, kromozomlardır. İnsan yapısını belirleyen 46 kromozomdan iki tanesi cinsiyet kromozomu olarak adlandırılır. Bu iki kromozom erkekte XY, kadında ise XX olarak tanımlanır. Bunun sebebi söz konusu kromozomların bu harflere benzemesidir. Y kromozomu erkeklik, X kromozomu ise kadınlık genlerini taşır.
Bir insanın oluşması, erkek ve kadında çiftler halinde yer alan bu kromozomların birer tanesinin birleşmesi ile başlar. Kadında yumurtlama sırasında ikiye ayrılan eşey hücresinin her iki parçası da X kromozomu taşır. Oysa erkekte ikiye ayrılan eşey hücresi, X ve Y kromozomları içeren iki farklı sperm meydana getirir. Kadında bulunan X kromozomu, eğer erkekteki X kromozomunu içeren spermle birleşirse doğacak bebek kız olacaktır. Eğer Y kromozomu içeren spermle birleşirse, bu kez doğacak çocuk erkek olur.
Yani doğacak çocuğun cinsiyeti, erkekteki kromozomlardan hangisinin kadının yumurtasıyla birleşeceğine bağlıdır.
Kuşkusuz genetik bilimi ortaya çıkıncaya dek, yani 20. yüzyıla kadar bunların hiçbiri bilinmiyordu. Aksine pek çok kültürde, doğacak çocuğun cinsiyetinin kadın bedeni tarafından belirlendiği inancı yaygındı. Hatta bu nedenle kız çocuk doğuran kadınlar kınanırdı.
Oysa Kuran'da, insanlara genlerin keşfinden 13 yüzyıl önce bu batıl inanışı reddeden bir bilgi verilmiş, cinsiyetin kökeninin kadın değil, erkekten gelen meni olduğu bildirilmiştir. RAHİME ASILIP TUTULAN "ALAK" Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. Bir et parçası görünümüyle rahme asılıp tutunmuş zigot. Kuran'ın insanın oluşumu hakkında verdiği bilgileri incelemeye devam ettiğimizde, yine çok önemli bazı bilimsel mucizelerle karşılaşırız.
Erkekten gelen sperm ve kadındaki yumurta birleştiğinde, doğacak bebeğin ilk özü de oluşmuş olur. Biyolojide "zigot" olarak tanımlanan bu tek hücre, hiç zaman yitirmeden bölünerek çoğalacak ve giderek küçük bir "et parçası" haline gelecektir.
Ancak zigot bu büyümesini boşlukta gerçekleştirmez. Rahim duvarına asılıp tutunur. Sahip olduğu uzantılar sayesinde toprağa yerleşen kökler gibi, buraya yapışır. Bu bağ sayesinde de, gelişimi için ihtiyaç duyduğu maddeleri annenin vücudundan emebilir.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
İşte burada çok önemli bir Kuran mucizesi ortaya çıkmaktadır. Allah Kuran'da, anne rahmine tutunarak gelişmeye başlayan zigottan söz ederken, "alak" kelimesini kullanmaktadır:
Yaratan Rabbin adıyla oku. O, insanı bir "alak"tan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. (Alak Suresi, 1-3)
"Alak" kelimesinin Arapça'daki anlamı ise, "bir yere asılıp tutunan şey" demektir. Hatta kelime asıl olarak deriye yapışarak oradan kan emen sülükler için kullanılır.
Kuşkusuz, anne karnında gelişmekte olan zigotu bu özelliğiyle tarif eden bir kelime kullanılması, Kuran'ın Alemlerin Rabbi olan Allah tarafından indirildiğini bir kez daha ispatlamaktadır. KEMİKLERİN KASLA SARILMASI
Kuran ayetlerinde haber verilen bir diğer önemli bilgi ise, insanın anne rahmindeki oluşum aşamalarıdır. Ayetlerde, anne karnında önce kemiklerin oluştuğu, daha sonra ise kasların ortaya çıkarak bu kemikleri sardığı haber verilmektedir:
Sonra o su damlasını bir alak (hücre topluluğu) olarak yarattık; ardından o alak'ı bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir. (Müminun Suresi, 14)
Anne karnındaki gelişimi inceleyen bilim dalı embriyolojidir. Ve embriyoloji alanında, yakın zamana kadar kemiklerle kasların birlikte ortaya çıkarak geliştikleri sanılmıştır. Bu yüzden bazı kimseler uzun bir süre bu ayetlerin bilime ters düştüğünü iddia etmiştir. Ancak gelişen teknoloji sayesinde yapılan daha ileri mikroskobik incelemeler, Kuran'da bildirilenlerin eksiksiz bir şekilde doğru olduğunu ortaya koymuştur.
Bu mikroskobik incelemeler göstermektedir ki, anne karnında, tam ayetlerde tarif edildiği gibi bir gelişme gerçekleşir. Önce embriyodaki kıkırdak doku kemikleşir. Daha sonra ise kas hücreleri kemiklerin etrafındaki dokudan seçilerek biraraya gelir ve bu kemikleri sarar.
Bu durum, "Developing Human" yani "Gelişen İnsan" adlı bilimsel bir yayında şöyle tarif edilmektedir:
6. haftada kıkırdaklaşmanın devamı olarak ilk kemikleşme köprücük kemiğinde ortaya çıkar. 7. hafta sonunda uzun kemiklerde de kemikleşme başlamıştır. Kemikler oluşmaya devam ederken kas hücreleri kemiği çevreleyen dokudan seçilerek kas kitlesini meydana getirirler. Kas dokusu bu şekilde kemiğin etrafında ön ve arka kas gruplarına ayrışır.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Kısacası insanın Kuran'da tarif edilen oluşum aşamaları, modern embriyolojinin bulgularıyla tam bir uyum içindedir.
BEBEĞİN RAHİMDEKİ ÜÇ EVRESİ
Kuran'da insanın anne karnında üç aşamalı bir yaratılışla yaratıldığı bildirilmektedir: Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. ... Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra (bir başka) yaratılışa (dönüştürüp) yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah budur, mülk O'nundur. O'ndan başka ilah yoktur. Buna rağmen nasıl çevriliyorsunuz? (Zümer Suresi, 6)
Dikkat edilirse, ayette, insanın anne karnında, birinden diğerine farklılaşan üç ayrı evrede meydana geldiğine işaret edilmektedir.
Gerçekten de bugün modern biyoloji, bebeğin anne karnındaki embriyolojik gelişiminin üç farklı devrede gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Bugün tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulan bütün embiriyoloji kitaplarında bu konu en temel bilgiler arasında yer alır. Örneğin, embriyoloji hakkında temel başvuru kitaplarından biri olan "Basic Human Embryology" isimli kaynakta bu gerçek şöyle ifade edilmektedir:
Rahimdeki hayat 3 EVREDEN oluşur; preembriyonik (ilk 2,5 hafta), embriyonik (8. haftanın sonuna kadar), ve fetal (8. haftadan doğuma kadar).[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...].
Tıp dilinde "trimester" yani "üç dönem" olarak da tanımlanan bu evreler bebeğin farklı gelişim aşamalarını içerir. Bu üç gelişim safhasının belli başlı özellikleri kısaca şöyledir: - Preembriyonik evre:
Yaygın olarak "1. trimester" olarak anılan bu ilk evrede zigot bölünerek çoğalır, bir hücre kitlesi haline geldikten sonra kendini rahim duvarına gömer. Hücreler çoğalmaya devam ederken 3 tabaka halinde organize olurlar. - Embriyonik evre: Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. "2. trimester" olarak da tanımlanan ikinci evre toplam 5,5 hafta sürer ve bu süre boyunca canlı "embriyo" olarak adlandırılır. Bu evrede hücre tabakalarından bedenin temel organ ve sistemleri ortaya çıkar. - Fetal evre:
Gebeliğin "3. trimesteri" olarak adlandırılan döneme girildiğinde embriyo artık "fetus" diye adlandırılır. Bu dönem gebeliğin sekizinci haftasından itibaren başlar ve doğuma dek sürer. Bir önceki dönemden ayırt edici özelliği fetusun yüzü, elleri ve ayaklarıyla belirgin, insan dış görünümüne sahip bir canlı olmasıdır. Dönemin başında 3 cm. boyunda olmasına rağmen tüm organları ortaya çıkmıştır. Bu dönem 30 hafta kadar sürer ve gelişme doğum haftasına kadar devam eder.
Anne rahmindeki gelişim ile ilgili bu bilgiler, ancak modern teknolojik aletlerle yapılan gözlemler sayesinde elde edilmiştir. Ancak görüldüğü gibi bu bilgiler de, diğer pek çok bilimsel gerçek gibi, mucizevi bir biçimde Kuran ayetlerinde haber verilmiştir. İnsanlığın tıbbi konularda hiçbir detaylı bilgiye sahip olmadığı bir dönemde, Kuran'da bu derece ayrıntılı ve doğru bilgiler verilmiş olması, elbette Kuran'ın insan sözü değil, Allah Kelamı olduğunun açık bir delilidir.
PARMAK İZİ
Kuran'da, insanları ölümden sonra diriltmenin Allah için çok kolay olduğu anlatılırken, insanların özellikle parmak uçlarına dikkat çekilir:
Evet; onun parmak uçlarını dahi derleyip-(yeniden) düzene koymaya güç yetirenleriz. (Kıyamet Suresi, 4) Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. Resimde farklı kişilere ait, farklı parmak izleri görülüyor. Ayette parmak uçlarının vurgulanması, son derece hikmetlidir. Çünkü tüm insanların parmak izi, tamamen kendilerine özeldir. Şu an Dünya üzerinde yaşayan her insanın parmak izi birbirinden farklıdır. Dahası, tarih boyunca yaşamış insanlarınki de birbirinden farklıdır.
İşte bu nedenle parmak izi, herkese özel çok önemli bir "kimlik kartı" sayılmakta ve tüm dünyada bu amaçla kullanılmaktadır.
Ancak önemli olan, parmak izinin özelliğinin ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru keşfedilmiş olmasıdır. Ondan önce, insanlar parmak izini hiçbir özelliği ve anlamı olmayan çizgiler olarak görmüştür. Fakat Kuran'da, o dönemde kimsenin dikkatini dahi çekmeyen parmak izleri vurgulanmakta ve bu izlerin ancak çağımızda fark edilen önemine dikkat çekilmektedir. ALLAH BÜYÜKTÜR Bu çalışmada Allah'ın sonsuz ilminin, sonsuz aklının ve sonsuz gücünün delillerinin sadece çok sınırlı bir kısmını gördük. Herbiri yaratılışın birer delili olan sayısız varlığın birbirleriyle olan uyumu sonucu meydana gelen düzenden bahsettik. Öyle bir düzen ki, herşey ince ince ayarlanmış, insan aklının asla alamayacağı detaylarla birlikte hiçbir açık bırakılmadan yaratılmıştır.
Örneğin nefes almak insanın hayati fonksiyonlarından biridir ama bunu başarabilmesi için en ufak bir çaba göstermesine dahi gerek yoktur. Hem dış çevresinde, hem de bedeninde gereken tüm şartlar, Allah tarafından düzenlenip yaratılmıştır. İnsan doğduğu andan ölene kadar hiç durmadan nefes alır ama bu fonksiyonun gerçekleşebilmesi için hangi unsurların bir arada bulunması gerektiğini biliyor musunuz?
Herşeyden önce insanın nefes alabilmesi için atmosferdeki azot, oksijen ve karbondioksit oranının çok iyi dengelenmiş olması gerekir. Bu dengede ufak değişikliklerin olması insanın ölümüne kadar varan tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Allah bu oranın korunması için sayısız faktörü vesile etmiştir. Güneşten, güneşin ışığını kullanarak fotosentez yapan bitkilere, toprağın içini kaplayan mikroorganizmalara kadar birçok varlık bu oranın korunmasından sorumludur. Yağan yağmurlar, çakan şimşekler, basınç seviyesi, yerin çekirdeğindeki elementlerin oranı ve daha saymakla bitmeyecek kadar çok unsur dolaylı veya dolaysız olarak bu gaz oranının korunması için faaliyet gösterirler. Bunlardan biri olmasa, örneğin gözümüzle bile göremediğimiz mikroorganizmalar faaliyetlerini durdursa; azot çevrimi, karbondioksit çevrimi gibi bir çok hayati fonksiyon bir anda durur. Dolayısıyla birbirini hızla etkileyen sistemin programı bir anda bozulur. Ancak etrafınıza baktığınızda göreceğiniz düzen ve dengeden rahatlıkla anlayacağınız gibi böyle bir bozulma milyarlarca yıldır meydana gelmemiştir. Ve bundan sonra da Allah'ın dilediği vakte kadar bu tür bir olay söz konusu olmayacaktır. Çünkü Allah ince ayarlarla dengelenmiş bu sistemleri tek tek her an faaliyet halinde tutmakta ve evrendeki tüm düzen Allah'ın emri ile bu müthiş uyumu korumaktadır.
Allah, insanların Kendi büyüklüğünü kavrayabilmeleri için evrendeki düzeni sayısız detaylarla birlikte yaratmıştır. Kuran'da Allah'ın var ettiği bu düzenden bahsedilirken, "... sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz öğrenmeniz için" (Talak Suresi, 12) denilmektedir. Bu düzen öylesine detaylar içerir ki insan düşünmeye nereden başlayacağını şaşırır. Zira Allah'ın aklı ilmi ve kudreti sonsuzdur. Tek bir olayın içinde dilediği kadar ayrıntı meydana getirir.
Biz uyurken, otururken, yürürken, aklımızın ucundan bile geçirmezken Allah evrende var olan tüm sistemleri tek tek çalıştırıp idare eder. Varlığımızın devamı için meydana gelen işlemlerin her biri Allah'ın kontrolündedir. Küçük bir adım atabilmemiz bile, yerin çekim kuvvetinden iskelet sistemimize, sinir ve kas sistemimizden beynimize ve kalbimize, hatta dünyanın dönüş hızına kadar herşeyin Allah tarafından ince ince hesaplanmış olmasına bağlıdır.
Dünyanın ve tüm evrenin varlığını sürdürebilmesini tesadüflere bağlamak ise çok büyük bir yanılgı olur. Aslında dünyadaki ve evrendeki her düzen, tesadüfe kesinlikle yer olmadığının ve Allah'ın varlığının açık bir delilidir. Örneğin dünya güneş çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer ki, her 29 km. de bir doğru çizgiden yalnızca 2.8 milimetrelik bir sapma gösterir.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Eğer bu sapma 0.3 milimetre az veya 0.3 milimetre daha fazla olsa, yeryüzündeki canlılar donarak veya kavrularak ölürlerdi. Küçük bir bilyenin bile milim şaşmadan aynı yörüngede dönebilmesi neredeyse imkansızken, dev kütlesiyle dünya böyle bir dönüşü gerçekleştirir. İşte "...Allah, herşey için bir ölçü kılmıştır" ayetinde bildirildiği gibi, çevremizde gördüğümüz muhteşem düzen, Allah'ın milyarlarla ifade edilen büyüklükteki sistemleri milimlere bağlı dengelerle koruması sayesinde ortaya çıkar. (Talak Suresi, 3)
İnsanların çoğu, Allah'ın varlığına inansalar bile, Allah'ın "herşeyi yaratıp bıraktığı" sonra bu düzenin kendi kendine devam ettiği şeklinde sapkın bir inanca sahiptirler. Oysa evrenin her noktasında her an meydana gelen tüm olaylar Allah'ın izniyle, O'nun bilgisinde ve kontrolünde gerçekleşir. Kuran'da bildirildiği gibi:
Allah'ın, gökte ve yerde olanların hepsini bilmekte olduğunu bilmiyor musun? Gerçekten bunlar bir kitaptadır. Hiç şüphesiz bunlar(ı bilmek), Allah için pek kolaydır. (Hac Suresi, 70)
Siz sessiz sakin bir ortamda bu kitabı okurken, haberiniz bile olmadan evrenin her köşesinde sayısız faaliyet sürmektedir.
Bunlardan birkaçını sıralayalım; her saniye dünyaya 16 milyon ton su düşer.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Ve eşit miktarda su yerden buharlaşarak havaya karışır. Buharlaşma sadece deniz ve okyanuslardan değil, göller ve akarsulardan, bitkilerden, toprak yüzeyindeki sulardan, hatta yerin derinliklerinden bile kolayca sağlanır. Siz bu paragrafı okurken en az 2-3 saniye geçti ve şu anda Allah'ın izniyle 16x3=48 milyon ton su yere düştü ve aynı anda bu kadar su buhar olarak tekrar havaya karıştı.
Her saniye dünya üzerinde ortalama 100 şimşek oluşur.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Son bir saatte dünyanın çeşitli köşelerinde 36.000 tane şimşek Allah'ın kontrolünde oluştu. Her şimşek çakışında da trilyonlarca ton azotdioksit molekülü açığa çıkarak atmosferde var olan %78 azot oranını korudu.
Toprak, ucu bucağı olmayan bir fabrika gibi bünyesinde barınan trilyonlarca bakteriyle durmaksızın yaptığı azot çevirimine şu anda da devam ediyor.
Siz şu anda bu cümleyi okurken güneş 564 milyon ton hidrojeni 560 milyon ton helyuma dönüştürdü, arta kalan 4 milyon ton hidrojeni de enerjiye çevirdi.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Bu olay sonucu milyonlarca atom bombasının patlamasıyla ortaya çıkabilecek enerjiye eş, korkunç bir ışık ve radyasyon yumağı oluştu. Bize sadece güzel bir sıcaklıkla aydınlık ileten güneş, aslında şu anda kıpkırmızı gaz bulutlarından oluşan derin bir kuyu. Kaynayan yüzeyinden milyonlarca kilometre öteye fışkıran dev alev girdapları, dipten yüzeye doğru yükselen dev hortumlardan oluşuyor ve bir saniyede insanlığın medeniyetin başlangıcından beri kullandığından bile daha fazla enerji üretiyor. Biz ise bu enerjinin 2 milyarda birini kullanıyoruz. Saniyeler, saatler geçiyor, güneş hiç durmadan enerji üretiyor. Güneşin bütün zararlı, öldürücü ışınları bize ulaşmadan önce atmosfer ve dünyanın manyetik alanı tarafından süzülüyor. Güneş, bizim yaşamımız için özel olarak yaratılmış bir ışık kaynağı. Allah Kuran'da bunun hikmetini şöyle açıklamıştır:
Allah, gökleri ve yeri yaratan ve gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü ürünler çıkarandır... Güneşi ve ayı hareketlerinde sürekli emrinize amade kılan, geceyi ve gündüzü de emrinize amade kılandır. Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür. (İbrahim Suresi, 32-34)
Yukarıda anlattıklarımız sadece Allah'ın en yakınımızda olan güneşte meydana getirdiği olaylardan birkaç tanesidir. Daha uzaklarda var olan, sadece geceleri göğü süsleyen yıldızların birçoğu güneşten kat kat büyüktür. Bizler geceleri gökyüzünde sadece estetik bir görüntü ve sakinlik görürüz. Oysa birçoğunda meydana gelen olaylar sonucu çıkan enerji güneşinkiyle kıyas bile edilemeyecek kadar yüksektir.
Siz şu anda hiçbir sarsılma hissetmiyorsunuz; evinizde, odanızda, yatağınızda, hiçbir yerde sarsılma yok; ama dünyamız uzayda dev kütlesiyle saniyede 30 km. hızla yol alıyor. Şu anda 30 km. yol aldık, derken 60, derken 90 km... Allah'ın düzenleyip kurduğu sistem öylesine mükemmel ki, siz hala bu müthiş hızı hissetmeden yaşamanızı sürdürebiliyorsunuz.
Ayrıca Dünya'nın Güneş etrafındaki hızı, silahtan çıkan bir merminin hızının yaklaşık 60 katı; yani saatte 108.000 km... Böyle büyük bir hızla hareket edebilen bir araç kullansaydık, dünyanın çevresini 22 dakikada dolaşırdık. Dünyamız güneş etrafında böyle hızla dönerken aynı zamanda güneşle birlikte saniyede 20 km. hızla da Vega yıldızına doğru hareket ediyor. Galaksimiz ise tüm güneşleri, gezegenleri, kuyruklu yıldızları ve dünyaları ile tam bir devir hareketini tamamlamaya çalışıyor. Bu hareketi ise 200 milyon yılda tamamlayabiliyor. Var olan herşey gibi gök cisimleri de Allah'a boyun eğmiş durumdalar ve her adımları Allah'ın kontrolünde, Kuran'da haber verildiği gibi:
... Hayır, göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur, tümü O'na gönülden boyun eğmişlerdir. (Bakara Suresi, 116)
Dünyamızın gerçekleştirdiği bu kapsamlı yolculuktan bizim haberimiz bile olmaz; bunu ancak okuduğumuz kitaplardan öğreniriz. Bu yolculuk bizim hayatımızı olumsuz yönde etkilemez; böyle bir hızda dünyanın yüzeyinde hiçbir canlı kalmaması gerekirken Allah'ın yarattığı yerçekimi kanunu ve kurduğu bir çok düzen neticesinde dünyada bulunanlar bu seyahati hiç hissetmezler. Var olan herşey gibi bu seyahatin her saniyesi Allah'ın izni ve kontrolüyle gerçekleşir.
Yine şu anda 8 milyar insanın kalbi, beyni, midesi, pankreası, karaciğeri, akciğeri, sinir, solunum ve savunma sistemleri Allah'ın bilgisi dahilinde, O'nun izniyle işliyor.
Toprağın altında ve üstünde yaşayan bütün canlılar şu anda Allah'ın izni ile rızkını arıyor ve hepsinin rızkını Allah veriyor. Avlanmaları, beslenmeleri, barınmaları, tehlikelerden korunmaları tek tek Allah'ın kontrolünde yaratılıyor. Kuran'da bu sır bize şöyle haber verilir:
Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. Onun karar (yerleşik) yerini de ve geçici bulunduğu yeri de bilir. (Bunların) Tümü apaçık bir kitapta (yazılı)dır. (Hud Suresi, 6)
Dünyada bulunan toplam 2 milyon hayvan türünün her birinin tüm fonksiyonları Allah'ın izni ile çalışıyor. Şu an kitabı elinizden bırakıp camdan dışarıya baksanız birçok canlı görebilirsiniz. Belki bugüne kadar bu şekilde hiç düşünmemiş olabilirsiniz ama bunların yaratılması da, ölümleri de, siz camdan baktığınız anda yaptıkları da Allah'ın izniyle gerçekleşir.
Yine siz bu sayfayı okurken dünyanın çeşitli bölgelerinde rüzgarlar esiyor ve tonlarca ağırlıktaki bulutları yerinden kaldırıyor. Belki odanızdan içeri güneş ışığı sızıyor ama dünyanın sizin bilmediğiniz bir köşesinde her yeri buzlar kaplamış, başka bir köşesinde yağmurlar yağıyor bu durumu Allah bize Kuran'da yağan her yağmurun kendi katından belirlenmiş bir miktar ile indiğini bildirmektedir. Kar da onun katında belli, karalarda tutan buzun kalınlığı da... Üstelik dünyanın her köşesinde filizlenen sayısız tohumun bilgisi de... Gerçek budur, çünkü
... O'nun ilmi olmaksızın, hiçbir meyve tomurcuğundan çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da... (Fussilet Suresi, 47)
Yukarıdaki ayette de bildirildiği gibi şu anda dünyanın her yerinde bir çok insan Allah'ın bilgisi dahilinde dünyaya geliyor. Aynı zamanda bir çok da ölüm vakası oluyor. İnsanlar nerede doğacaklarını, nasıl bir hayat süreceklerini ve yine nerede, ne zaman öleceklerini kendileri bilmiyorlar ama bu bilgilerin hepsi Allah'ın katında kesin olarak belli. Bu gerçeğe Kuran'da şöyle dikkat çekiliyor:
... Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini bilmez. Hiç şüphesiz Allah bilendir, haberdardır. (Lokman Suresi, 34)
Şimdi daha yakın bir çevreye, evinize gelelim. Şu anda bedeninizde bulunan sistemlerin herbirinin durmaksızın çalıştığını zaten biliyorsunuz. Peki odada yalnız olmadığınızı, Allah'ın sizden başka bir çok canlı daha yarattığını, içinde bulunduğunuz o küçük mekanda yüzbinlerce faaliyetin sürdüğünü biliyor musunuz? Örneğin cildinizin üstünde oldukça yoğun bir hareket var. Derinizde bulunan "akar"lar bir yandan yaşamlarını sürdürürken bir yandan da deri üstünde biriken ölü hücreleri temizleyerek siz farkında bile olmadan sizi koruyorlar. Cildinizin üstünde milyonlarca yararlı ve zararlı bakteri durmaksızın mücadele ediyor ve hepsinin beslenmesinden mikroskobik bedenlerinde var olan sindirim sistemlerine kadar bildiğiniz veya bilmediğiniz tüm faaliyetler Allah'ın kontrolü ile gerçekleşiyor.
Soluduğunuz havada yine milyonlarca mikroorganizma var. Her biri Allah'ın izni ve kudreti ile görevlerini yerine getiriyor. Bu, gözle görülmeyen alemin üyeleri şu an muhtemelen sebzeliğinizde de bulunuyorlar. Belki yarın sebzeliğinizi açtığınızda bir portakalın hafifçe küflendiğini göreceksiniz. İşte bu olay şu an sizin haberiniz bile olmadan orada bulunan bakterilerin besin ihtiyaçlarını karşılama çabalarından kaynaklanmış olacaktır. Evinizin bir köşesinde fotosentez gibi oldukça karmaşık bir işlemi gerçekleştiren çiçeğiniz ise evinizdeki bir diğer canlı.
Gördüğünüz ya da görmediğiniz düzenler her an Allah'ın izniyle işler. Sizi de, yapmakta olduklarınızı da, canlı cansız tüm varlıkları da Allah yaratır ve kontrolünde tutar. Dünyada atmosferden litosfere, hidrosferden biyosfere kadar var olan hassas ölçülü ve dengeli yaşam, güneş sisteminde bulunan dokuz gezegenin her an aldığı yol, o gezegenlerde meydana gelen tüm olaylar da Allah'ın kontrolündedir. Allah sonsuz ilmiyle bunları yaratır ve düzenler. Sonsuz gücü ve kudreti ile herşeyi korur ve faaliyetlerini sürdürmelerine izin verir.
Ünlü bilim yazarı JEAN GUITTON, bu konuyu şöyle açıklar
"Evren, düzenli bir maddenin, sonra yaşamın, en sonunda da bilincin ortaya çıkmasını sağlamak için titizlikle ayarlanmış gibi görünüyor. Evrensel değişmezleri (sabiteler) biri �örneğin yerçekimi, ışık hızı ya da Planck sabiti- başlangıçta en ufak bir değişime uğrasaydı, evrenin canlı ve zeki varlıkları barındırmak için hiçbir şansı bulunmaz, hatta belki de evrenin kendisi de ortaya çıkmazdı. Bu şaşırtıcı incelikteki ayarlama, salt rastlantı mıdır, yoksa düzenleyici bir zekadan mı doğmuştur?� Doğanın temel değişmezleri ve yaşamın ortaya çıkmasına neden olan ilk koşullar, şaşırtıcı bir kesinlikle AYARLANMIŞTIR" [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
ALLAH'IN YARATTIĞI DÜZENDE İNSAN DIŞINDA BİLİNÇLİ VARLIKLAR DA VAR
Buraya kadar anlattığımız tüm olaylar ve canlılar hakkında teleskop, mikroskop veya herhangi bir teknolojik aleti kullanarak da olsa bilgi alabilirsiniz. Ancak size çok yakın olan fakat sizden çok farklı bir boyutta yaşayan iki varlık vardır ki belki de pek çok kişi onların varlığını hayatı boyunca hiç düşünmez. Kuran'da bildirilmiş olması sebebiyle varlıklarından kesin olarak emin olunan bu varlıklar, sağınızda ve solunuzda bulunan yazıcı meleklerdir. Allah'ın emri ile her düşündüğünüzü ve her yaptığınızı durmaksızın yazarlar. Allah bu meleklerin görevlerini ayetlerde şöyle bildirmiştir:
Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız. Onun sağında ve solunda oturan iki yazıcı kaydederlerken. O, söz olarak (herhangi bir şey) söylemeyiversin, mutlaka yanında hazır bir gözetleyici vardır. (Kaf Suresi, 16-18)
Yazıcı melekler, Allah'ın yarattığı ve birbirinden farklı görevler verdiği meleklere yalnızca bir örnektir. Bunun gibi Kuran'da anlatılan daha pek çok melek vardır; Cennet melekleri, cehennem zebanileri, Allah'ın arşını taşıyan melekler, vahiy melekleri, Allah'ın izniyle insanlara yardım eden melekler...
Melekler, insanlardan farklı olarak bir imtihana tabi tutulmazlar. Allah'ın çok üstün bir ahlak verdiği, durmaksızın Allah'ı tesbih edip yüceltmek ve sadece itaat etmek için yaratılmış olan varlıklardır. Melekler dışında sizinle aynı ortamda bulunan başka varlıklar da bulunur; Allah'ın insanlardan farklı bir boyutta yarattığını haber verdiği ama tıpkı insanlar gibi imtihana tabi olan, Allah'a karşı ahiret günü hesap verecek olan cinler... Kuran'da cinlerden söz edilirken şöyle denir:
(Allah) Cann'ı (cinni) da 'yalın-dumansız bir ateşten' yarattı. (Rahman Suresi, 15)
Ayetin ifadesiyle 'yalın dumansız bir ateş'ten yaratılan bu varlıklar, siz farkında olmasanız da Allah'ın kendileri için yarattığı bir mekanda yaşamlarını sürdürürler. Onlar da doğar, büyür ve ölürler. Bu varlıkların insanlarla aynı olan yaratılış amaçları ise Kuran'da şu şekilde bildirilmiştir:
Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyat Suresi, 56) ALLAH'IN YARATMA SANATI
O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)
Evrenin her noktası Allah'ın büyüklüğünü yansıtır. Ama Allah'ın sonsuz gücünü ve ilmini anlatmaya asla yeterli olmaz. Allah bütün üstün sıfatların ve bütün güzel isimlerin tek sahibidir. Bu çalışmada anlatılanlar ise Allah'ın güzel isimlerinin bu evrende görülebilen birkaç örneğidir. Allah'ın ilmi, aklı, gücü, kudreti, rahmeti, şefkati, fazlı, ihsanı sonsuzdur. Her insan ise aklı ve vicdanı ölçüsünde Allah'ın büyüklüğünü kavrayabilmek için çaba göstermelidir.
"Sonsuz" kelimesi Allah'ın büyüklüğünü kavrayabilmek için üzerinde iyi düşünülmesi gereken bir kavramdır. Örneğin sınırlı ömürlerini tamamladıktan sonra Allah insanları yeni bir yaratılışla yaratacak ve bundan sonra dünyada yaptıklarının bir karşılığı olarak cennet veya cehennemde devam edecek olan sonsuz ömürleri başlayacaktır. Burada yüz değil, bin değil, yüzbin veya milyar yıl da değil, trilyon ya da katrilyon x katrilyon x katrilyon yıl da değil, sonsuza kadar sürecek bir ömürden bahsedilmektedir. Şöyle bir örnekle sonsuz yaşamın ne derece olağanüstü olduğunu vurgulayabiliriz: Yüz trilyon insan olsa, gece gündüz hiç durmadan yüz trilyonu yüz trilyon ile çarpsalar ve yüz trilyon yıl ömürleri olsa ve ömürleri boyunca bu işle uğraşsalar, yine de sonsuz yaşam hesaplayamayacakları kadar uzun bir zamandır...
Oysa Allah öyle büyük bir ilme sahiptir ki insana göre "sonsuz" olan, Allah'ın katında bitmiş durumdadır. Zamanın ilk yaratıldığı andan sonsuzluk anına kadar geçecek olan her olay, her düşünce, vakitleri ve şekilleri ile Allah'ın ilmiyle belirlenmiş ve bitmiştir. (Bkz.Zamansızlık ve Kader Gerçeği bölümü) Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilir:
Hiç şüphesiz, biz herşeyi kader ile yarattık. Bizim emrimiz, bir göz kırpma gibi yalnızca 'bir keredir.' Andolsun Biz sizin benzerlerinizi yıkıma uğrattık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı? Onların işlemiş oldukları herşey kitaplarda (yazılı)dır. Küçük, büyük herşey satır satır (yazılı)dır. (Kamer Suresi, 49-52)
İnsan Allah'ın ilminin büyüklüğünü gücünün yettiğinin en fazlasıyla kavrayabilmek için ciddi olarak çaba harcamalı ve düşünmelidir.
İnsanlık tarihinin başından bugüne kadar milyarlarca insan yaşamıştır. Yani Allah milyarlarca çift göz, milyarlarca değişik parmak izi, milyarlarca farklı göz dokusu, milyarlarca değişik insan tipi yaratmıştır ve eğer dilerse bu kişilerden sonsuz sayıda daha yaratabilir. Çünkü ayetin de ifadesiyle; "...O, yaratmada dilediğini arttırır. Şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir."
Allah insanın hiç bilmediği ve sahip olduğu sınırlı akılla anlamakta güçlük çekeceği daha bir çok şey yaratmaya kadirdir. Dünyada biz kullarına verdiği ucu bucağı belli olmayan herşeyin hazineleri Allah'ın katındadır. Bize sadece dilediği kadarını, dilediği miktar ile indirmiştir:
Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın; ancak onu belirlenmiş bir miktar olarak indiririz. (Hicr Suresi, 21)
Allah'ın üstün yaratmasındaki bu gerçek bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm kavramlar için geçerlidir. Nitekim "�ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır?" ayetiyle de Allah'ın bilmediğimiz nice şeyler yarattığına dikkat çekilmiştir. (Nahl Suresi, 8)
Allah bizim bilmediğimiz, görmediğimiz bir çok alemi ve varlığı da yaratmıştır. Diğer alemlerin varlığını daha iyi anlayabilmek için şöyle düşünebiliriz; Nasıl ki bir resme baktığımızda yalnızca en ve boy olmak üzere 2 boyut görüyorsak, içinde yaşadığımız dünyaya baktığımızda da en, boy ve derinlik olmak üzere 3 (zamanı da katarsak 4) boyut kavrayabiliriz. Bundan fazlasını ise algılayamayız. Oysa Allah katında bizim bildiklerimizden başka boyutlar da yaratılmıştır. Yukarıda söz ettiğimiz melekler bu farklı boyutlardan birinde yaşayan varlıklardan biridir. Nasıl ki biz 2 boyutlu sinema perdesinin tamamını görürüz, ancak perdeden dışarıdaki 3 boyutun algılanması imkansızdır. İşte melekler de bulundukları boyut ve mekandan bizleri görebilmekte ve duyabilmekteler. Hatta iki yanımızdaki yazıcı melekler her anımıza şahitler. Her konuştuğumuzu, her yaptığımızı yazıyorlar. Ancak biz onları göremiyoruz. Allah'ın Kuran'da varlıklarını bildirdiği cinlerde yine ayrı bir boyuta ait varlıklardır. Onlar da aynı insanlar gibi yaşamları boyunca denenmektedirler ve sorumlu oldukları kitapları Kuran'dır. Ancak sahip oldukları özellikleri insanlardan çok farklıdır. İnsanların bağlı oldukları sebep sonuç ilişkilerinden çok daha farklı sebeplere bağımlı olarak yaratılmışlardır.
Bunlar Allah'ın yaratmadaki benzersizliğinin kavranması açısından üzerinde düşünülmesi gereken gerçeklerdir. Allah sonsuz sayıda evren, sonsuz sayıda varlık, sonsuz sayıda mekan yaratmaya güç yetirendir. Dahası herbirini birbirinden çok daha farklı özelliklerle yaratabilir. Nitekim Allah ahirette cenneti ve cehhennemi yaratacaktır. Cennet ve cehennem bizim dünyada alışık olduğumuzdan çok daha farklı bir yaratılışta olacaktır. Örneğin dünyada daima bozulma, yaşlanma, çürüme, eskime ve tükenme vardır. Oysa cennette sonsuza kadar sürecek zaman içerisinde hiçbir şey bozulmayacaktır; Allah'ın Kuran'da bahsettiği tadı değişmeyen sütten ırmaklar cennetin bu özelliğine dikkat çeken örneklerden biridir. Cennette insan bedeni de yıpranmayacak; yaşlanma asla olmayacaktır. Allah Kuran'da cennette herkesin yaşıt olduğunu bildirmektedir ve cennet insanları sonsuza kadar en güzel halleriyle, hiç yaşlanmadan, birbirleriyle yaşıt olarak yaşayacaklardır. Allah yine Kuran'da tükenmeyen kaynaklardan içecekler olduğunu bildirmektedir.
Cehennemdeki yaratılış da bambaşkadır. Allah cehennemde, benzeri görülmemiş azap çeşitlerini yaratacaktır. Hiçbir insan yaşamadan oradaki azabın nasıl olacağını tahmin edemez. SONSUZLUĞU DÜŞÜNMEK�
Allah dünyadaki herşeyde bir sınır yaratmıştır. Her işin bir sonu vardır. Bu nedenle "sonsuz" kavramını anlayabilmek için üzerinde düşünmek ve bilinen bazı ölçülerle kıyas yapmak gerekir. Böyle bir kıyas için şu örneği verelim: İçinde bulunduğumuz evrenin, aslında bir atomun çekirdeği olduğunu düşünün. Bulunduğunuz evrenin dışını merak ederek araştırma yaptığınızı farzedelim. Bulunduğunuz noktadan araştırma yaparak ulaşabileceğiniz en uç yer atomun dış sınırı olacaktır. Çekirdekle dış sınır arasında keşfettiğiniz her elektronda büyük bir aşama kaydettiğinizi düşünürsünüz. Atomun dış sınırına ulaştığınızda ise bunun devamında da en fazla evrenin aynı şekilde devam ettiğine ihtimal verirsiniz. Fakat içinde bulunduğunuz atomun büyüklüğüne eşdeğer olan tahmin edemeyeceğiniz kadar çok sayıda atom olabileceğini hayal bile edemezsiniz. Bu örneğe benzer şekilde içinde yaşadığımız evreni çok büyük zannederiz. Kendi boyutlarımızla ya da dünyanın boyutları ile kıyasladığında evren, ucu bucağı belli olmayan bir yer olduğu için tabii ki bize büyük gelir. Oysa belki gözümüzde onca büyüttüğümüz evren diğer evrenlerle kıyaslandığında bir atomun içi kadar bir yer kaplıyordur. Bunun en doğrusunu ise Allah bilir.
Allah'ın evrende yarattığı tüm atomların sayısını ise dile getirmek oldukça zordur. Oysa onları kusursuz olarak yaratan Allah belki de her birinin içinde aynen bizim evrenimize benzeyen kusursuz evrenler yaratmıştır. Nitekim ayetlerde Allah'ın sonsuz yaratma gücüne dikkat çekilir:
Görmüyorlar mı, gökleri ve yeri yaratan Allah, onların benzerini yaratmaya gücü yeter ve onlar için kendisinde şüphe olmayan bir süre (ecel) kılmıştır. Zulmedenler ise ancak inkarda ayak direttiler. (İsra Suresi, 99)
Bizim sahip olduğumuz bilgi sadece Allah'ın izin verdiği kadarıdır. Allah katındaki bilgi ise sonsuzdur. Örneğin Allah dünyada insan için 7 ana renk var etmiştir. Biz sekizinci bir rengi zihnimizde canlandıramayız. (Bu, doğuştan kör olan birine kırmızıyı tarif etmeye benzer. Ne dersek diyelim yine de kırmızı rengi tam olarak ifade edemeyiz.) Oysa Allah 8, 9 veya 10 hatta çok daha fazla ana renk yaratabilir ama biz Allah'ın bize gösterdikleri dışındakileri kavrayamayız.
İnsanın beş duyusu vardır, altıncıyı hayal bile edemez. İnsanın rüyasında sadece dört duyu olsa, beşinci bir duyu var denildiğinde bunun ne anlama geldiğini anlayamayabilir. Oysa Allah'ın 6 duyu yaratmak için sadece "Ol" demesi yeterlidir. Bunun gibi Allah katında hiç bilmediğimiz duyular da olabilir. Bunların belki ahirette bir kısmını bize gösterecek de olabilir.
Her ne kadar bu konuyla ilgili sayılacak daha pek çok ihtimal varsa da sonuç olarak bunların tümü Allah'ın bize dünyada öğrettiği bilgilerin doğrultusunda geliştirilen fikirlerdir. Ancak burada unutulmaması gereken önemli bir nokta vardır; Allah'ın gücü ve büyüklüğü sınırsız olduğu için anlatılanların hepsinin Allah'ın dilemesiyle istediği anda gerçekleşmesi mümkündür. Biz ise Allah'ın bize öğrettiği dışında hiçbir şey hakkında kesin bir şey söyleyemeyiz ve Allah'ın bildirdikleri dışında hiçbir bilgiye sahip olamayız.
Buraya kadar Allah'ın en küçük alemlerden en büyük alemlere kadar yarattığı sayısız delilden ancak çok az bir kısmına değinebildik. Ne var ki Allah'ın ilminin kapsadığı bilgilerin tümünü anlatmaya çalışsaydık da bunu asla başaramazdık. Düşünün ki tek bir insanla ilgili bilgiler bir DNA'nın içerisine 1 milyon ansiklopedi sayfasını dolduracak şekilde yerleştirilmiştir. O halde yalnızca şu an yaşayan insanların DNA'larındaki bilgileri anlatmaya kalksak dahi bunu, 1 milyon x 8 milyar (1.000.000 x 8.000.000.000) sayfa ile ifade edebiliriz. Bu elbette mümkün değildir ama böyle bir şeyi başarmış olduğumuzu farzedelim; ortaya 8 trilyar ansiklopedi sayfası bilgi çıkar. Bu rakam belki size ilk anda bir şey ifade etmiyor olabilir. O halde şöyle bir soru soralım; bir milyon veya bir milyar sayfa bilginin üstüste konulduğunda ne kadar olabileceğini hiç gözünüzde canlandırdınız mı? Bu kitabın sayfaları boyutunda 1 milyon sayfayı üstüste diklemesine koyacak olursanız 30 katlı bir binanın yüksekliğine ulaşırsınız. Ama eğer bunu 1 milyar sayfa için düşünecek olursanız o zaman karşınıza Everest Dağı'ndan 10 kat daha fazla bir yükseklik çıkar.54 Ama bizim DNA için verdiğimiz rakam 1 milyon da değil, 1 milyar da değildir; tam olarak 8 trilyar...
Şimdi evrenin ucu bucağı belli olmayan büyüklüğü ile gözle bile görülmeyecek küçüklükteki DNA'yı kıyaslayın. Bir DNA'nın içine bu kadar bilgi sığdıran Allah'ın bu büyüklükteki evrende yarattığı toplam bilgiyi ifade dahi edemeyeceğimizi bir kez daha anlıyoruz. Allah, ilminin sonsuzluğunu Kuran'da şöyle bir örnekle açıklar:
Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah'ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Lokman Suresi, 27)
Görüldüğü gibi biz ne kadar uğraşırsak uğraşalım Allah'ın ilmini kavrayamaya güç yetiremeyiz çünkü Allah'ın ilmi sonsuzdur. Biz ancak Allah'ın bize izin verdiği kadarını kavramaya güç yetirebiliriz:
Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kâimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)
Kitap boyunca Allah'ın görmemize ve anlamamıza izin verdiği bu bilgilerin bir kısmı aktarılmaya çalışıldı. Bunlar Allah'ın emri gereği, O'nun herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz ve bundan sonra çevrenizde göreceğiniz her detayda O'nun büyüklüğünün sergilendiğini düşünmeniz için anlatıldı. Çünkü bu büyük gerçeği düşünmek ve hatırlatmak Allah'a kul olan her insan için bir sorumluluktur. Allah bir ayette şöyle bildirmektedir:
Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)
Unutulmamalıdır ki, büyük olan Allah'tan yüzçeviren, O'nun ayetlerini görmezlikten gelen ve O'na isyankar olanlar, büyük bir cezayı hak edeceklerdir. Kuran'da, cehennemde bu gibi kişiler hakkında verilecek olan emir şöyle haber verilir:
Onu tutuklayın, hemen bağlayın. Sonra çılgın alevlerin içine atın. Daha sonra onu, uzunluğu yetmiş arşın olan bir zincire vurup gönderin. Çünkü, o, büyük olan Allah'a iman etmiyordu. (Hakka Suresi, 30-33) (Fatır Suresi, 1) EVRİM YANILGISI Evrim teorisi, canlıların varlığını ve kökenini tesadüflerle açıklayabilmek amacıyla çeşitli gerçek dışı tahminler, varsayımlar ve hayal mahsulü senaryolar üreten bir felsefe ve dünya görüşüdür. Bu felsefenin kökeni eski çağlara, antik Yunan'a dek uzanır.
Yaratılışı inkar eden gelmiş geçmiş tüm ateist felsefeler mutlaka, dolaylı veya dolaysız bir biçimde evrim düşüncesini kabul eder ve savunurlar. Aynı durum bugün de bütün din karşıtı ideoloji ve sistemler için geçerlidir.
Evrimci düşünce son bir buçuk asırdır, geçerlilik kazanmak için bilimsel bir kılığa bürünmüştür. 19. yüzyılın ortalarında sözde bilimsel bir teori olarak öne sürülmüş ancak, savunucularının tüm gayretlerine rağmen, bugüne kadar hiçbir bilimsel bulgu veya deney tarafından doğrulanamamıştır. Sonuçta, teorinin kendisine büyük umutlar bağladığı "bilim" her geçen gün teoriyi kaçınılmaz sonuna daha da yaklaştırmıştır.
Başvurulan tüm bilimsel yöntemler her seferinde, böyle bir teorinin hiçbir gerçekçi yönünün olamayacağını kanıtlamıştır: Laboratuvar deneyleri ve olasılık hesapları, canlılığı meydana getiren aminoasitlerin tesadüflerle oluşamayacağını kesin bir biçimde ortaya koymuştur. En küçük canlı birimi olan hücre ise, �evrimcilerin iddia ettiği gibi� ilkel ve kontrolsüz dünya koşullarında rastlantılar sonucu oluşmak şöyle dursun, 20. yüzyılın milyonlarca dolarlık, teknoloji harikası laboratuvarlarında bile sentezlenememiştir. Ayrıca yıllar süren paleontolojik çalışmalarda bulunan fosiller arasında, evrimin öne sürdüğü gibi, canlıların, ilkel türlerden gelişmiş türlere, kademe kademe evrimleştiğini göstermesi gereken ara-geçiş formlarına hiçbir yerde rastlanamamıştır.
Sonuçta evrimciler, büyük bir gayretle evrime delil toplamaya çalışırlarken, bizzat kendi elleriyle evrim diye birşeyin olamayacağını ispatlamışlardır.
Bugünkü savunulduğu şekliyle evrim düşüncesini ilk ortaya atan kişi, amatör bir İngiliz biyolog olan Charles Darwin'dir. Darwin evrimci tezlerini 1859'da yayınladığı, "Türlerin Kökeni" (The Origin of Species) isimli kitabında ortaya attı. Darwin'in bu kitabında iddia ettiğine göre, yaşayan tüm canlılar ortak bir kökene sahipti ve doğal seleksiyon yoluyla birbirlerinden türemişlerdi. Ortama en iyi şekilde uyum sağlayanlar özelliklerini gelecek nesillere aktarıyor, böylece bu yararlı değişimler zamanla birikerek bireyi atalarından tamamen farklı bir canlıya dönüştürüyordu. İnsan ise, doğal seleksiyon mekanizmasının en gelişmiş ürünüydü. Kısaca, bir türün kökeni başka bir türdü.
Darwin'in ileri sürdüğü fanteziler özellikle belli siyasi ve ideolojik görüşlere sahip çevrelerde büyük rağbet gördü. Teori oldukça popüler olmuştu. Çünkü o devirdeki mevcut bilgi düzeyi Darwin'in hayali senaryolarının gerçek dışı olduğunu göstermek için henüz yeterli değildi. Öyle ki Darwin'in, varsayımlarını öne sürdüğü dönemde genetik, mikrobiyoloji, biyokimya gibi bilim dallarının daha hiçbiri ortada yoktu. Sözünü ettiğimiz bu bilimler Darwin'in tezlerinden daha önce keşfedilmiş olsaydı, Darwin, teorisinin tamamen bilim dışı olduğunu görecek ve böyle anlamsız bir iddia ortaya atamayacaktı. Zira türleri belirleyen bilgiler genlerde mevcuttu ve doğal seleksiyonun genlerde değişiklikler meydana getirerek yeni türler türetmesi mümkün değildi.
Darwin'in kitabının yol açtığı yankılar sürerken Avusturyalı botanikçi Mendel 1865 yılında kalıtım kanunlarını keşfetti. Mendel'in yüzyılın sonuna kadar pek duyulmayan keşifleri 1900'lü yılların başında genetik biliminin ortaya çıkmasıyla önem kazandı. Yine aynı yıllarda genler ve kromozomların yapısı keşfedildi. 1950'li yıllarda genetik bilgiyi saklayan DNA molekülünün keşfi ise teoriyi büyük bir krize soktu. Çünkü DNA'daki dev bilginin kaynağı, rastgele oluşumlarla açıklanamazdı.
Bu tür bilimsel gelişmelerin yanısıra, yıllarca süren kazılarda, ilkel türlerin kademe kademe gelişerek evrimleştiklerini göstermesi gereken ara-geçiş formları da bir türlü bulunamamıştı.
Bütün bu gelişmelerin, bilim dışı olduğu ortaya çıkan Darwin'in teorisini tarihin tozlu raflarına kaldırması gerekirdi. Ancak belli çevreler ısrarla teoriyi revizyona sokmaya, yenilemeye ve her ne şekilde olursa olsun bilimsel platforma oturtmaya çalıştılar. Bütün bu çabalar, teorinin ardında bilimsel kaygılardan ziyade ideolojik bir takım hedeflerin olduğunu göstermesi açısından oldukça anlamlıydı.
Bu gelişmeler üzerine, gittikçe açmaza giren teorinin her ne pahasına olursa olsun ayakta tutulması gerektiğine inanan bazı çevreler vakit kaybetmeden yeni bir model uydurdular. Bu yeni modelin adı neo-Darwinizm idi. Buna göre, canlıların genlerindeki mutasyon denilen ufak değişikliklerle türler evrimleşiyor, ve doğal seleksiyon yöntemi ile güçlü olanlar hayatta kalıyordu. Ancak, canlıların meydana gelmesi için, ufak değişimlerin yetmediği, ayrıca neo-Darwinizmin ileri sürdüğü mekanizmaların geçersizliği anlaşılınca evrimciler yeni model arayışlarını sürdürdüler. Ve 'sıçramalı evrim' adını verdikleri yeni bir iddia ortaya atarak hiçbir bilimsel ve mantıksal dayanağı olmayan bir model ileri sürdüler. Buna göre canlılar birdenbire, hiçbir ara geçiş formu olmadan bir başka türe dönüşüyorlardı. Başka bir deyişle o güne kadar hiçbir evrimsel "ata"ları olmayan türler bir anda meydana geliyordu. Aslında bu yaratılışın tarifiydi, ancak evrimcilerin bunu kabul etmeye yanaşmaları mümkün değildi. Bu gerçeği, akılalmaz senaryolarla gizlemeye çalışıyorlardı. Örneğin tarihteki ilk kuşun �nasıl olduğu açıklanamaz bir biçimde� bir sürüngen yumurtasından ortaya çıkmış olabileceği söyleniyordu. Aynı teoriye göre, etobur kara hayvanları, geçirdikleri ani ve kapsamlı bir değişiklikle birdenbire dev balinalara dönüşmüş olabilirlerdi. Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir. Charles Darwin Bilinen tüm genetik, biyofizik ve biyokimya kurallarına aykırı olan bu iddialar, ancak kurbağaların prenslere dönüştüğünü anlatan çocuk masalları kadar bilimseldi. Ama neo-Darwinist teorinin içine girdiği kriz karşısında sıkıntıya düşen bazı evrimci paleontologlar, bundan kaçmak için neo-Darwinizm'den daha da saçma olan bu teoriye sarıldılar.
Bu modelin tek hedefi, neo-Darwinist modelin açıklamayadığı fosil boşluklarını açıklamaktı. Ancak fosil boşluklarını "kuşların sürüngen yumurtalarından aniden çıktıklarını" öne sürerek ya da benzeri iddialarla açıklamaya kalkmak başlı başına akıl dışıdır. Çünkü bir türün bir başka türe evrimleşmesi için, genetik bilgisinde çok büyük oranda ve faydalı bir değişiklik gerekir. Oysa hiçbir mutasyon genetik bilgiyi geliştirmez, ona yeni bir bilgi eklemez. Mutasyonlar sadece genetik bilginin eksilmesine ve bozulmasına yol açarlar. Sıçramalı evrim savunucularının hayal ettikleri "grosmutasyonlar" ise, genetik bilgide "gros" yani dev azalma ve bozukluklar oluştururlar.
Sıçramalı evrim teorisi, ilk bakışta da anlaşıldığı gibi, geniş bir hayal gücünün ürünüydü. Ama bu açık gerçeğe rağmen, evrim savunucuları bu teoriye itibar etmekten çekinmediler. Çünkü Darwin'in öngördüğü evrim modelinin, fosil bulguları ile bir türlü ispatlanamaması onları buna zorluyordu. Darwin, türlerin yavaş yavaş değiştiklerini öne sürmüştü. Bu ise, tarihte yarı kuş-yarı sürüngen, yarı balık-yarı sürüngen gibi ucube varlıkların yaşamış olmasını gerektiriyordu. Ancak evrimcilerin tüm araştırmalarına ve bulunan yüzbinlerce fosile rağmen, bu tür "ara-geçiş formları"nın tek bir tanesine bile rastlanamadı.
Evrimciler, sıçramalı evrim modeline, bu büyük fosil fiyaskosunu örtbas edebilmek umuduyla el attılar. Ancak başta da vurguladığımız gibi bunun bir fantezi olduğu son derece açıktı ve çok kısa sürede kendisini tüketti. Sıçramalı evrim modeli, hiçbir zaman tutarlı bir model olarak öne sürülmedi, ama kademeli evrim modeline uymadığı açıkça belli olan durumlarda bir kaçış yolu olarak kullanıldı. Günümüzde evrimciler, canlılardaki hemen hepsi karmaşık yapılara sahip olan �göz, kanat, akciğer, beyin, vs. gibi� organların kademeli evrim modelini çok açık biçimde yalanladığını gördüklerinden, bu noktalarda sıçramalı evrim modelinin fantastik izahlarına sığınmak zorunda kalırlar.
EVRİM TEORİSİNİ DOĞRULAYAN HERHANGİ BİR FOSİL KAYDI VAR MIDIR?
Evrim teorisi, bir türün bir başka türe dönüşmesinin milyonlarca yıllık bir zaman dilimi içerisinde yavaş ve aşamalı olarak gerçekleştiğini söyler. Bu iddianın mantıksal sonucu ise, bu geçiş dönemi sırasında "ara-geçiş formu" adı verilen ucube canlıların yaşamış olmasını gerektirir. Evrimciler, tüm canlıların kademeli olarak birbirlerinden türediklerini iddia ettikleri için de, bu ara-geçiş formlarının türlerinin ve sayılarının milyonlarca olması gerekir.
Eğer gerçekten bu tür canlılar yaşamışlarsa, fosil kayıtlarında bunların kalıntılarına da rastlanması gerekir. Çünkü bu teze göre, ara geçiş formlarının sayısının, bugün bildiğimiz hayvan türlerinden bile fazla olması ve dünyanın dört bir yanında fosilleşmiş olarak bulunması gerekmektedir.
Nitekim Darwin'den bu yana yoğun bir şekilde hep bu fosiller arandı, fakat evrimciler için sonuç acı verici bir hayal kırıklığıydı. Bu dünyada hiçbir yerde -ne bir kıtada, ne de bir okyanusun derinliklerinde- tek hücreli organizmalarla kompleks omurgasızlar arasındaki herhangi bir ara geçiş formuna rastlanamadı.
Aslında Darwin de bu arageçiş formlarının yokluğunun farkındaydı. Fakat yine de en büyük beklentisi aranan arageçiş formlarının gelecekte bulunmasıydı. Ancak bu ümitli bekleyişine rağmen, teorisinin en büyük açmazının bu konu olduğunu görüyordu. Bu yüzden, şöyle yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Darwin endişelenmekte haklıydı. Çünkü evrimcilerin tüm ümitlerine ve çabalarına rağmen, ne Darwin zamanında ne de Darwin'den bu yana dünyanın hiçbir yerinde �ne bir kıtada ne de bir okyanusun derinliklerinde� bu ara-geçiş formlarına rastlanamadı. Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılarız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Fosil kayıtlarındaki bu boşluklar, yeterince fosil bulunamadığı ve birgün aranan fosillerin ele geçeceği gibi bir avuntuyla da açıklanamaz. Bir başka evrimci paleontolog T. N. George, bunun nedenini şöyle açıklamaktadır:
Fosil kayıtlarının (evrimsel) zayıflığını ortadan kaldıracak bir açıklama yapmak artık mümkün değildir. Çünkü elimizdeki fosil kayıtları son derecede zengindir ve yeni keşiflerle yeni türlerin bulunması imkansız gözükmektedir... Her türlü keşfe rağmen fosil kayıtları hala (türler arası) boşluklardan oluşmaya devam etmektedir.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Konu TImezOne tarafından (18 Temmuz 2008 Saat 17:15 ) değiştirilmiştir.
|