Piyanonun arka arkaya çaldığı birkaç küçük melodi bir ses nehri halinde ve berrak olarak delikanlının ağzından dökülüyordu. İşi çabuk bitirmek istiyenler usulen Aliye bir şarkı daha söylettiler. Bu sefer birinciye nazaran çok fazla gayret sarfeden ve her şeyin bu bir tek şarkıya bağlı olduğunu sezen Ali en güzel şarkısını söyledi. Hiç de fena değildi. Hatta orada bulunanlar: "Mükemmel!" der gibi başlarını sallıyorlardı. Fakat şarkı bitip Ali saziyle bir kenara çekilir çekilmez onu derhal unuttular. Sarışın delikanlı yine plaklardan öğrenme bir tango söyledi. Muhakkak ki güzel sesi vardı. Artık imtihan kafi görülerek bu çocuğun ne yolda yetiştirilmesi lazım geldiğine dair münakaşalara geçildi. Bütçe meselesi ortaya atıldı. Hazirandan evvel talebe olarak alınırdı, alınmazdı gibi sözler oldu. Hiç kimse ayni odada bir kenarda bir de Sıvaslı Alinin bulunduğunun farkında değildi. Onu ta buralara kadar getiren dostum, münakaşa edenlerin yanında, hiçbir şey dinlemeden duruyordu. İkimiz de Alinin yanına gitmeğe cesaret edemiyor, hatta onun yüzüne bile bakamıyorduk.
Ben yavaşça gözlerimi kaldırınca hayret içinde kaldım. Alide hiç de feci bir halde bulunan bir insan tavrı yoktu. Boş gözlerle biraz evvelki gibi duvarları süzüyordu. Sanki bu odadakiler onu zerre kadar alakadar etmiyen kimselerdi. Yüzünde en ufak bir teessür, en küçük bir hiddet yoktu. Hatta oldukça uzun süren bir sıkıntıdan, bir işkenceden kurtulmuş gibi sakin, dinlenen bir hali vardı. Gözleri sarışın tenora rastladıkça bir müddet duruyor, belki biraz hayret ve merakla onu süzüyordu. Bu bakışlarda küçük bir haset, hatta gıpta aradım ve bulamadım.
Sazı yine silah gibi sağ ayağının yanında idi ve bu ayağı gayet küçük bir hareketle yerden kalkıyor ve tekrar parkelere dokunuyordu. O zaman içimde bir şeyin burkulduğunu hissettim. Genç adamın bütün yeisi, bütün inkisarı, bütün kırılan ümitleri bu ufak ayak hareketinde kendini gösteriyordu. Vücudunun her tarafına hakim olan, yüzünün en ufak bir ürpermesiyle bile içindekileri dışarı vurmıyan, gözleri sonsuz bir derinlik ve sükunet içinde yumuşak bir ışıkla parlıyan bu adam farkında olmadan kendini sağ ayağının bir minimini ve sinirli kımıldamasiyle boşaltıyordu. Ömrümde hiçbir insan yüzü, hiçbir ağlayış bana bu kadar acı, bu kadar manalı görünmemişti.
Kendimi toplıyarak onun yanına doğru yürüdüm. Onunla muhakkak konuşmak, ona bir şeyler söylemek lazımdı. Konyaya nasıl dönecekti? Cebindeki son parayı vererek bu sazı almıştı. Şimdi ne yapacaktı?
Yanına gider gitmez ayağının hareketi durdu. Arkadaşım da gelmişti. Çabucak hazırladığı bir yalanı söylemeğe başladı:
"Ali, evladım! Senin sesini beğendiler ama, yaşın biraz büyüktü. Buraya yirmiden fazla olanları almıyorlar. Senin için uğraşıp hususi bir şey yaptıracağız. Fakat uzun sürer belki, sen Konyaya dön, biz işin olunca seni buldurur, haber veririz"
Ali bütün bunları, fevkalade ehemmiyetli bir şeymiş gibi, kaşlarını hafifçe kaldırarak dinliyor, adeta ezberlemeğe çalışıyordu. Fakat gözleri bana ilişince irkildim. Nedense bu siyah ve büyük gözler bana sahibinin bu lafların bir tekine bile inanmadığını ifşa eder gibi geldi.
Herhangi bir şey yapmış olmak için:
"Gelin, bir lokantada yemek yiyelim!" dedim.
Odadakilerin münakaşası hala devam ediyordu. Bizim çıktığımızın farkına bile varmadılar.
Bir kebapçıdan karnımızı doyurduk ve bu esnada hemen hiçbir şey konuşmadık. Onu kandırmağa imkan yoktu. "Seni çağırıp zahmet verdik, affedersin! de denilemezdi.
Ben bunları düşünürken kebapçıdan çıktık. Ali bir şey söylemek ister gibi birkaç kere yutkundu ve boynunu bükerek:
"Sizi mahcup çıkardım, beyim, sakın kusura kalmayın!" dedi.
Sonra, hayret edilecek bir şeyden bahsediyormuş gibi gözlerini hafifçe açarak devam etti:
"Ben o odada bir türlü sesimi bulamadım!"
Ve yanımızdan ayrılıp gitti.
Ertesi sabah, aramızda topladığımız birkaç lirayı kendisine vermek ve onu Konya otobüslerine bindirip selametlemek için Haymana hanına giden arkadaşıma hancı, Sıvaslı Alinin, sazını iki liraya satıp yol parası yaptığını ve şafakla kalkan bir kamyona binip Konya yolunu tuttuğunu söylemiş.(1937) |