İSTANBUL EFENDİSİ
Bir gazete haber veriyor: Eski İstanbul Efendisi tipinden, Türkün 5 asırdır oturduğu İstanbul, nâm-ı diğer "İslâmbol", yahut "Der’aliyye" veya "Dersaadet" isimli beldede, kala kala, ancak yüzde on nispetinde bir kısım kalmış...
Ne hazin!
Eski İstanbul Beyefendi ve Hanımefendisi gerçekten çarpıcı bir keyfiyet sahibiydi ve bu keyfiyet, kendi medeniyetinden bıkkın (Piyer Loti)yi büyülemişti. Bugün bu keyfiyet, kemiyetten yana bunca eksildikten sonra, o güzelim renkleri, çizgileri, sesleri ve edâları, edepleri yeni nesillere anlatabilmek, eşyanın dördüncü buudundan bahsetmek gibi bir şey oluyor.
Bu mâna, birçok bakımdan tereddiye uğramış olsa bile 1918 mütâreke yıllarına kadar mevcuttu. Cumhuriyetin ilânından sonraysa, her gün, eski konakların kadife perdeleri gibi, sola sola nihayet tavan arasına kaldırıldı; ve yerine (naylon) örtüler yerleştirildi. Örtü mü, örtüsüzlük mü?
Derken İkinci Cihan Harbiyle beraber, İstanbul üzerine bir moğol istilâsı... Moğol ordugâhı halinde şehri kuşatan gecekondular, gecekondu tipleri ve onları tâkip eden, toprağına ve hüviyetine dargın köylüler... Bir de sermâyesini şehri rezil etmekte kullanan apartman inşaatçıları...
"Kâtibim" şarkısının, Tanbûrî Cemil Bey mızrabının, "Sivastopol" marşının ve "Telgrafın Telleri" türküsünün seslendirdiği, renklendirdiği ve biçimlendirdiği eski İstanbul, son haliyle Yahya Kemal’e de bir ciğer yarası olmuş ve ona, işte o İstanbul’dan bir eşya gibi, toprak altına sığınmaktan başka çare bırakmamıştı.
Yahya Kemal, zaman ve mekânını kaybetmiş sanatkârdan ne güzel bir örnektir; ve "zaman ve mekânını kaybeden bülbül nasıl yaşar?" hikmetine ne canlı misâldir!
Boğaziçinde denizüstü bir ahşap yalıdan, Erenköyünde eski bir paşa köşküne kadar sâbık İstanbul çizgilerini 10-15 katlı, deniz kumundan mâmul, yüzsüz apartmanlar kalabalığı içinde hüzün ve hicapla bekleşir görüyorum da, o mekânların eski sahiplerini işaretleyici mezar taşlarına âşina gözle bakıyorum.
Şair Nef’î "güneşle tartılsa yeridir!" dediği elmas İstanbulu şimdiki hâliyle görseydi, ona, "çingene mangalında tüten bir marsık!" demezdi de ne derdi?
(15 Haziran 1978)