Tekil Mesaj gösterimi
Alt 18 Temmuz 2008, 12:33   #2
Çevrimdışı
TImezOne
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Allah akılla Bilinir.




MADDENİN YARATILIŞI Büyük Patlama'nın ardından maddenin temel yapıtaşı olan atom meydana gelmiştir. Daha sonra bu atomlar biraraya gelerek içinde yıldızlarıyla, dünyası ve güneşiyle evreni oluşturmuşlardır. Ve sonra yine aynı atomlar dünya üzerindeki yaşamı oluşturmuşlardır. Çevrenizde gördüğünüz herşey; bedeniniz, oturduğunuz koltuk, elinizde tuttuğunuz kitap, pencereden görünen gökyüzü, toprak, beton, meyveler, bitkiler, bütün canlılar ve aklınıza gelebilecek tüm maddeler, Büyük Patlama'nın arkasından var olan atomların bir araya gelmesiyle hayat bulmuşlardır.

Peki herşeyin temel taşı olan atom neden oluşmuştur ve nasıl bir yapı göstermektedir?
Atomların yapısı incelendiğinde her birinin çok üstün bir tasarım ve düzen içinde oldukları görülür. Her atomun bir çekirdeği, çekirdek içinde belirli sayıda protonları ve nötronları vardır. Ayrıca çekirdek etrafında hiç değişmeyen yörüngelerde saniyede 1000 km. hızla dönen elektronlar vardır.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Bir atomdaki elektron ve protonların sayısı her zaman birbirinin aynısıdır, çünkü artı yüklü protonla eksi yüklü elektron her zaman birbirini dengeler. Eğer birinin sayısı farklı olursa, atomun elektromanyetik dengesi bozulacağından atom diye bir şey de oluşamaz. Atomun çekirdeği, çekirdeğin içindeki proton ve nötronları ve etrafındaki elektronları sürekli bir dönüş halindedir. Bunlar hem kendi çevrelerinde hem de birbirlerinin etrafında hiç durmadan belirli hızlarla dönerler. Bu hızlar da hep birbirlerini orantılayacak ve atomun varlığını sürdürmesini sağlayacak şekildedir. Asla bir düzensizlik, değişiklik, farklılık oluşmaz.
Yokluğun içinde meydana gelen büyük bir patlamanın ardından, bu kadar düzgün ve kararlı yapıda varlıkların ortaya çıkması insanı hayrete düşürecek bir olaydır. Çünkü Büyük Patlama'nın kontrolsüz, tesadüfi bir patlama olduğunu farz etsek, ardından doğal olarak yine kontrolsüz şeylerin oluşması, oluşan herşeyin yine büyük bir karmaşayla başka yerlere dağılması gerekirdi.

Oysa varlığın başlangıcından itibaren her noktada tam bir düzen hakimdir. Örneğin, hepsi farklı yerlerde ve zamanlarda oluşmalarına rağmen sanki birbirlerinden haberdarmış ve sanki tek bir fabrikadan çıkmış gibi çok düzgün atomlar oluşmaktadır. Önce elektronlar kendilerine bir çekirdek bulmakta ve onun etrafında dönmeye başlamaktadırlar. Sonra atomlar bir araya gelerek maddeyi oluşturmakta ve tüm bunların ardından bir anlam ifade eden, amaca yönelik ve mantıklı şeyler çıkmaktadır. Karmaşık, işe yaramayan, anormal ve amaçsız şeyler ise ortaya çıkmamaktadır. En küçük birimden, en büyük parçaya kadar herşey yerli yerinde ve çok amaçlıdır...

Bütün bunlar üstün kuvvet sahibi olan Yaratıcı'nın varlığının kesin ispatı, herşeyin O'nun dilediği şekilde ve dilediği zamanda oluştuğunun da açık bir göstergesidir. Nitekim Allah yaratmasını Kuran'da şöyle ifade etmektedir:
O, gökleri ve yeri hak olarak yaratandır. O'nun "ol" dediği gün (herşey) oluverir, O'nun sözü haktır... (En'am Suresi, 73)

BIG BANG'İN ARDINDAN
Ama evrenin kesinlikle bir amacının olduğunu gösteren bir olay var ki, o da evrenin şans eseri orada durmadığıdır. Bazı insanlara göre 'evren sadece oradadır işte.' Öylesine olmaya devam ediyor. Biz de kendimizi birdenbire bu şeyin içinde buluvermişiz. Bu bakış açısının, evreni anlamamızda çok verimli ya da yardımcı olacağını sanmıyorum. Bence evren ve onun varlığının altında bugün henüz pek sezemediğimiz çok daha derin bir şeyler gizli.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Evrenin kökeni ile ilgili çeşitli araştırmalar yapan fizikçi Roger Penrose'un yukarıdaki sözleri son derece önemlidir. Bu sözlerin ifade ettiği gibi, birçok insan evrenin tüm mükemmel dengesi ile öylesine var olduğu ve kendisinin de o evrenin içinde öylesine yaşadığı gibi yanlış bir fikre kapılabilmektedir.

Oysa bugün bilim çevreleri tarafından evrenin varoluş şekli olarak kabul gören Büyük Patlama'nın ardından, son derece kusursuz ve hayret verici bir düzenin oluşması aslında hiç de doğal karşılanabilecek bir durum değildir.
Atomun yapısındaki düzen kainatın tümünü etkisi altına alır. Atom ve parçacıkları belli bir düzen dahilinde hareket ettikleri için dağlar dağılmaz, karalar birbirinden ayrılmaz, gök parçalanmaz, kısacası madde birarada ve sabit durur.

Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Kısacası evrendeki muhteşem sistemi incelediğimizde, evrenin var oluşu ve işleyişinin tesadüfi nedenlerle açıklanamayacak kadar karmaşık bir düzen ve hassas dengelere dayandığı gerçeğiyle karşılaşırız. Açıkça anlaşılacağı gibi bu hassas denge ve düzenin muazzam bir patlamanın sonrasında kendi kendine ve tesadüfen gerçekleşmesi kesinlikle imkansızdır. Big Bang gibi bir patlamanın ardından böyle bir düzenin meydana gelmesi, ancak doğaüstü bir yaratılış sonucunda gerçekleşebilir.

Evrendeki bu eşsiz plan ve düzen, maddeyi yoktan var eden ve onun her anını kontrolü ve hakimiyeti altında bulunduran sonsuz bir bilgi, güç ve akıl sahibi bir Yaratıcı'nın varlığını ispatlamaktadır. O Yaratıcı, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbi olan Allah'tır.

Tüm bu gerçekler bize, bir 19. yüzyıl dogması olan materyalist felsefenin iddialarının 20. yüzyıl bilimi tarafından nasıl geçersiz kılındığını da göstermektedir.

Modern bilim, evrende hakim olan büyük plan, tasarım ve düzeni ortaya çıkararak, tüm varlıkları yaratan ve kontrolü altında bulunduran bir Yaratıcı'nın, yani Allah'ın varlığını ispatlamıştır.

Asırlar boyunca pek çok insanı etkileyen, hatta bir dönem "bilimsellik" maskesine bile bürünen materyalizm ise, herşeyi maddeden ibaret sayarak, maddeyi yoktan var eden ve düzenleyen Allah'ın varlığını reddetmiş ve böylelikle büyük bir yanılgıya düşmüştür. Bundan böyle, akla ve bilime aykırı ilkel ve batıl bir inanç sistemi olarak tarihe geçecektir.


GÖKLERDEKİ VE YERDEKİ DELİLLER
Milyonlarca küçük tuğlayı bir araya getirerek çok gelişmiş bir şehir maketi inşa ettiğinizi düşünün. Bu şehrin içinde gökdelenler, birbirinin içine geçmiş yollar, tren istasyonları, havaalanları, alışveriş merkezleri, yer altına kurulmuş metrolar, bunların yanında akarsular, göller, ormanlar ve bir sahil olsun. Aynı zamanda sokaklarında dolaşan, evlerinde oturan, işyerlerinde çalışan yüzlerce insan da olsun. En ufak bir detayı bile atlamayın. Yollardaki trafik lambalarını, bilet kesen gişeleri, bir otobüs durağının tabelasını bile...

Sonra birisi size gelip her bir taşını özenle seçtiğiniz, en ince ayrıntısına kadar planlayarak kurduğunuz bu şehrin tüm parçalarının tesadüfen biraraya geldiğini ve bu şehri oluşturduğunu söylese, karşınızdaki kişinin akıl sağlığı hakkında ne düşünürsünüz?

Şimdi tekrar inşa ettiğiniz şehre dönün, tek bir parçayı yerleştirmeyi unuttuğunuzda ya da yerini değiştirdiğinizde bütün şehrin birdenbire yıkılabileceğini düşünün. Ne kadar büyük bir denge kurmanız ve düzen oluşturmanız gerektiğini tahmin edebiliyor musunuz?

İşte içinde bulunduğumuz dünyadaki yaşam da insan aklının alamayacağı kadar çok detayın biraraya gelmesi ile mümkün olmaktadır. Bu detaylardan sadece birinin veya birkaçının olmaması, dünyada yaşamın olmaması anlamına gelebilir.

Maddenin en küçük parçası olan atomdan içinde milyarlarca yıldızı barındıran galaksilere, dünyanın ayrılmaz bir parçası olan Ay'dan içinde bulunduğu Güneş Sistemi'ne kadar herşey, her detay, müthiş bir uyum içinde çalışmaktadır. Özenle kurulmuş olan bu sistem adeta bir saat gibi hiç aksamadan işlemektedir. Öyle ki insanların tümü, milyarlarca yıldır süregelen bu sistemin hiçbir detay unutulmaksızın işlemeye devam edeceğinden öylesine emindirler ki, 10 yıl sonra gerçekleştirmeyi düşündükleri bir olayın planını bile rahatlıkla yapabilirler. Hiç kimse ertesi gün güneşin doğup doğmayacağının endişesini taşımaz. İnsanların büyük çoğunluğu, "dünya güneşin çekim alanından aniden çıkar da kapkara uzay boşluğunda bilinmeyene doğru yol alır mı?", "böyle bir şeyin olmasını ne engelliyor?" diye düşünmez.

Yine insanların çoğu, uykuya dalarken beyinlerinin dinlendiği gibi kalplerinin ya da solunum sistemlerinin de dinlenmeyeceğinden son derece emindirler. Oysa bu iki hayati sistemden sadece birinin bile birkaç saniyeliğine durması kolaylıkla hayatımıza mal olacak sonuçlar doğurabilir.

İşte tüm hayatı kuşatmış olan ve her olayı "normal seyrinde akıyor" şeklinde değerlendirmeye sebep veren "alışkanlık gözlüğü" çıkarıldığında, aslında herşeyin pamuk ipliğine bağlı denilebilecek şekilde ince planlanmış, birbirine bağlı sistemlerden oluştuğu rahatlıkla görülebilir. Gözünüzü çevirdiğiniz her noktada kusursuz bir düzenin hakim olduğunu fark edersiniz. Elbetteki böyle bir düzeni ve uyumu oluşturan büyük bir güç vardır. Bu gücün sahibi, herşeyi yoktan var eden Allah'tır. Bir ayette şöyle denir:
O biri diğeriyle 'tam bir uyum (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman' (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir "çelişki ve uygunsuzluk (tefavüt)" göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip gezdir; herhangi bir çatlaklık görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip gezdir; o göz umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana geri dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)
Gerek gökyüzü, gerek yeryüzü, gerekse bu ikisi arasında yaşayan canlılara baktığımızda her birinin tek tek kendilerini var eden Yaratıcı'nın varlığını ispatladığını görürüz.

Aşağıdaki bölümde her insanın görüp de üzerinde nasıl var olduğunu veya varlığını nasıl devam ettirdiğini düşünmeden geçip gittiği canlılardan ve doğa olaylarından bahsedeceğiz. Eğer Allah'ın yeryüzündeki tüm delillerini yazmaya kalkışacak olsak, bunu binlerce ansiklopedi cildine dahi sığdıramayız. O yüzden bu bölümde üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken olayları yalnızca kısa hatırlatmalarla geçeceğiz.

Ancak yalnızca bu kısa hatırlatmalar dahi Kuran'ın ifadesiyle "düşünüp öğüt alabilen" vicdanlı kişilerin hayatlarındaki en önemli gerçeği görmelerini veya en azından bir kez daha hatırlamalarını sağlayacaktır.

Çünkü, Allah vardır...

O, örneksiz yaratandır ve O, akılla bilinir.

İNSAN VÜCUDUNDAKİ MUCİZELER


Biz hiç farkında değilken vücudumuz içerisinde milyonlarca iş yerine getirilir. Bunların birçoğu, birkaç dakikalığına bile aksaklık gösterdiği takdirde insanda tamiri imkansız hastalıklara hatta ölüme yol açabilir.

Ancak insan, tek bir hücreden nasıl olup da yetişkin bir insan haline geldiğini düşünmediği gibi, her an gözünün önünde olan bedeninin de nasıl böyle kusursuz şekilde işlediğini araştırmaz. Bu yüzden de yaşamını ne derece "pamuk ipliğine bağlı" olaylar sayesinde sürdürebildiğini bilmez. Yalnızca bir hastalık veya fiziki bir sıkıntı ile karşılaştığında kendi kontrolü dışında işleyen vücut sisteminin önemini düşünmeye başlar. Fakat bu da pek uzun sürmez; sağlığı yerine geldiğinde herşeyi unutur gider.

Oysa Allah, bedeninin hem içinde hem de dış görünümünde sayısız iman delilini insan için sergilemektedir. İnsan bedeninin yalnızca dış görünümüne bakıldığında dahi Allah'ın mükemmel sanatı hemen görülebilir. Her insanda mevcut olan vücut simetrisi; iki kolun, iki bacağın olması, gövdenin kollara, bacaklara ve başa olan orantısı ilk bakışta dikkat çekecek derecede muntazamdır. Bu orantıların her biri Allah tarafından tam bir uyum üzerine kurulmuştur. Örneğin;

Her insanın beden uzunluğu baş uzunluğunun sekiz mislidir,

Yüzü burun uzunluğunun üç katından oluşur,

İki göz arasında bir göz boyu mesafe vardır,

Kol ve bacak orantıları ve uzunlukları hem estetiğe hem de tam anlamıyla ihtiyaca yöneliktir.

Yukarıda verilen simetri ile ilgili detayları görebilmek için etrafınızdaki insanlara göz gezdirmeniz yeterlidir; bu özellikleri her birinde ayrı ayrı görebilirsiniz. Ve hatta tüm bu özellikler şu ana kadar yaşamış milyarlarca insan üzerinde de görülmüştür ve (Allah'ın dilemesi ile) bundan sonra yaşayacak olan insanlarda da görülecektir.

Dış görünümüyle mükemmel bir dizayna sahip olan insanın içinde de apayrı olaylar gerçekleşir, kendisinin hiç farkında olmadığı binlerce mucize peşpeşe meydana gelir. Beyinden karaciğere, safra kesesinden böbreklere kadar her organ bu kusursuz işleyişe sahiptir. Organlarda ve vücut içi sistemlerin işleyişinde görülen tüm olaylar şaşırtıcı bir düzen ve ahenk içinde oluşur.

Vücudumuz içinde her an yaşanan bu düzen, ahenk ve inceliği anlatmak için belki yüzlerce örnek verilebilir. Nitekim bedenin Yaratıcısı'nın ilmi sonsuzdur ve insanın kavrayışının çok ötesindedir. Ama insan bedenindeki sayısız örnek içinden birkaç tanesini seçip burada anlatmak, insanı kusursuzca var eden Allah'ın varlığını, büyüklüğünü, gücünü, ilmini ve sanatını biraz olsun görebilmemize yardımcı olacaktır.

"EKSİK GÖZLE GÖRÜLMEZ"


Göz, canlıların yaratılmış olduğunun en açık delillerinden biridir. Gerek insan gözü, gerekse hayvan gözleri, olağanüstü tasarımlara sahiptirler. Bu etkileyici organ, dünyanın en karmaşık aygıtları ile dahi karşılaştırılamayacak üstünlüktedir.

Gözün yaklaşık 40 ayrı hassas parçanın birleşmesinden oluşan çok karmaşık bir sistemi vardır. Bu parçalardan sadece birinin üzerinde düşünelim. Örneğin göz merceği... Biz çoğu zaman farkında olmayız, ama cisimleri net görmemizi sağlayan şey, göz merceğinin her saniye hiç durmadan "otomatik odaklama" yapmasıdır. İsterseniz bu konuda küçük bir deney yapabilirsiniz: İşaret parmağınızı havada tutun. Sonra bir parmağınızın ucuna, bir de arkasındaki duvara bakın. Bakışınızı parmağınızdan duvara doğru her çevirdiğinizde bir "ayarlama" olduğunu hissedeceksiniz.

Bu ayar, göz merceğinin etrafındaki küçük kaslar tarafından yapılmaktadır. Her bakış değişiminde bu kaslar devreye girer ve merceğin şişkinliğini değiştirerek ışığın doğru açıda kırılmasını ve istediğiniz cismi net olarak görmenizi sağlar. Mercek bu ayarı hayatınız boyunca hiç hata yapmadan her saniye gerçekleştirmektedir. Fotoğrafçılar aynı ayarlamayı fotoğraf makinelerinde elle yaparlar ve doğru odaklamayı elde etmek için bazen uzun uzun uğraşırlar. Modern teknoloji sonucunda 10-15 yılda otomatik odaklama yapan kameralar üretilmiştir, ama hiçbir kamera göz kadar hızlı ve kusursuz odaklama yapamamaktadır.

Bir gözün görebilmesi için ise, bu organı oluşturan yaklaşık 40 temel parçanın hepsinin aynı anda birden var olması ve uyum içinde çalışması gerekir. Mercek bunlardan sadece biridir. Kornea, konjonktiva, iris, göz bebeği, retina, koroid, göz kasları, göz yaşı bezleri gibi diğer tüm parçalar olsa ve çalışsa, ama bir tek göz kapağı olmasa göz kısa sürede büyük bir tahribata uğrar ve görme işlevini yitirir. Yine aynı şekilde tüm organeller var olsa, ama gözyaşı üretimi dursa, göz birkaç saat içinde kurur, yapışır ve kör olur.

Gözün bu karmaşık yapısı karşısında evrimcilerin "tesadüfler zinciri" iddiası tüm anlamını yitirmektedir. Çünkü gözün işe yarayabilmesi için aynı anda tüm bölümleriyle birlikte var olması gerekir. Evrimci bir bilim adamı, bu gerçeği şöyle itiraf eder:

Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

Oldukça kompleks bir yapıya sahip olan göz, görme işleminin gerçekleşme aşamasında tek bir parçanın, örneğin gözyaşı bezlerinin olmaması durumunda göremez.
Elbette gözün oluşumuna karar veren, gözün sahibi olan canlı değildir. Zira görmenin ne demek olduğunu dahi bilmeyen bir canlının görebilmek için bir görme organı talebinde bulunması ve kendi bedeni üzerinde bunu inşa etmesi imkansızdır. O halde canlıları görme, duyma vs. gibi duyularla yaratan üstün bir Akıl Sahibinin varlığını kabul etmek zorundayız. Aksi takdirde şuursuz hücrelerin görme, duyma gibi şuur gerektiren işlevleri, kendi talepleri ve becerileri ile kazandıkları iddia edilmiş olunur. Bunun ise asla mümkün olamayacağı açıktır. Nitekim Kuran'da, görmenin Allah tarafından verildiği şöyle bildirilmiştir:
De ki: "Sizi inşa eden, size kulak, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne az şükrediyorsunuz?" (Mülk Suresi, 23)
Gözlerin ve kanatların ortak özelliği ancak bütünüyle gelişmiş olduklarında vazifelerini yerine getirebilmeleridir. Bir başka deyişle eksik gözle görülmez, yarım kanatla uçulmaz.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bu ise, gözün, bütün parçalarıyla birlikte bir anda ve kusursuz olarak ortaya çıktığını göstermektedir. Yani göz, tüm diğer organlarımız gibi, Allah tarafından kusursuz bir biçimde yaratılmıştır.

KULAKTAKİ ÜSTÜN TASARIM


Hiç aklınıza gelmiş miydi?... Siz bir müzik parçasını ya da bir konuşmayı dinlerken, büyük bir mucize gerçekleşiyor. Havada yayılan ses titreşimleri saniyede 350 kilometrelik bir hızla kulağınıza ulaşıyor. Ve o ana kadar sadece birer fiziksel hareket olan titreşimler, kulağınızda gerçekleşen inanılmaz derecedeki karmaşık işlemler sayesinde "ses"e dönüşüyor. Ayrıca bu olaylar, saniyenin binde birinden daha hızlı bir şekilde yaşanıyor....

Duyma işlemi, az önce de belirttiğimiz gibi havada yayılan titreşimlerle başlar. Titreşimler kulak kepçesine ulaştığında, "duyma" dediğimiz işlem de başlamış olur.
19. yüzyılın ilkel bilim düzeyi içinde düşünen Charles Darwin, evrim teorisini ortaya atarken kulak kepçesini işe yaramayan ve bu nedenle de evrim süreci içinde körelmiş bir organ olarak tanımlamıştı. Oysa çağımızdaki bilimsel araştırmalar, kulak kepçesinin sesleri toplamaya ve yönlendirmeye yaradığını, kulak kepçesinin içindeki kıvrımların da sesi yönlendirmek için gerekli en uygun akustik düzene sahip olduğunu göstermiştir. Kulak kepçesinin "konka" adı verilen kısmı bir tür megafon görevini yapar ve ses dalgalarını dış kulak yolunda yoğunlaştırır. Bu şekilde ses dalgalarının şiddeti yaklaşık 17 desibel artırılmaktadır.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]

KULAK ZARINDAKİ HASSASİYET
Böylece güçlendirilen ses, dış kulak yoluna girer. Dış kulak yolunda bilindiği gibi düzenli olarak salgılanan bir kulak sıvısı vardır. Bu sıvının önemli bir özelliği, bakterileri ve böcekleri kulaktan uzak tutan bir tür zehire sahip olmasıdır. Yani kulağı koruyan özel bir sıvıdır bu. Ayrıca bu sıvının kulağın içine doğru değil, dışına doğru akması gerektiği de düşünülmüş ve dış kulağın yüzeyindeki hücreler, dış yöne doğru bir spiral oluşturacak şekilde dizilmişlerdir. Aksi halde, bu sıvı kulağımızı doldurur ve bizi sağır edebilirdi.
Dış kulak yolundan geçen ses titreşimleri, kulak zarına varırlar. Kulak zarı öylesine hassastır ki, molekül boyutundaki titreşimleri bile algılar. Bu sayede, gürültüsüz bir ortamda, sizden metrelerce uzakta fısıldayan bir insanı kolaylıkla duyabilirsiniz. Ya da iki parmağınızı birbirine yavaşça sürterek elde ettiğiniz titreşimi işitebilirsiniz.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Ancak burada önemli bir sorun vardır. Bu denli küçük titreşimlere hassas olan kulak zarı, bir yandan da kendisini besleyen damarlardaki kan basıncının verdiği büyük titreşimlerle karşı karşıyadır. Kulak zarını besleyen kılcal damarlarda ilerleyen kan hücreleri, bir tünelin içinde yuvarlanan kayalara benzetilebilecek ölçüde ses titreşimleri meydana getirirler. Ama biz bu sesi hiç duymayız. Peki bu nasıl olur?

Bu, vücutta yaratılan olağanüstü bir sistem sayesinde olur. Kulak zarına kan damarlarından ulaşan parazit ses, sinir sistemi tarafından dışarıdan gelen diğer seslerden ayrıştırılır. Aynen bir müzik kaydındaki parazit ve hışırtıları temizleyen gelişmiş bilgisayarlar gibi, sinir sistemi de kan damarlarının kulak zarına yaptığı titreşimleri temizler. Bu sayede, tüm hayatımız boyunca kan damarlarımızın basıncından doğan sesleri dinlemekten kurtuluruz.

ORTA KULAKTAKİ MEKANİZMA
Kulak zarı, kendisine ulaşan titreşimleri güçlendirerek orta kulak bölgesine ulaştırır. Burada örs, çekiç ve üzengi olarak bilinen ve birbiri ile çok hassas bir dengede temas eden üç küçük kemik vardır. Bu kemikler de zardan kendilerine ulaşan titreşimleri yükseltirler.

Ancak bu sistem bazen de aşırı yüksek sesleri düşürmeye yarar. Bu özellik, örs, çekiç ve üzengi kemiklerini kontrol eden, vücudun en küçük boyuttaki iki kası tarafından sağlanır. Bu kaslar, aşırı derecede yüksek seslerin iç kulağa geçirilmeden önce hafifletilmesini sağlarlar. Bu sayede bizim için şok yaratacak derecede yüksek sesleri daha alçak düzeylerde duyarız.

Bu kaslar bizim kontrolümüz dışında, otomatik olarak devreye girerler. Öyle ki, biz uyurken yanıbaşımızda yüksek sesli bir gürültü meydana geldiğinde bile, bu kaslar hemen kasılır ve iç kulağa giden titreşimin şiddetini düşürürler. Eğer böyle bir mekanizma olmasaydı, şiddetli sesler kolaylıkla iç kulağı zedeleyebilir ve sağırlığa neden olabilirdi. Ancak herşey çok iyi planlanmış ve kulak, hem en düşük sesleri duyabilecek hem de aşırı yüksek seslerden korunabilecek bir mekanizma ile yaratılmıştır.

Bu denli kusursuz bir tasarıma sahip olan orta kulağın önemli bir dengeyi korumaya ihtiyacı vardır. Bu denge, orta kulaktaki hava basıncı ile, kulak zarının öteki tarafındaki, yani atmosferdeki hava basıncının eşit olması zorunluluğudur. Ancak bu denge de düşünülmüş ve orta kulak ile dış dünya arasında hava alışverişi sağlayan bir "havalandırma kanalı" var edilmiştir. Bu kanal, orta kulaktan ağzımıza kadar uzanan ve içi boş bir boru olan östaki borusudur.

TİTREŞEN TÜYCÜKLER VE SESİN DOĞUŞU


Bir noktaya dikkat edelim: Buraya kadar anlattıklarımızın tümü, dış ve orta kulakta meydana gelen titreşimlerden ibarettir. Titreşimler sürekli iletilmektedir, ama hala ortada mekanik bir hareketten başka birşey yoktur. Yani ses yoktur.

Bu mekanik hareketlerin sese dönüştürülmeye başlaması, iç kulak adı verilen bölgede olur. İç kulaktaki en önemli organ, içi sıvıyla kaplı olan spiral bir bölmedir. Sahip olduğu şekil nedeniyle "salyangoz" olarak adlandırılır.

Salyangozun içindeki sıvıya ulaşan titretişimler, bu sıvının içinde dalgalanmalar oluştururlar. Salyangozun iç duvarlarında ise, bu sıvının dalgalanmalarından etkilenen küçük tüycükler vardır. Bu tüycükler, sıvıdaki dalgalanmalara göre belli belirsiz şekilde hareketlenirler. Eğer güçlü bir ses gelirse, daha fazla sayıdaki tüycük, daha güçlü bir biçimde eğilir. Dış dünyadaki her ayrı ses frekansı, bu tüycükler üzerinde ayrı etkileşimler oluşturmaktadır.
Peki ama bu tüycüklerin hareketinin anlamı nedir?

Cevap çok ilginçtir: Bu tüycükler, aslında salyangozun iç duvarını çevreleyen yaklaşık 20 bin ayrı hücrenin tepesinde yer alan birer maniveladırlar. Tüycükler bir titreşim algıladıklarında hareket ederler ve bu hareket, tüycüklerin altındaki hücrelerin kapılarını açar. Bu sayede hücrelere iyon girişi olur. Tüycükler ters yöne yattıklarında ise hücre kapıları bu kez kapanırlar. Bu sürekli hareket, hücrelerin kimyasal dengelerini de sürekli değiştirir ve onların elektrik uyarıları üretmelerini sağlar. Bu elektrik uyarıları, sinirler aracılığıyla beyne iletilir ve beyin de bunları yorumlayarak ses haline getirir. Beynin bu yorumu nasıl yaptığı, bir et parçasından başka bir şey olmayan bu organın, kendisine ulaşan elektrik sinyallerini nasıl insan sesine, gökgürültüsüne ya da bir müzik eserine dönüştürdüğü, asla açıklanamayan bir sırdır.

Yapılan araştırmalar, tüycüğün bir atomun yarıçapı kadar bile hareket etmesinin hücredeki reaksiyonun başlaması için yeterli olabildiğini göstermiştir. Bu konuyu inceleyen uzmanlar tüycüğün bu hassaslığını tarif etmek için ilginç bir örnek verirler. Buna göre, tüycüğün ünlü Eyfel Kulesi boyutlarında olduğunu düşünürsek, ona bağlı hücredeki etki, bu kulenin tepesinin sadece üç santimetre oynaması durumunda bile başlayabilmektedir.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Tüycüklerin bir saniyede ne kadar salındıkları sorusunun cevabı da çok ilginçtir. Bu, sesin frekansına göre değişir. Frekanks yükseldikçe, tüycüklerin salınım sayısı inanılmaz rakamlara ulaşır. Örneğin 20 bin frekansta bir ses duyduğumuzda, tüycükler de saniyede 20 bin kez salınmış olurlar.

Kısacası, dinlediğimiz bir piyano sesi, gerçekte iç kulak salyangozumuzdaki tüycüklerin her notaya göre farklı hareket etmelerinden, bu farklı hareketlerin her seferinde tüycüklere bağlı hücrelerde farklı iyot dengeleri oluşturmalarından ve bu kimyasal işlemlerin elektrik sinyalleri üretmesinden ibarettir. Hücreler, bu inanılmaz işlemleri yaşamımız boyunca her saniye hiç yorulmadan, bozulmadan ve deforme olmadan yaparlar...

Buraya dek incelediğimiz tüm bilgiler, bizlere işitme organımız olan kulakların olağanüstü bir tasarıma sahip olduğunu göstermektedir. Kulağın, içiçe geçmiş onlarca karmaşık mekanizmanın uyum içinde çalışmasıyla işlev gören, kusursuz bir sistemi vardır. Modern bilim ve teknoloji ise, bu sistemi taklit etmek bir yana, çalışma prensiplerini tüm ayrıntılarıyla çözmeyi dahi başaramamıştır.

Elbette böylesine karmaşık bir tasarımın evrim teorisinin iddia ettiği gibi rastlantılarla ortaya çıkması imkansızdır. Her tasarım, kendisini var eden bilinçli bir tasarımcının varlığını gösterir. Kulaktaki üstün tasarım ise, bu organı kusursuzca yaratmış olan Allah'ın varlığını ve doğaya olan hakimiyetini ispat etmektedir.

Bu gerçek karşısında insana düşen ise, kendisine böyle bir organı ve dolayısıyla işitme duyusunu vermiş olan Allah'a şükredici olmaktan başka bir şey değildir. Nitekim, Kuran'da insanlara şöyle seslenilir:
De ki: "Sizi inşa eden yaratan, size kulak, gözler ve gönüller veren Allah'tır. Ne az şükrediyorsunuz?" (Mülk Suresi, 23)

İNSANIN İÇİNDEKİ ORDU


Vücudunuzun derinliklerinde, her gün sizin hiç farkında olmadığınız bir savaş yaşanır. Savaşın bir tarafı, vücudunuza girip onu ele geçirmeyi hedefleyen bakteri ve virüsler, diğer tarafı ise vücudu bu düşmanlara karşı koruyan savunma hücreleridir.

Düşmanlar, hedefledikleri bölgeye girmek için saldırı vaziyetinde beklerler ve ilk fırsat bulduklarında hedef bölgeye doğru yönelirler. Ancak hedef bölgenin güçlü, düzenli ve disiplinli askerleri, düşmanlara kolay kolay geçit vermezler. Savaş alanına ilk önce düşmanları yutarak etkisiz kılan askerler (fagositler) gelir. Fakat kimi zaman savaşın boyutları bu askerlerin kabiliyetlerinin üstündedir. O zaman devreye başka askerler girer (makrofajlar). Onların devreye girmesi, hedef bölgede bir alarm durumunun oluşmasına sebep olur ve başka askerleri savaş meydanına çağırırlar (Yardımcı T hücreleri).

Bunlar bölge halkını çok iyi tanıyan askerlerdir. Hemen kendi ordularıyla düşmanı birbirinden ayırt ederler. Ve hiç vakit kaybetmeden silah yapımında görevli olan askerlere haber gönderirler (B hücreleri). Bu askerler de olağanüstü yeteneklere sahiptirler. Düşmanı hiç görmedikleri halde, onları etkisiz hale getirebilecek yapıdaki silahları üretebilmektedirler. Ayrıca ürettikleri silahları, kendi üzerlerinde taşıyarak gitmesi gereken yere kadar götürürler. Ancak bu yolculuk sırasında, hem kendilerine hem de kendi taraftarlarına zarar vermemek gibi zor bir görevi başarırlar. Daha sonra vurucu timler devreye girer (Öldürücü T hücreleri). Bunlar da üzerlerinde taşıdıkları zehirli maddeyi düşmanın en can alıcı yerine vererek, onlardan kurtulmayı başarırlar. Zaferin kazanılması durumunda savaş meydanına başka bir asker grubu gelir (Baskılayıcı T hücreleri) ve tüm savaşçılar karargahlarına gönderilir. Son olarak savaş meydanına gelen askerler (Bellek hücreleri) düşmana ait tüm bilgileri, aynı durumla tekrar karşılaşılması halinde kullanmak üzere hafızalarına alırlar.

Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.

Bir B hücresi bölünürken görülüyor.
Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Bakterilerle kaplı bir B hücresi. Burada sözü edilen mükemmel ordu, insan bedenindeki savunma sistemidir. Anlatılanların hepsi, gözle görülmeyecek kadar küçük hücreler tarafından gerçekleştirilmektedir. (Daha detaylı bilgi için bakınız: Cavit Yalçın, Düşünen İnsanlar İçin Göklerde ve Yerdeki Deliller, 2.b., İstanbul: Global Yayıncılık, Şubat 1997)

Acaba kaç kişi bedeninde böylesine düzenli, disiplinli ve mükemmel bir ordu taşıdığının farkındadır? Dört bir yanının, ciddi şekilde rahatsızlanmasına, hatta ölmesine sebep olabilecek mikroplarla çevrili olduğunun kaçı bilincindedir? Gerçekten de solunan havada, içilen suda, yenilen yemekte, dokunulan her yerde insan için oldukça tehlikeli olabilecek mikroplar vardır. İnsanın kendisi tüm bunlardan habersizken, vücudundaki hücreler, onu belki de ölüme götürebilecek bir hastalığın pençesinden kurtarmak için var güçleriyle savaşırlar.

Savunma hücrelerinin hepsinin, vücut hücresi ile düşman hücresini birbirinden ayırt edebilecek kapasitede olmaları, B hücrelerinin görmedikleri düşmanı etkisiz kılabilecek bir silah hazırlayabilmeleri, onları kendi bünyelerine zarar vermeden, hiçbir vücut hücresine değdirmeden gereken yere kadar taşıyabilmeleri, sinyal alan hücrelerin hiç itiraz etmeden görevlerini tam olarak yapmaları, her birinin ne yapmaları gerektiğini bilebilmeleri, işleri bittiğinde tekrar sorun çıkarmadan yerlerine dönmeleri, bellek hücrelerinin hafızalarının bu denli güçlü olması, bu sisteme olağanüstü sıfatını kazandıran özelliklerden sadece birkaçıdır.

Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
Savunma hücreleri
(sarı renkli),
kanser hücreleriyle savaş halinde
Bu forumdaki linkleri ve resimleri görebilmek için en az 25 mesajınız olması gerekir.
İşte bu sebeplerden dolayı savunma sisteminin, oluşum hikayesi şimdiye kadar hiçbir evrimci yazar tarafından yazılamamıştır.

Savunma sistemi olmayan ya da tam olarak faaliyetini yapamayan bir insanın hayatta kalması da oldukça güçtür. Çünkü bu durumda dış dünyadaki tüm mikrop ve virüslere karşı savunmasız hale gelir. Günümüzde böyle kimseler ancak özel bir çadırda, dışarıdaki hiçbir madde ile doğrudan temas etmeden belli bir süre yaşamlarını devam ettirebilmektedirler. Dolayısıyla ilkel ortamdaki bir insanın, savunma sistemi olmadan türünü sürdürmesi söz konusu bile olamaz. Bu durum da bizleri, savunma sistemi gibi son derece karmaşık bir sistemin ancak tek bir seferde, tüm elemanları ile birlikte yaratılmış olduğu gerçeğine götürmektedir.

HER DETAYI PLANLANMIŞ BİR SİSTEM


Nefes almak, yemek yemek, yürümek vs. insanlar için çok doğal olaylardır. Ama insanların büyük bir kısmı bu hayati olayların nasıl meydana geldiğini düşünmez. Örneğin bir meyve yediğinizde, o meyvenin nasıl vücudunuza yararlı hale geleceğini düşünmezsiniz. Siz iyi bir besin alıyorum düşüncesindeyken vücudunuz, bu besini "iyi" hale çevirebilmek için hiç düşünemeyeceğiniz kadar detaylı işlemler yapar.

Bu detaylı işlemlerin yapıldığı sindirim sistemi bir yiyeceğin ağıza alınmasıyla çalışmaya başlar. Sistemin hemen başında devreye giren tükürük, besinleri ıslatarak dişler tarafından öğütülmelerini ve yemek borusundan aşağı kaymalarını kolaylaştırır.

Yemek borusu, yiyeceklerin mideye ulaştırılmasında görev alır. Mideye gelindiğinde ise mükemmel bir denge ile karşılaşılır. Besinlerin midedeki sindirimi, bu organın içindeki hidroklorik asit tarafından gerçekleştirilir. Ancak bu asit o denli güçlüdür ki, yalnız besinleri değil, mide duvarlarını bile eritebilecek kapasiteye sahiptir. Fakat elbette, kusursuz sistem içinde böyle bir hataya müsaade edilmemiştir. Sindirim sırasında salgılanan "mukus" adlı bir salgı midenin tüm duvarlarını kaplar ve hidroklorik asidin parçalayıcı etkisine karşı mükemmel bir koruma sağlar. Böylece midenin kendi kendini yok etmesi engellenmiş olur.

Sindirim işleminin devamı da aynı derecede planlıdır. Besinlerin sindirim sistemi tarafından parçalanmış, işe yarayan kısımları, ince bağırsak çeperleri tarafından emilerek kana karışır. İnce bağırsağın iç yüzeyi "villus" adı verilen küçük kıvrımlarla kaplıdır. Villusların üzerindeki hücrelerin üst kısımlarında da "mikrovillus" denilen mikroskobik uzantılar bulunur. Bu uzantılar birer pompa gibi çalışarak besinleri emerler. Böylece bu pompaların emdikleri besinler, dolaşım sistemiyle vücudun her yanına ulaştırılırlar.

Burada dikkat edilmesi gereken, yukarıda çok basitçe özetlediğimiz sistemi evrimin hiçbir şekilde açıklayamadığıdır. Çünkü evrim, küçük yapısal değişikliklerin, basamak basamak üst üste eklenmesiyle, ilkel canlılardan bugünkü karmaşık organizmaların oluştuğunu savunur. Oysa açıkça görüldüğü gibi, midedeki sistemin basamak basamak oluşmasına imkan yoktur. Tek bir faktörün dahi eksik olması canlının sonunu getirir.

Midedeki sıvının besin geldiğinde parçalayıcı özellik kazanması, bir dizi kimyasal işlem sonucunda gerçekleşir. Sözde evrim süreci içinde, midesinde böylesine planlı kimyasal dönüşüm yapılamayan bir canlı düşünün. Midesindeki sıvı bir türlü parçalayıcı özellik kazanmayan canlı, yediklerini sindiremeyecek, midesinde sindirilmemiş bir yiyecek kütlesi olduğu halde, besinsizlikten ölecekti.

Ayrıca bu parçalayıcı asit salgılanırken, aynı anda mide duvarlarının mukus denen salgıyı üretmesi gerekir. Aksi takdirde midedeki asit mideyi parçalardı. Dolayısıyla hayatın devamı için midenin her iki sıvıyı da (asit ve mukus) aynı anda salgılaması gerekir. Bu da bize evrimcilerin dediği gibi aşama aşama tesadüfi bir oluşum değil, bir anda bütün sistemleriyle bilinçli yaratılışın olması gerektiğini göstermektedir.

Tüm bunlar, insan vücudunun birbiriyle mükemmel biçimde uyumlu küçük makinelerden oluşan dev bir fabrikaya benzediğini göstermektedir. Ve nasıl her fabrikanın bir tasarımcısı, mühendisi, planlayıcısı varsa, insan bedeninin de kusursuzca var eden, üstün güç sahibi bir Yaratıcı'sı vardır.


Konu TImezOne tarafından (18 Temmuz 2008 Saat 17:16 ) değiştirilmiştir.
 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet reklamver