Tekil Mesaj gösterimi
Alt 02 Mart 2006, 05:41   #2
Çevrimdışı
hitman
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)



DÜNYADA HARP VARDI -(Orhan Kemal)





- I -
-Sürgünler geldi.
dediler. Zaten bekliyorduk. Koştuk cezaevinin taş merdiveni başına: Ben, Necati, Kosti, Bobi Niyazi.
Dördümüz de hükümlüydük. Necatiyle Kosti bir gece Beyoğlu sinemasının gişesini soymağa kalkıp yakalanmaktan yedişer yıl yemişlerdi. Bobi Niyazi, aslında esrar satmak ama, "arkadaşlar matrağına cebime esrar koymuşlar, polisler kaçak çakmak taşı ararlarken enselediler, adımız esrarcılığa çıktı!" diyordu.
Neyse, koştuk cezaevinin idareye çıkılan taş merdivenlerine.
Bir başka İl'in cezaevinden bizim cezaevine sürgün edilenler, büyük demir kapıdan içeriye ikişer ikişer sokuluyorlardı. Ortadaki kalın, upuzun zencire bileklerinden sıkı sıkıya bağlı cezalılar yüzelli çifttiler, tamam üçyüz kişi!
Yalın ayakları, paramparça üst başlarıyla mide bulandırıcıydılar. Saçları sakallarına karışmıştı. Her içeri giren çift, onları getiren candarmaların önünde duruyor, bileklerini bağlıyan kelepçenin küçücük kilidi açılmadan önce, üçyüz sarı dosya arasından "Şahsi dosya"ları bulunuyor, bizim cezaevi idarecilerine teslim ediliyorlardı.
Ağır ağır, ama gittikçe çoğalan, tehlikeli bir kalabalık birikiyordu cezaevi bahçesinde. Yalın ayaklı, partallar içinde aç bir kalabalık. Önce güneşin altında esneyip geriniyor, sonra da açlık ve uykusuzluklarını belirten gözleriyle çevreye bakınıyorlardı. Cezaevi avlusunun yüksek duvarları diplerinde mısır ekiliydi. Boy atmış mısırlar. Sürgünlerin bir anda bu mısırlara saldırdıklarını, çekirge bulutu çöküp kalkmış tarla gibi, mısırların temizleniverdiğini gördük.
Ufak tefek, semiz bir kedi yavrusunu hatırlatan Bobi:
-Yuuuuh, dedi. Yuh be. Bunlar benden de aç!
O, aç olmaktan çok, açlıktan söz açıp üçün beşin yoluna bakma dümenindeydi. Görüşmecileri gelen tutuklulardan uçlandığı ekmek, zeytin, peynir, tereyağı, helva, ne bileyim yiyecek, giyeceği çabucak paraya çeviriverir, günün birinde dışarı çıkınca geçinebilmek için tutacağı işe para biriktirirdi.
Sürgünler avluda gittikçe çoğalıyordu.
Başgardiyan bir ara düdüğünü sert sert öttürdü, sonra da bağırdı:
-Buraya gelin bakayım. İçtima!
Ellerinde mısır koçanları, çöp tenekelerinden kapışılmış kuru ekmek, zeytin çekirdekleriyle sürgünler Başgardiyana da, düdüğüne de boşveriyorlardı. Zararlı tırtıllar, ya da sürüngenler gibiydiler. Çiğ mısır koçanlarını dişliyor, zeytin çekirdeklerini kırıp içlerini ağızlarına atıyorlardı.
Dünyada harp vardı!
Alman Nazilerinin motörlü birlikleri, tarihsel bir öfkeyle Avrupayı, ne Avrupası, bütün dünyayı bir yandan kuzeyin uçsuz bucaksız bozkırlarına öte yandan Atlantiğin, Akdeniz'in çivit maviliklerine sürüyorlardı.
Dünyada harp vardı!
Türkiye harbin dışındaydı ama, gene de dikenli kabuğuna olanca sinirliliğiyle çekilmiş korkunç bir allerji içinde, bekliyordu.
Şeker beşyüz kırıkbeşe satılıyordu. Kesme şekerin topağı çeyreğe gidiyordu cezaevinde. Kilosunu beşyüz kırkbeşe alan cezaevi karaborsacıları, böylelikle kiloyu sekiz, on hatta hatta on iki, on beş liraya getiriyorlardı.
Dünyada harp vardı!
Sınırlarımızın çok yakınlarından gelip geçiyordu motörlü araçların benzin kokulu homurtusu. Kötü haberler alıyordu dünyadan radyolar. Alman Nazileri, İtalyan Faşistleri, uzak doğuda Japonlar. Fırınlar dolusu yakılan insanların çığlıkları uçuşuyordu havada.
Dünyada harp vardı!
Bir ara Necati:
-A... dedi. Bu sayın bay da kim?
Güneşte kara bir su gibi parlıyan rugan çizmeleri, bal renkli kumaştan külot pantolunu, pırıl pırıl lacivert ceketi, pantolonunun kumaşından kasketi, kara gözlüğüyle gerçekten de bir sayın bay, bir majeste. Belki de, Afrika'da kaplân avına çıkmış bir İngiliz lordu, sömürgelerdeki bitkilerini görmeğe gelmiş bir Belçika, bir Felemenk, bir ne bileyim Fransız, bir İtalyan sömürgeni!
Bilekleri kelepçesizdi, ötekiler gibi zencire vurulmamıştı. Arkasından elleriyle Başgardiyanın yanına gitti, durdu, bir şeyler konuştular.
Beyoğlu'daki sinema gişesinden uçlanacakları paralarla 936 Berlin olimpiyatlarına gitmeyi kurduğu halde felek yar olmıyan Necati:
-Peki ama, kim? dedi.
Necati'nin suç ortağı Kosti attı:
-Memur herhalde.
Bobi kısa kesti:
-Gider öğrenirim!
Hep o besili kedi yavrusu haliyle bir koşu gitti. Terslenmiş, geri döndü:
-Herifte çalım altıdan!
-Yani ne? Mahkum mu? Memur mu?
-Ne bileyim yahu. Azarlayışına bakarsan memur, sarı dosyasına bakarsan mahkum!
Az sonra, ağarmış şakaklarıyla yanımızdan geçti, yüzümüze bile bakmadı.

-II-
Cezaevi birinci bölümünün en üst kat "Tecrit"lerinden birinde yalnız, rahattım. Koğuşun bir kıyısına serili yatağım, yanıbaşımda pencerem. En çok da yaz sabahlarında, tül mavisi dağlar adından, içi kan dolu kocaman bir küre gibi doğuşu güneşin!
Kıpkırmızı, koskocaman, yusyuvarlak güneş pırıltısız bir kırmızılıkla, mat bir kırmızılıkla uzaklardaki yemyeşil ağaçlar kalabalığının ardındaki tül mavisi dağların aralarından ağır, ağır, nazlı nazlı yükselmez mi, dakikalarca dalar giderdim. Kıpkırmızı, yemyeşil, masmavi, perşembelerin serin cümbüşü!
Ama harp vardı dünyada!
Düşman uçaklarının bütün bu serin renkler cümbüşünü ateşe, kana, insan çığlıklarına her an boğabileceği günlerdi o günler. Türkiye'de "Pasif korunma", karartma vardı geceleri. Milyonlarca değilse bile, binlerce insanın elleri şakaklarında kara kara düşündükleri günler.
Sürgünler gelince cezaevinde bir derlenip toplanma, bir sıkışmadır başladı. Çukurlarına mosmor gömülmüş aç gözler, cezaevi koridorlarında sarı birer gölge gibi dolaşıyor, enselerdeki soluyuşları insana, çok yaklaşmış ölümü hatırlatıyordu.
Dünyada harp, cezaevinde ölümü hatırlatarak dolaşan açlığın çıplak ayakları!
Çoğu sabahların erken saatlarında, koğuşlar açıldıktan az sonra, beton koridorlarda koşuşan kabaralı postalların keskin düdükleri tekmil mahpusları demir parmaklıkların ardlarına yığıverdi. Kat kat bölümlerin demir parmaklıkları ardındaki meraklı bakışları dibe, taa dipte dört köşe betona dikilmiştir. Orda, en dipte işte, savrulmuş bıçaklarıyla birer yay gibi gerilmiş insanlar ölüm kalım savaşına atılmışlardı. Işıltılı keskin kamalar birer yılan dili gibi sert, eğriler çizerlerdi kül renkli aydınlığa. Gardiyan düdükleri, derinden derine yansıyarak yaklaşan candarma kabaraları, demir parmaklıklar ardında dalgalı birer orman gibi uğuldıyan mahkumlar.
Ölüm korkusu vuran yüzler gerilmiştir aşağıda. Gözler yuvalarından fırlamış. Ölüm kaşla göz arasına pusu kurmuş. Birden savrulan bir bıçak. Boş bulunan kavgacılardan birinin kanlar içinde betona yığılan ağır gövdesi!
Kavga bitmiş, yaralanan, ya da ölen kaldırılmış, demir parmaklıklar ardında dumanı tüten bir tartışma başlamıştır:
-Ulan bir bıçakta cartayı çekti be!
-Hiç iş yokmuş..
-Ne yapaydı?
-İnsan bir bıçakta gider mi?
-Sen olsan?
-Hadi be sen de!
-..................
-..................
Sürgünler geldikten sonra cezaevinde esrar, afyon, hatta sürgünlerle birlikte gelip, bizim cezaevi tutuklarından pek çoklarınca benimseniveren eroin satışları hızlandı. Satışlar artınca, bıçak alış verişi, bıçak alış verişi artınca da kavga ve ölüm arttı.
Dünyada harp vardı!
Cezaevinde de alış veriş kavgayı ve ölümü arttırmıştı. Ölenler alış veriş edenler değil, adamlardı. Çünkü alış veriş edenlerin paket paket cigaraları, ekmekleri, esrar, afyon, eroinleri vardı; cigara, ekmek, esrar, afyon, eroin karşılığında pusu kurup cana kıyacaklar da pek çoktu cezaevinde.
"Kaplân avcısı" bütün bunların dışında, bütün bunlardan uzak, kendi aleminde.
Dünyada harp, tutuklar evinde açlık, savrulan kamalar yarım somun için cana kıyıyormuş...

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet bizimmekan