Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
|
HALDUN TANER
ÖYKÜ / ON İKİYE BİR VAR
__________________________________________________ ____________
Nasıl başladı, ne vakit başladı, bilemiyorum. Ama ilk belirtiler, dokuz yaşımda iken patlak verdi.
Misafirlerle bahçede oturuyorduk. Yaşlı bir zat saati sordu. Aksi gibi, kimsede saat yoktu. Eniştem içeri, saate bakmaya koştu. Ben o aralık:
"Üçü yirmi geçiyor" diyivermişim.
Bu tutturuşa, önce kimse şaşmadı. Boğazda, geçen vapurlara bakıp zamanı bazen dakikası dakikasına kestirmek mümkündür. Görünürde vapur filan olmadığı anlaşılınca gözler faltaşı gibi açıldı:
"Peki ama nasıl bildin?"
"Bilmem" dedim. "Dilimin ucuna geliverdi işte."
Rahmetli halam:
"Tesadüf a canım" dedi. "Attı tuttu işte. Olmaz mı böyle şeyler."
Öbürküler de:
"Evet" dediler. "Tesadüf. Ama bu kadar olur yani."
İnsanlar, mantıklarının normal akışına uymayan olayları bu üç hece ile ne güzel ortadan kaldırıverirler. Kahinliğimin sırf bu tesadüfe dayandığı oybirliği ile kabul edildi. Hatta ben bile buna inandım. İnanacaktım.
Aradan iki hafta geçmiş geçmemişti ki, bir gece, ter içinde yatağımda uyandım:
"Bire beş var. Bire beş var" diye sayıklıyordum.
Kalktım. Lambayı yaktım. Dededen kalma ihtiyar duvar saati, bire beş kalayı gösteriyordu. Niye uyanmıştım? Bu sayıklama neden? Saatin bire beş kalayı gösterdiğini rüyada mı görmüştüm. Yoksa, uyku ile uyanıklık arasında mı içime doğdu. Biraz sonra saat "dan" diye biri vurunca kafama tokmak yemiş gibi ayıldım. Hayır. Bu defaki tesadüf olamaz. Başım dönüyor, kulaklarım uğulduyordu. İçimi, tarifsiz bir korku kapladı. O güne kadar benden gizli içime işlemiş durmuş bir saatin tik taklarını, ilk defa o anda duyar gibi oluyordum. Bu tik tak, kalbimin atış temposunda olsa şaşmayacağım. Ama değil. Acele işleyen bir cep saatininkine de benzemiyor. Çok ağır, daha tok... Tıpkı, ağırbaşlı bir pandül gibi... Önce, bir kabus geçiriyorum sandım. Kalkıp elimi, yüzümü yıkadım. O tempo, hala kulaklarımda zonklayıp duruyor. Yalının boş odalarından birine kapandım. Boşuna... Gecelikle bahçeye çıktım. Rıhtıma vuran dalgaların temposu da, şaşılacak derecede içimdeki ölçüye uyuyor. "Lamı cimi yok, tozutuyorum" dedim. Ter içinde yığılmışım. Gelip beni ayıltmışlar, yatağıma yatırmışlar. Boş odalarda ne aradığımı, bahçeye neden çıktığımı sordular. Söylemedim. Hastalıktan, doktordan oldum bittim korkarım. Bunu, bir delilik başlangıcı sanmıştım. Söylemezsem, sanki kendi kendine düzelecekti. Sırrımı, evdekilere açmamakla iyi etmemişim. Belki o zaman bir çaresine bakar, önüne geçerlerdi. İlk korkularım yatışınca, bu keşfimden övünç bile duymaya başladım. Saate bakmadan saati bilişim, mektep arkadaşlarım arasında duyuluverdi. Saati olanlar saatlerini düzeltiyor, olmayanlar dersin bitmesine kaç dakika kaldığını benden soruyorlardı. Benim, bu marifetimi bilmeyenlerle bahse girip, sırtımdan para kazanan açıkgözler bile oldu.
Üniversiteye geçince, bu melekem daha da kesinleşti. Şimdi artık yalnız akreple yelkovanın değil, saniye ibresinin bile kaçta bulunduğunu bildiğim oluyordu. Bir keresinde bir atletizm maçında sekiz yüz metre derecesini daha kronometrörler ilan etmeden bilişim, o zamanki gazetelere bile geçti. Hatta bunun üzerine, zamanın en tanınmış ruh doktorlarından biri, beni arayıp buldu. Birtakım sualler sordu. Saat tahminleri yaptırdı. Sonra doktorlar cemiyetinde, hakkımda bir tebliğ yayınladı. Hiç unutmam, rapor: "Süjede, aşırı derecede gelişmiş bir samia ve altıncı his derecesinde bir zaman hafızası müşahade edildi" diye başlıyordu.
Bana kalırsa, ben bunu soyaçekme ile izah taraflısıydım. Şeceremi araştırdım, bulmadım. Ama soyumda muhakkak zamanla, saatle fazlaca uğraşmış bir insan, ne bileyim ben, bir saatçi, bir muvakkit bulunmalı. Yoksa doktorun dediği gibi, bütün suçu odamdaki duvar saatine yüklemek, bana biraz tek taraflı bir izah gibi geliyor.
Odamdaki saat, atalarımdan kalma bir duvar saatidir. Tam karşımda, dedemin bir hattı ile büyük babamın üniformalı resmi arasında, sanki onlardan bir şeymiş gibi durur. Dünyaya ilk geldiğimde kulağımın ilk aldığı ses, onun tik tak'ları olmuş. Çocukluğumun, sade çocukluğumun mu ya, gençliğimin de gecesini gündüzünü o saatin tik tak'ları noktaladı. İçimdeki pandülün tik tak'ları da tıpı tıpına tam onun pandülünün temposunda. Öyle ağır, öyle tok.
İmdi doktorun tezi şu: Normal üstü bir duyma hassam olduğu için şuuraltım, bu pandülün temposunu adeta bir plak gibi zaptedip kendisine sindirmiş. Şimdi ben, o yokken bile onu duyar gibi oluyor, bir yankısı gibi onun temposunu idame ettiriyormuşum. Hasılı, onunla denk işleyen canlı bir saat olup çıkmışım.
Bu durumda bana:
"Öyleyse neden çeyrekleri, yarım saatleri, saat başlarını çalmıyorum?" diye sormaktan başka bir şey kalmıyor. Kötü, çok kötü... İster misin büsbütün azıtayım da, sade sorulunca değil, sorulmadan da, tıpkı Telefon Merkezindeki konuşan saat gibi, her geçen dakikayı durmadan söyleyeyim.
Doktora vız geliyor. Bir sinir doktoru için, saatleşen bir insan kendini at sanan, tren sanan, olmuş bir armut sanan kadar olağandır.
Sapıklık, böyle böyle başlar. Hangi doktor hastasına resmen "sen tozutuyorsun dostum" demiştir.
Bunu ben kendi irademle alt edemezsem beni doktor mu kurtarır, ilaç mı, telkin mi?
Hemen, kesin bir prensip kararı verdim: Bundan böyle saat tahminlerine paydoss... O güne kadar lüzumsuz saydığım için hiç saat kullanmazken ilk defa kendime bir sat aldım. Hem de aylı günlü, en modernlerinden... Saati soranlara saate bakmadan cevap veriyordum. Üç dört hafta hiç falso vermedim. Fakat sonra... Tevekkeli, huy canın altında dememişler. Mesela büroda çalışırken biri saati sorsa, unutup kafamdan cevap verdiğim oluyordu. Sonra zamanla insanın içine bir de bityeniği giriyor a canım. Tahmin yapmaya yapmaya ya bu melekem büsbütün körleşirse.
Arada bir, irademin dalgın anlarından faydalanarak, kaçamak tahminler yapmaya başladım. Günde bir kere mesela. Yahut iki... Kontrolü, kendi saatimle yapmayacak kadar onurluyum çok şükür. Dirseğini bük, kolunu aç, saate bak. Nerede kaldı, verdiğim prensip kararı? Halbuki meydan saatlerinin altından geçerken, insanın gözü pekala yanlışlıkla şöyle bir yukarı doğru kayabilir. Çoğu defa, kendimi tongaya bastırmak istediğim oldu. Bile bile, sırf yanılmış olmak için, 8.15 diye atıyordum mesela. Sonra bakıyorum: Tutturmuşum; sekizi gerçekten onbeş geçiyor. Bütün gayretime rağmen, yine doğru saati bilmiştim.
Yalnız, hiç unutmam, bir sabah Kadıköy Belediyesinin yanındaki saatin altından geçerken yine böyle kaçamak bir tahmin yaptım. "7.11" dedim. Baktım. Yediyi yirmi bir geçiyor, evet, yirmi bir. Gözlerime inanamadım. Bir sevineyim, bir sevineyim. Dünyalar benim oldu sanki. Kendi kendime "Al kalemi" dedim. "Bugünün tarihini defterine kaydet. Bugün senin normal insanlar sırasına girdiğin mutlu ve tarihi bir gündür." Fakat sevincim içimde kaldı. Tam o sırada işçinin biri saate merdiven dayamaz mı? "Meret yine on dakika ileri gidiyor." diye tamire kalkışmaz mı?
Kaç doktor değiştirdim. "Korkacak bir şey yok" diye yemin ediyorlar. İnşallah doğrudur. "Geçer mi?" diye sordukça, "bilinmez" diyorlar. "Hem bunun size ne zararı var kuzum? Faydaları da caba." Doğru. Faydasını neden inkar etmeli. Mesela ben bugüne kadar tren, vapur kaçırmış insan değilim. Gece saat kaçta yatarsam yatayım, içimde zilli bir saat kurulmuşçasına sabahleyin istediğim saatte uyanabiliyorum. Doğru işleyişimden de, ayrıca küçük bir böbürlenme duyduğumu saklamayacağım. Bugüne bugün, radyo saat ayarı ile geri kaldığım görülmemiştir. Bunlar iyi. Kabul... Ama zihnimi, benliğimi, şuuraltımı hassas bir anten gibi, alabildiğine zaman kavramına böylesine açık ve uyanık tutmak acaba bir gün, radyomun akümülatörünü yormayacak mı?
Doktor: "Zamanı unut, alakadar olma" diyor. "Saat kaçsa kaç. Sana ne be kardeşim." İyi ama, bu sade bir saat işi değil ki birader. Bu, her şeyden önce bir tempo meselesi. Haydi hiç saate bakmadık, saatle, ilişiğimizi kestik diyelim, içimdeki bu tempodan nasıl kurtulmalı? Her an bu tempoyu duymamı, her şeyde ona uyan veya uymayan tempolar aramamı kim, nasıl önleyecek?
Pandül temposuna uyan her şeye hayran, uymayan her şeye düşmanım. Yavaş giden bir takanın pat patı, döşemeyi kemiren bir kurdun tıkırtısı... bir musluktan şıpırdayan damlalar, tren tekerlerinin ray kesiminde çıkardığı gürültü, dörtnala giden bir atın şakırtısı, gece asfaltta uzaklaşan topal bir ihtiyarın adımları. Bütün bunlar yorgunsam beni bir anda dinlendirir, neşesizsem keyiflendirir.
Tersine, bu tempoya uymayan seslerden de öylesine sinirleniyorum. Mesela vapurlar. Rıhtıma çarpan dalgaların aralığını bozduğu için bütün vapurlara kızıyorum. Vapur geçip de deniz, sahili art arda, hızlı hızlı dövmeye başlayınca, beni bir huzursuzluktur alır. Çalışıyorsam dururum, düşünüyorsam kafam işlemez olur, oturuyorsam kalkarım, uyuyorsam uyanırım. Hasılı rahatım kaçar.
Hızlı akan bir nehir de, insana saat temposunu şaşırttırıyor. Üç yıl boyu, içinden böyle bir akar su geçen bir şehirde oturmuştum. Bahar gelip de nehir çağıl çağıl kabarmaya başlamaz mı, içimi, geri kalmış bir saat huzursuzluğu kaplardı.
Bu pandül temposu öylesine sinmiş ki benliğime, sokakta yürürken adımlarımı bile bu tempoya göre atıyorum. Ne daha hızlı, ne daha yavaş... Sokağa başka biriyle çıkmak istemeyişim, bundan. Nişanlımdan, sırf bu tempo uyuşmazlığı yüzünden ayrıldım. Ben bir adım atarken o iki, üç atabilse yine uyuşacaktık. Adımları küsurlu idi. İki buçuk, iki buçuk. Bu durumda bir insanın ruh temposu benimle nasıl uyuşur? |