Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
|
Dostum, Ankaraya geldikten sonra, hakikaten o delikanlının işi ile hiç durmadan meşgul oldu. Onu bir müzik mektebine yerleştirmeğe muhakkak azmetmişti. Bu kadar üstüne düştüğü bu iş hakkında konuştuğumuz zaman:
"Bilmezsin, kardeşim" diyordu. "oğlanın sesi kulaklarımdan gitmiyor, ben bu işin acemisi değilim, aşağı yukarı kendime insan sesi esnafı diyebilirim, fakat böyle bir sesi az dinledim."
Ben de kendisi gibi düşünmekle beraber, daha akıllı görünmek için şöyle diyordum:
"Hakkın var. Fakat o sesin bizim üzerimizde bu kadar kuvvetli iz bırakmasında onu dinlediğimiz gecenin hiç tesiri yok mu idi acaba? Mehtap! Şırıltısı hak duyulan, kah kaybolan küçük dere... İki dağ arasında uzanan kıvrıntılı dar vadi, ve nihayet hiç beklemediğimiz bir amele çadırından tabiatin içine yayılıveren bir ses... Bütün bunlar, o gecenin ürkek sessizliğinde bizi garip bir romantizm içine atmış ve alelade veya biraz daha iyice bir sesi bize fevkalade gibi göstermiş olamaz mı?"
Fakat bunlara rağmen, Sıvaslı Aliyi buldurup Ankaraya getirmek ve onu burada da dinleyerek sesini terbiye ve inkışaf ettirmek, itiraz edilecek bir fikir değildi. Ne kadar yazılmış dahi olsak, herhalde birinci sınıf bir istidat karşısında bulunduğumuz inkar edilemezdi.
Arkadaşım şimdiden hulyalar içinde yüzüyordu. Sıvaslı Alini bir gün meşhur ve dünyaca tanınmış bir opera tenoru olarak Avrupa şehirlerinde konserler verdiğini düşünüyor:
"Onun frak içindeki vücudunu ve beyaz yakasından fırlayan kırmızı yüzünü görmek, harikulade bir şey olacak!" diyordu.
Nihayet istediğini yaptırdı. Birçok yerlere başvurarak Sıvaslı Alinin Ankaraya getirilmesini temin etti. Bu işlerle uğraşan makamlar zaten yeni istidatlar aramakta idiler. Sık sık imtihanlar yapılıyor ve opera mugannisi yetiştirmek için talebe seçiliyordu. Bu meyanda Konyaya yazıldı. Pek uzun olmıyan bir araştırmadan sonra bizim genç tenor bulundu. Yol parası Konya belediyesince temin edilerek Ankaraya gönderildi.
İmtihanın yapılacağı mektebin müdür odasına girer girmez, bir kenarda elinde saziyle bekleyen Sıvaslı Aliyi tanıdım. Yüzü biraz daha kırmızı, bakışları adamakıllı ürkekti. Ökçesi basık ayakkaplarının arkasından topukları delik çorapları görünüyor ve üzerinde bulunduğu halı tabanlarını yakıyormuş gibi sık sık ayak değiştiriyordu. Sazını bir silah gibi sağ ayağının kenarına dayamış, sapını iki parmağiyle yakalamıştı. Odada konuşup gülüşenlerin yüzüne bakmıyor, gözlerini yerde ve karşı duvarda gezdiriyordu.
Odadakilerle selamlaştıktan sonra Ali ile konuştum. Yolculuğun nasıl geçtiğini sordum. "Kötü değil!" dedi. Elindeki saz yeni idi. Gülümsiyerek yüzüne baktım, derhal anladı: "İndiğim handa buldum, sekiz kağıt verip aldım. Benim kırık saz ile efendilere çalmak yakışık almaz herhalde!" dedi.
Siyah ve güzel gözleri, şimdi aydınlıkta ve açık olduğu halde, bana o akşam gördüğüm gibi yarı kapalı hissini verdiler. Dikkat edince bu büyük ve dalgın gözlerin daimi bir rüya içinde yaşadığını farkettim. Bir anda kendimi onun yerine koymak istedim.
Buraya kimbilir neler düşünerek gelmişti? Herhalde dostumun kafasından geçen opera muganniliği ve fraklı Avrupa konserleri ona yabancı idi. Olsa olsa Ankarada "büyüklerden" birkaç kişinin kendisini dinliyeceğini, belki beş on kuruş vereceğini düşünmüş olabilirdi. Hatta belki de daha sağlam bir istikbalin kendisini beklediğini sanıyor, beğenildiği takdirde hademelik, kapıcılık gibi bir işe konularak kayırılacağını ve arasıra "büyük" meclislerde saz çalıp beş on kuruş alacağını ümidediyordu. Bazan valilerin bile böyle aşıkları koruduklarını, onlara meclislerinde saz çaldıklarını herhalde duymuştu.
Mektebin muhtelif milletlere mensup müzisyenlerinin türkçe, almanca, fransızca konuşmaları ortalığı doldururken, müdür odasının kapısı vuruldu ve içeriye iki kişi girdi. Bunlardan biri maarif müfettişi idi. Biraz evvel vekalete müracaat eden ve imtihan edilmek istiyen bir çocuğu getiriyordu. Orta mektep mezunu olduğunu ve sesini hocalarının beğendiğini söyliyen bu sarışın, oldukça şişman, dalgalı saçlı, cesur bakışlı bir delikanlı idi. Odada bulunanlar "hay hay!" dediler. Zaten bir tenoru imtihan edeceklerdi, ikisini de dinliyebilirlerdi.
Hep birlikte çıktık. Arkadaşım memnun ve kendisinden emin bir tavırla imtihan odasını açtı. Burası parke döşeli, bir tarafında yeni kurulmuş sahnemsi bir yer bulunan geniş bir salondu. Sahneye yakın köşelerden birinde de bir kuyruklu piyano vardı. Oda birdenbire doldu. Gurup gurup türkçe ve frenkçe konuşmalar başladı. Bazan münakaşalar birbirini bastırıyor ve anlaşılmaz bir gürültü benim bile başımı ağrıtıyordu. Genç bir Alman kadını piyanoya geçip tuşlara dokundu. Sıvaslı Ali ömründe görmediği bir alete hayret dolu bir göz attı, sonra, ihtimal acemilik göstermemek için, lakayt bir hal almağa çalıştı. Bu sırada genç müzisyenlerden biri sahneye beyaz boyalı demir bir iskemle koyarak Aliye:
"Otur bakalım" dedi.
Diğer bir müzisyen atıldı:
"Canım, iskemleye oturup şan yapılır mı? Ayakta söylesin!"
"Amma yaptın ha, ayakta saz çalıp şarkı söyliyen halk şairi gördün mü?"
Bu münakaşa esnasında Ali, gözleriyle odanın bir hastahane amliyathanesine benziyen beyaz, çıplak duvarlarını, büyük, perdesiz pencerelerini seyrediyor ve odayı sesleriyle dolduran bir sürü adama, ameliyat masasına yatacak bir hastanın doktorlara bakışına benziyen ürkek nazarlar fırlatıyordu.
Benim yanımdaki geç müzisyenlerden birine:
"Bunu iskemleye oturtup söyletmek doğru olmaz, bağdaş kurup söylemeğe alışmıştır, belki sıkılır!" dedim.
O bir an "doğru" der gibi bana baktı, fakat sonra:
"Yok canım, ne münasebet! Frenklere karşı bağdaş kurup oturtmak olur mu? Herifleri kendimize güldürürüz!" dedi.
Ali, beyaz demir iskemleye, ateş üstüne oturuyormuş gibi, ilişti. Sazı tutan eli titriyor ve kırışan alnından kirpiklerine ve ayva tüylü yanaklarına terler süzülüyordu.
Konuşulanlar yavaş yavaş seslerini kestiler. Herkes bir köşeye yaslandı veya bulabildiği bir iskemleye oturdu, gözlerini sahnenin ortasında tek başına kalıveren Aliye dikti.
Genç adam iki dizini sımsıkı birbirine yapıştırmış, dişlerini sıkmıştı. Sazı kucağına aldı. Fakat bir türlü yerleştiremedi ve şaşırıp etrafına bakındı. Üzerine dikilen gözleri görünce büsbütün şaşırdı. Terler sarı mintanına arka arkaya damlamağa başlamıştı. Sağ eline kiraz kabuğundan tezenesini aldı, tellere birkaç kere dokundu.
Bu sesler onu bir an açar gibi oldular. Yüzüne sükunete benzer bir ifade geldi. Biraz daha çaldıktan sonra söylemeğe hazırlanarak boynunu oynattı. Öksürmek isteyip utanıyormuş gibi bir hali vardı. Nihayet gözlerini üzerimizden çekip tavanın bizim tepemizdeki köşesine dikerek, bir halk şarkısına başladı.
Sesi yine güzel, fakat birtakım hışırtılarla karışıktı. Yükselince pek belli olmıyan bu yabancı sesler alçaklara inince derhal kendilerini gösteriyorlardı. Ali de bunun farkında idi. Kendini toplamak istedi, fakat bu hareketiyle ancak boğazının adelelerini biraz daha gerdi ve yüzü daha çok kırmızılaştı.
Müthiş bir gayret sarfediyordu. Çenesinin yanlarından aşağı doğru uzanan ve iki küçük direk gibi kımıldamadan duran yuvarlak, katmerli et parçaları açıkça görünüyordu. Ali göğsünden kuvvetle fırlattığı bu sesi bu cenderenin arasından geçirebilmek için ter döküyordu. Nihayet şarkıyı bitirdi ve sazı eline alarak ayağa kalktı.
Alman müzisyenlerden biri derhal:
"Fena değil, fena değil... Ötekini de dinliyelim..."
Dedi ve başiyle sarışın genci gösterdi.
Yüzünde kendinden emin bir tebessümle sahnenin dört ayak merdivenini çıkan delikanlı hemen, hatta odadakilerin susmasını bile beklemeden, plaklara geçmiş bir halk şarkısına başladı. Evvela hafif ve tatlı çıkan sesi yavaş yavaş büyüdü ve bütün odayı dalga dalga dolduruverdi. Hakikaten güzel söylüyordu. Birkaç yerde, hanende taklidi, bayağı hünerler yapmağa özenmesine rağmen mükemmel bir ses materyaline sahip olduğu meydanda idi. Şarkıyı bitirir bitirmez yine deminki Alman "Bravo!" diye söylendi. "Bu çocuğu yetiştirebiliriz!"
Bu aralık gözlerim Aliye ilişti. Bu odada olanların hiçbirisiyle alakası yokmuş gibi gözlerini boşluklarda gezdiriyor ve canı sıkılan bir adam tavrı alıyordu. Piyanodaki genç kadın eliyle onu yanına çağırdı. Namzetlerin kulak terbiyeleri denenecekti. Sağ eliyle basit bir melodi çalarak almanca:
"Bunu aynen tekrar et!" dedi.
Türk müzisyenlerden biri izah etti:
"Piyanoya göre söyle bakalım!"
Ali bir bana, bir de gözleriyle arıyarak dostuma baktı. Ben "eyvah" dedim. Zavallı delikanlı ömründe görmediği, sesini duymadığı adını işitmediği bir aletin karşısına getirilmişti. Kendisine söylenen sözün manasını bile anlamıyordu. İzah etmek istedim:
"Oğlum, bu hanımın çaldığına göre ses çıkar."
Piyanodaki kadın ayni melodiyi tekrar etti, Ali büyük bir gayretle tekrar boynunu gererek:
Bir haber yolladım canan iline...
Diye başladı. Oradakilerden birkaçı güldü ve Ali derhal sustu.
"Yok, iki gözüm" dedim, "şarkı söyliyecek değilsin, bu sesleri çıkaracaksın."
Sıkıntı içinde gırtlağından birkaç ses fırladı, orada canı sıkılmış gibi duran Almanlardan biri eliyle sarışın tenoru çağırarak "bu söylesin" dedi. |