Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
|
Alabanda/ Halikarnas Balıkçısı (1886-1973)
Saç maşası satan adam güverte yolcularına ait sancak kıç omuzluğunun alabandasında dinelmiş bağıra bağıra mallarını methediyordu.
Günün son turuncu ışığı sönmek üzere idi. Denizin mavisi koyulaşmıştı. Dalga başlarından ise, çakmak çakılıyormuş gibi turuncu kıvılcımlar uçuyordu. Ufkun üzerinde parıldayan akşam yıldızı gökte bir gülüştü. Saç maşası satıcısının yüzünün yarısı turuncu yarısı açık menekşeydi. Adam, doğrusu, söz kuvvetiyle satıyordu. Sözler burgaçlanarak ve köpürerek ağzından şelâle halinde akıyordu. Etrafına halka olmuş çoğu erkekler ağızlarını açmış dinliyorlardı. Satıcının anlattığına göre gözü kârda değildi. Kâr mı? ne gezer efendim! Hatta ziyanına satıyordu. Kadınların en güzellerine saç maşası sağlamak üzere işte vapura binip diyar diyar gurbette geziyordu. Onları satmayacak, hediye edecekti.
Kendisi abur cubur satan alelâde bir işportacı değildi. Hâşa efendim! Ona yüksekten gelen bir ses, ''Yürü ya kulum! Git de bu maşaları güzellere sat!'' diye nida eylemişti, o da bu emir üzerine yola çıkmıştı. On kuruş ziyanla beher maşayı yirmi kuruşa hediye ediyordu. Zaten her isteyene hediye edemeyecekti. Çünkü elinde topu topu on beş tane kadar kalmıştı. İsteyen alır, isteyen almazdı. Yapacağı iş sadece onlara almak fırsatını vermekti.
Satıcının etrafında kalabılık halinde halka olmuş erkekler arasında yalnız iki dişsiz ihtiyar kadın vardı. Adam konuştukça ara sıra birbirlerinin yüzüne bakıp gülümsüyorlardı. Erkeklerin bazıları alaylı alaylı bakıyor, bazıları kaşlar çatık, ciddiyetle dinliyorlardı. Yalnız halka dışında gemi alabandasına şiltelerini sererek bağdaş kurmuş olan kadınlar tepeden tırnağa kadar göz kulak olmuşlardı. Adamın yanında toparlak yüzlü bir kadın oturuyordu. Oradan geçen bir Laz gemicinin tabirince, kadının sancak tarafının saçları maşalarla kıvırcık kıvırcık edildiği için dalgalı, iskele tarafının saçları için bonnaza sütlimanlık, yani düz. Adam maşaların bu marifetine işaret ediyordu. Ve permanat için gidip boşu boşuna bir sürü para vermemelerini, çünkü o maşalarla saçların istenildiği gibi kıvırcık ve bukle edilebileceklerini söylüyordu.
Alabandada oturanlar arasında iki çiftçi de vardı. Sabahtan beri birbirine ''maksulların'' nasıl olduğunu, havayı, yağmuru, kurağı tekrar tekrar sorup tekrar tekrar cevapladıktan sonra artık söyleyecek lafları kalmamıştı.
''Bukle'' sözünü duyunca, onun, ''U''sunu ''O''ya çevirerek gevrek gevrek gülüşüyorlardı.
Saçlarının yarısı kıvırcık yarısı düz olan kadın güya utanıyormuş gibi başını bir eğiyor, bir de sağa sola çeviriyordu. Maksadı saçlarını dört tarafa göstermekti. Teskere alarak köylerine dönmekte olan iki er yavukluları için birer maşa aldılar. Satıcı oradan ayrılınca dört beş kadın teker teker giderek birer maşa aldılar.
Alabandada şiltelerin üzerine bağdaş kurmuş olup da maşa satışıyla ilgilenmemiş olanlar arasında otuz beş yaşlarında bir köy öğretmeni kadın vardı. Biraz önce annesinden fena halde dayak yemiş olan sekiz yaşlarında bir yaramaz oğlanı teselliye uğraşıyordu. Çocuk ''Bu vapur on para etmez, babamın upuzun direkli bir yelkenli gemisi var'' dedi ve bu sözlerinin öğretmen kadında ne tesir yaptığını anlamak için ona dikkatli dikkatli baktı.
Öğretmen elinden geldiği kadar hayret ve hayranlıkla! ''Ah ne güzel!'' dedi. Oğlan ''Onun sahici direği, beyaz yelkeni var, bu kara kara tüten pis baca gibi değil'' diye ilâve etti. Çocuk devamla ''Biz babamla Amerika'ya giderken balık tutarız. Bu vapur kadar balıklar!'' dedi ve bu sözlerinin öğretmene güzel tesir ettiğini görünce heyecanlandı... Öğretmen çocuğun her söylediğine inanıyor gibi yapıyordu. Oğlanın yüzünde şanlı işler görenlere has bir gurur parladı ve ''Gemi giderken biz hep rakı içeriz. Bardakla değil doğrudan doğruya şişelerden içeriz. Şişeleri bir mil uzağa atarız. Şişeler batar, hiç çıkmaz'' dedi. Öğretmen ''Aman ne güzel!'' diye ellerini çırptı. Bu sefer çocuk öğretmene, bu peri midir melek midir, diye düşünerek hayranlıkla baktı. Kadın cebinden çıkararak çocuğa bir avuç şamfıstığı verdi. ''Rakım yok ama bak, bunları ben tuzladım. Belki hoşuna gider'' dedi. Küçük yarı çekingen ve yarı hayran, fıstıkları yemeğe koyuldu. Oğlan, doğrusu pek erken yaşında kadın kısmının entrikalarına ve tuzaklarına uğruyordu. Fıstıkları çiğnerken göz ucuyla kadına baktı. İşte bu kadın o akşamın pembeleşen ışığınde gül gibiydi; gülümsüyordu. Annesi gibi çatık kaşlı ve yaygaracı değildi. Oğlan kadına ''Sen evli misin?'' dedi. Öğretmen ''Hayır'' dedi. Oğlan memnun oldu. ''Ben büyüdüğüm zaman'' dedi. Kadın elini sallıyarak, ''Ona daha çok vakit var'' dedi. Çocuk, ''Eyi ya! ben büyüdüğüm zaman seninle evleneceğim'' dedi. Öğretmen güle güle çocuğa sarılarak öptü. ''Aman çok hoş olur. Aman seni sözüne bağlı tutmayayım bari. Belki o zamana kadar fikir değiştirirsin!'' dedi. Çocuk ''Ben büyüdüğüm zaman çok param olacak bir beygirim olacak, bir de tüfeğim, arslan kaplan avlayacağım, sabahtan akşama kadar, dondurma, elma şekeri ve kurabiye yiyeceğim'' dedi. Öğretmen, ''Hiç korkma onları ben yaparım'' diye cevapladı. Öteki ''Elbette yaparsın, beraber yiyeceğiz... Kırk tane oğlum olacak. Onlarla beraber oynayacağım. Ama bak kız çocuğu istemem!'' dedi...
Bunlar böyle konuşurken iki üç adım ötelerinde Denizci Davut alabandaya dayanmış bir denize bakıyor ve sonra gözlerini yukarıda birinci mevki güvertesinin parmaklığına göğsünü yaslayarak ihtiyar İkinci Kaptan'la görüşen bir genç kıza çeviriyordu. Delikanlı o kadar şiddetle ve hayranlıkla bakıyordu ki, kızı, dönüp kendisine bakmaya mecbur ediyordu. Kız ona bakınca göz göze geliyorlardı... Davut gözbağcıymış gibi kızın bakışını tutuyordu. Gözler birbirine bağlanıyordu. İkinci Kaptan mühim bir şeyin vaki olmakta olduğunu anladı. Denizcinin gözünde ne merhamet ve ne de arzu vardı. Fakat bunlardan çok daha derin ve engin bir şey vardı. Davut kızı kendisini kabul etmeye zorluyordu. Bir güverte yolcusu, bir fukara olduğu için değil, fakat o kız gibi bir insan olduğu için bakışı kızın en mühim tellerini titretmekte olduğunu yaşlı kaptan sezdi ve bir bahane ile kızın yanından ayrıldı. Kısa bir an için de olsa bu iki insan aynı çeşitten iki mahluk olduklarını anladılar. İki kuş gibi ayrı dallarda oturup birbirine bakıyorlardı.
Deniz seyahati her insanı az çok âdet zincirinden ve her günkü hayat çemberinden dışarı fırlatır ve insan gönülleri arasında büyük bir sempati akıntısı dolaştırır. İnsanlar gemiye birbirinin yabancısı olarak binerler.
Aradan bir iki gün geçince yabancılık duygusunun çoğu ortadan kaybolur. Şehirde ise birkaç eş dost müstesna insanlar yabancı olarak doğdukları gibi yabancı olarak yaşar, yabancı olarak da ölürler.
Birdenbire Davut gülümsedi, kız da gülümsedi. Bu, yabancılığı bir kenara atmak, tanışmak ve birbirini kabul etmekti. Belki de aralarında cereyan eden şeyden cinsiyet farkının -yani birisinin erkek ve ötekisinin dişi olmasının- payı vardı. Aralarında gözle görünmez kudretli bir bağ peydahlanmıştı. Bu bağ sınıf, zenginlik, fukaralık gibi yeryüzünün bir sürü mülâhazalarını aşıyordu. Bir an için Davut'un gözü kızın dudaklarına ve göğsüne indi. Kadının farkına varmadan göğsünü kabartışı bir kendini verişti.
İhtiyar Kaptan salonun merdiveninden inerken gemi kâtibine rastgeldi. Neden bilmedi fakat ona ''İnsan ne muamamalı mahluktur'' deyip geçti. Kâtip, acaba bizim moruk aklını mı oynattı diye başını sallayıp işine gitti.
Teskere alıp köye dönerken yavuklularına saç maşası almış olan erler, çocuğa bir avuç şamfıstığı vermiş olan köy öğretmeni kadın, Denizci Davut ve birinci mevkideki kız artık ölünceye kadar, gelip geçmiş o kısacık anı unutmayacaklardı. Ciddi ve mühim saydıkları bin bir hatırayla dolan varlıklarına bu ufak tefek şeyler sanki cennetteki meleklerin geçer ayak gönüllerine düşürmüş oldukları gülümsemelerdi.
(Türk Hikâye Antolojisi, İstanbul 1967, s. 56-60) |