Çevrimdışı ~ Lafazan.Net ~
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
| Kömürlük
Güneş ışıkları, perdelerin tam birleşemediği boşluktan haince gözüme sızıyordu. Öyle ani doluyordu ki odanın içine, hesabı yarım kalmış dilsiz bir celladın keskin kılıcı gibi kesiyordu gözlerimi uykudan. Vücudumda geceden kalma ne kadar tedirgin çatlak varsa oradan süzülüyordu içime güneş. Herkese yansıdığı gibi değil de sen nasılsan öyle yansıyordu. Kaçmak için öfkeyle geriniyordum iki kişilik yatağımın içinde tek başıma. Her sabahki gibi bir gözüm güneş ışıklarıyla kayıp, sağlam kalan diğer tekiyle saate bakıyordum. “Eyvah geç kaldım” dediğim bir sabaha uyanmak isterken, hiçbir şeye geç kalmadığım koca bir hayatın kıyısında, indiğim bir gemiden iner gibi indim yatağımdan. Terliğimin biri yine kayıptı. Köpeğim Chopin’e seslendim. İki artı bir evimin, kısa koridorunun ortasında bulunan banyodan homurtuları geliyordu. Banyoya doğru yürüdüm. Lambayı yaktım. Paspasın üzerinde büyük bir zevkle sabah ritüelini gerçekleştiriyordu Chopin. Terliğimin önünü parça pinçik etmekle meşguldü. Bir şeyleri yapmaktan çok keyif alan, aldığı keyif kadar da utanan bakışlarla patilerine sakladı yüzünü önce. Sonra cilveli ve ani kaçışlarından birini yaptı. Ben de ardından gülümseyerek, sabah rutinim olan terlik parçalarını topladım etraftan. Onunla oynaşacak vaktim yoktu. Birazdan Mahir gelecekti. Yürüyüşe çıkacaktık. Kapı çaldı. Mahir’i bekleyen sevincim, görevlinin gazete ve ekmek servisiyle kursağımda kaldı. Bir dahaki kapı zili Mahir’e ait olacaktı. İçimi açtığım tek dostuma... Zil çaldı. İşte nihayet kızıl sakalları, dar alnı, geniş aklıyla eşiğin önünde duran Mahir’di.
- Hadi hazırlan!
- Kim için? Hazırlanmak için biri gerekli.
- Hayır, değil. Yıllardır kendi kendine dönen bir dönme dolap gibi, kendi içine hazırlan olmaz mı?
Her seferinde içimin bam teline basıyordu Mahir. Duymak istediğimi değil, duymam gerekenleri seslendiren bir suflör oluveriyordu Mahir.
- Hoş geldin, içeri gelmek ister misin?
- Hava çok güzel bence hemen yürüyüşe başlayalım.
- Tamam, Chopin’e mamasını vereyim hemen geliyorum.
Yıllar önce bir hastanenin acil servisinde kesişen yolumuzun bizi bu noktaya getireceğinden habersizdim o vakitler. Şimdi iyi ki de bu noktadayız diyorum. O olmasa çoktan ölmüştüm.
- Her okuduğu romanın kahramanı oluyordu insan ama en çok kendi hikâyesinde yoruluyordu biliyor musun? Artık hatırlamak istiyorum her şeyi, bölük pörçük yaşamaktan yoruldum. Bir şey olsun, öyle bir şey ki işte diyeyim, işte bu benim hayatım. Ama olmuyor. Her sabah eksilerek uyanıyorum sanki. Halüsinasyonlarımı bileşenlerine bölüp, ayrıştırmak istiyorum gördüklerimi. Beni anlıyor musun?
- Anlamaya çalışıyorum diyelim. Peki, unuttuklarınla baş edebilecek misin? Hatırladıkların, aslında senin elinde olan yaşanmışlığın, deneyimlerin. Asıl unuttukların, o ne zaman, nerede, ne şekilde karşına çıkacağı belli olmayan hatırlamalarınla baş edebilecek misin?
- Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, içinden geçtiğim ve içinde kaldığım anlardan oluştuğum. Ve hep olmasını istediğim gibi değil de olması gerektiği gibi gerçekleşmesi her şeyin. Bu anlardan geriye ‘Peki’ demek kalıyor bana, en seçilebilir haliyle kabullenmişliğin. Doğmayı seçmedim. Tercih etmediğim bir hayatta, savaşmak için gönderildiğim bir imtihanla baş etmeye çalışıyorum. Aslında en çok da bu yoruyor beni. Gölgesel bir sancı var içimde. Nereye gitsem benimle. Kendimi kendime hiç yakın hissetmiyorum. Ne zaman hareket etsem, düşüyorum sargı bezleri içinde ayaklarımın dibine. Beni anlıyor musun?
- İnan bana hepimiz bu sancıları yaşıyoruz zaman zaman. Ama sorun şu; sen hâkimi olamayacağın bir döngüye kafa tutuyorsun. Bu da seni yoruyor. Bak, mutlak bir sahip var. Sen onun karşısında, aldığın muğlak kararlarınla arafta kalıyorsun. Çoğu zaman bunu hepimiz yapıyoruz. Ama sen, sahip olduklarınla değil, farkında olduklarınla mutlu olmayı seçmiyorsun. Burası dünya. Burası senin sahnen. Sen bırak yaşadığın anın keyfini çıkarmayı, yaşadığın anda var olduğuna bile inanmıyorsun. Kendini kendinden soyutlamaktan vazgeç artık. Anlaşılamamaktan da bu kadar korkma. Anlaman gereken önce kendinsin, bunu aklından hiç çıkartma.
Kulağının zarına değen o uzun soluklu korna sesiyle kendi dünyasına dönmüştü. Sessiz kaldıkları her an Mahir’in söylediklerini düşünüyordu.
Ya unuttukları hatırladıklarından daha çok yakarsa canını diye düşündü, çok korkmuştu. O kadar ilaç içiyordu ki, hafızasını kaybetmiş bir şehir gibiydi. Neredeyse günün yarısından fazlasını uykuda geçiriyordu. Yattığı odadaki eskimiş pervazın hemen yanında, pencereden dışarı bakarken gördüğünden daha büyük dünyalara açılan ışıklı bir dehliz gibi duran, kitaplarının dizili olduğu kütüphanesi duruyordu. Uzun zamanını geçirdiği ve aynı zamanda yatağı olan sıvası dökülmüş, soğuk maviye boyalı duvara yaslı divanda okumayı seviyordu en çok. Her gün suyunu içtiği büyük bardağı elinde tutmak, gırtlağından midesine inen su, yaşadığının en büyük kanıtıydı onun için. Her seferinde, bir bardak suyu da camdan aşağıya, bahçeye döküyordu, giden hatıraları tez geri gelsinler diye. Divanın hemen karşısında, oldukça rahatsız, mazi kokan ama kokusunun ona hiçbir şey hatırlatmadığı, kirli, kenarları ahşap, ortası yumuşak minderden, bir sallanan sandalye duruyordu. En çok o sandalyede oturmayı seviyordu. Yaşadığı evin dokusu, kokusu, bu evde bulunan her nesne onunla mantıkla ilişkisi olmayan batıl bir bağ kuruyordu. Geçmişi ile yaşadığı an arasında örümcek ağı gibi duruyorlardı sanki. Bazen nefes alamıyor, boğuluyordu. Yan dairesinde uzun yıllarını sokaklarda muhabir olarak geçirmiş, kadın cinayetleriyle ilgili yaptığı çarpıcı haber sayesinde nihayet çalıştığı gazetede kendine bir köşe edinebilmiş o güzel kadın kalıyordu. Karşı dairesinde, Mardin’den İstanbul’a göçmüş bir ailenin, ruhu bu keşmekeş şehir hayatına bir türlü uyum sağlayamayan oğulları vardı. Hemen alt katında eski bir balerin yaşıyordu. Balerinin karşı dairesinde ise, çok zengin bir ailenin, ilk bakışta tüm ön yargıları züppe yaşamında nefes alan biri gibi göğüsleyen, özünde ise naif, kristalize bir kırılganlıkla, tüm dünyayı şiir gibi gören oğulları kalıyordu. İki alt katta, barda garsonluk yapan sarı saçlı, narin vücuduyla, siyahtan başka renk giymeyen, onu en çok etkileyen ve adını tek bildiği komşusu Banu yaşıyordu. Duvarlar kâğıt gibi inceydi. Her konuşulan, sanki hemen yanı başında konuşuluyormuşçasına dâhildi herkes birbirinin hayatına.
- Hey burada mısın? Hadi hızlanalım da şu seni sürekli kendi dünyana çeken manyetik alandan uzaklaşalım bir an önce. Oksijen ikimize de iyi gelecek.
- Tamam.
Balat’ın dar sokaklarından birinin başına gelmişlerdi. Duruşu, duranın nerede durduğuna bağlı bir menzilde olan merdivene bakıyordu.
- İyi misin? Neden durdun?
Bir karar vermeliydi. Verdi. Yavaş yavaş inmeye başladı basamaklardan. Bir an önce hızla yürüyüp, kendine sığınabileceği bir yer bulamazsa, kalbinin tam ortasında soğuktan donarak ölecekti. Kokusunu önceden gönderen kar, kendini gökyüzünde an be an artarak salmaya başlamıştı. Sokak lambaları, şehrin frekans değerindeki iniş çıkışlara ayak uyduran, hareketli dansını yansıtıyordu. Kırılan ışık gölgelerini takip etmeye çalışıyordu. Yağış tipiye dönmüştü. Yüksek ağaç dallarına değen uzun boyuna rağmen, adımları bir ördeğinki gibi yavaşlamaya başlamıştı soğuktan. Beyaz teninin azizliği kendini göstermiş ve büyük burun deliklerinin etrafı yara olmaya başlamıştı bile. Kirpiklerinin üzerine dolan kar taneleri, görüş mesafesini azaltsa da elleri cebinde biraz daha ilerledi. Tam o sırada kar gibi beyaza boyalı, çatısı çimen yeşili, ahşap bir köşkün yanında durduğunu fark etti. Sokak boştu, bomboş. Aniden beliren bu ev onu hem korkutmuş hem de kalbinde bir yere dokunmuştu. Sürekli gördüğü halüsinasyonlarından biri diye düşündü. Ama hayır, bahçe duvarına dokundu. Köşk bu duvarın hemen arkasındaydı. Soluduğu havayla baktığı hava, ayrı birer ülkeydi sanki. Şimdi tüm düşüncesi o beyaza boyalı köşkün bahçesinden içeri girebilmekti. Duvardan kafasını uzattığında, karın şiddetinden zar zor görebildiği büyük bahçeyi ve beyaz boyalı evin bitişiğinde duran o kömürlüğü fark etti. Bu ev onu diyar diyar dolaştıran bir seyyah gibi kendi yeraltından çıkartıyordu. Kar iyiden iyiye şiddetini arttırmıştı. Bir an önce içeri girmenin yolunu bulmalıydı. Bir şey yapmalıydı. O kapıyı, dışardan olan kimseyi içeri kabul etmeyen bir ağırlıkta duran, hayatının geri kalanında yönünü bulacağını hissettiren, o demir parmaklı kapıyı açmalıydı. Soğuktan mosmor olmuş ellerini cebinden çıkararak ileri geri itmeye başladı kapıyı. Zorladı ama açılmıyordu. Buz tutmuştu. Duvardan tırmansa ıslak zeminli duvarın onu aşağıya savuracağını düşündü, yine de denedi. Var gücüyle tırmanmaya çalıştı duvara. Çok zaman almadı kayıp düşmesi. Düşerken duvardaki kar tanelerini sıyırmıştı, zayıf ama geniş ölçekli vücudu. Karın sıyrılmasıyla duvarda beliren yazıyı gördü, köşeli yüzüne bir tebessüm yayıldı;
“Gerçeği anlamak, onu bilmekten daha çok zaman alıyor.”*
Dudakları tebessümün yayıldığı yere doğru gitmiş ve öylece donup kalmıştı soğuktan. Ölecek de olsa en azından yüzünde donmuş bir tebessümle ölüyor olması düşüncesi içini ısıtmıştı birden. Teslim oluyordu yavaş yavaş. Gerçekten gücü kalmamıştı. Salmıştı kendini. Bilinci neredeyse kapanmaya başlamıştı. Bir gözü açık diğeri kapalı gözleriyle, yavaş yavaş kafasını kar soğuğuna bırakıvermişti. Teki açık olan gözüne diğer bir duvar yazısı ilişti. O an bir diğerinin hemen sol üst köşesinde, diğerine nazaran daha bozuk bir el yazısıyla yazılmış olan yazıyı gördü;
“Ne zaman seni düşünsem, aklıma bir çocuk geliyor gittiğinde ben gibi.”
Çocukluğu çok acıyan biri tarafından yazılmış hissi veren bu yazı, tebessümde donan yüz ifadesini içinin yangınıyla eritmiş, tekrar somurtkan o yüz ifadesinde sabitlenmişti. Ölürken bile arafta kalıyordu. Hatırlamadığı bir geçmişi olduğunu hatırlamak ve o geçmişin bu denli canını yakmasına canı sıkılmıştı birden. Canı sıkkın ölmek istemiyordu ama artık gücü kalmamıştı. Bilinci kapanmaya başlamıştı. Can havliyle son bir kez kaldırdığı kolu düşerken demir kapıyı itekledi. En dar zamanlarda karanlıklardan uzanan o görünmez el, o an ona da uzanmıştı. Demiri karın soğuğunu yemiş kapı, birden açılıvermişti.
Vazgeçmenin dayanılmaz albenisi karşısına geçmiş ve aralanan demir kapının arasından ona bakıyordu. Vazgeçmek, görünmez bir güçtü, hesabı sana kalmayan ama seni sonuca götüren kararların çıkmazında. Vazgeçtiği ne varsa, gücüne güç katmak için peşinden geliyordu adeta. Kapının açılmasıyla onu, üzeri karla örtülü geniş bir yeşile uzanan bahçe karşılamıştı. Aralıktan görmekle yetinmeyecekti. Ayağa kalkmaya çalıştı ve var gücüyle içeri attı kendini. Hafızasında olmayan ama parmak izleriyle örtüşen kapalı bir kapının kilidini açtığını hissetti o an. Bu kapının öte tarafı hayatının geri kalanı olacaktı, hissediyordu. Belli ki mutlu bir aile yol almıştı bahçenin çimeninde, ayak izlerini takip etmeye çalıştı onu mutluluğa götürsün diye ama olmadı. Kendini o soluk mavi kapılı kömürlüğün önünde buldu. İşte, yine baktıkça solduğu o maviliğin önünde duruyordu. Vücudunda acıyan, ağrıyan neresi varsa hepsi birden aynı şiddetle kasılmaya başlamıştı. Çatısı basık tahta kömürlük yok olmuş ve sadece o soluk mavi kapı kalıvermişti önünde. Arkasına baktı. Karda kaybolan beyaz boyalı ev, bahçenin dörtte birini kaplayan o ev kaybolmuştu. Bahçede sadece demiri soluk maviyle boyanmış bir kapı vardı. Korkarak açıp kapadığı gözlerini ovuşturdu, kafasını hızla önüne çevirdi tam önünde duruyordu mavi kapı. Tekrar arkasına çevirdi, tekrar önüne, mavi kapı, neresinde durursa dursun onu bahçenin dışında bırakan bir sınır oluvermişti. Beyin oyunlarıydı hepsi, kafasına vurmaya başladı. Kendinin neresi olduğunu bilmeden, tek gelmek istediği yerin kendi olduğunu hatırlatmaya çalışarak vuruyordu kafasına. O anda karar verdi açacaktı o soluk mavi demir kapıyı. Her şeyi göze almıştı, bahçenin dışında kalmayı bile. Ağaçlar, bahçe mobilyaları, geniş bir avlu, yemyeşil yapraklarla kapatılmış bir çardak, plastikten inşa edilmiş, bir çocuğun hayal gücünü söndürecek renklerde boyanmış çocuk parkı, suyu buz tutmuş süs havuzu ve evden on adım uzakta bahçenin sol köşesinde atıl duran, demiri paslanmış kilitle kapatılmış, kapısı soluk mavi boyalı o tahta kömürlük. Her şey yerli yerindeydi işte yine. Kahkaha seslerini duyar gibi oldu. Kafasını eve doğru kaldırdığında bahçede kartopu oynayan çocukları izleyen, ipek saçlı kızı görmüştü camda. Ne kadar mutlu bir çocukluk geçirmişti kim bilir bu evin çocukluğu. Ellerin sıcaklığını hissedebiliyordu. O ipek saçlı kıza baktığında boğazı düğümlendi. Kimdi bu kız? Karın şiddetini azaltmasıyla camda bir hediye gibi beliren, bu ipek saçlı kız… Gözleri çocukların oyununa imrenerek bakan uzun kirpikli, ela gözlü, ipek saçları omzundan aşağı dökülen, tüm tebessümünü elmacık kemiklerinin altında gizleyen ve Michelangelo’nun hüzne dair tüm renklerini yüzünde toplayan bu kız, kimdi? Çok bilindik bir yüzdü onun için, derinlerinde bir yerlere dokunmuştu. Ayakuçlarına baktı. Onu buralara getiren, önü karın suyuyla ıslanmış ayaklarına. İşte tam önünde duruyordu o ince çizgi, ayaklarının hemen ucunda ‘acı eşiği’.
Hatırlamıyordu. Lanet olası bir unutmuşluk yerleştirilmişti beynine ve hiçbir şey hatırlamıyordu işte. Her zaman yaptığı gibi vazgeçmişti dokunamadığı bu gerçeklikten. Yine aynı şey oluyordu, beyin oyunlarıydı hepsi. İpek saçlı kız yoktu o camda. Yavaş yavaş kömürlüğe doğru ilerledi. Hayatı boyunca zar zor yürüdüğü bir sürü yol çıkmıştı karşısına, ama hiçbiri bugünkü kadar zor olmamıştı onun için. Nihayet kömürlüğün kapısındaydı. Tek düşüncesi donan vücudunu, içi kömürlerle dolu olan bu kömürlüğü ateşe vererek ısıtmaktı. Şimdi tek engeli ışıktaki gölgeye duyarlı alarm sistemiydi. Kömürlüğün kapısının üstünde yanıp sönen kırmızı noktadan anlamıştı, zor geçilecek bir eşiğin önünde daha durduğunu. Hayatı boyunca gölge olarak yaşamış biri için, en zor anlardı belki de bu anlar. Işıkta kendiyle yürümek yaptığı en iyi şeydi ama ışığın içinden nasıl geçeceğini bilmiyordu daha. Bu geçiş bir sınavdı onun için, ışığın saydamlığını, kendinin varlığını kanıtlayacağı bir sınav.
İnsanın gölgesinden kurtulacağı tek şeyin göz kapaklarının içi olduğunu anlamıştı. Gözlerini kapadı. Başarmıştı, içerideydi, belki de bir daha asla girmeyi başaramayacağı o içerilikteydi artık. Kömürlüğün tahta kapısındaki delikten hem karın artan hızını hem de tıkanan nefesinin vücudundan ayrılırken çıkardığı kesik buharı görebiliyordu. İçerideydi evet ama gözü dışarıda olmak böyle bir şeydi işte. İçeriye girmeyi başaran herkesin gözü dışarıda kalırdı ve onun da gözleri, gelecek olanın korkusuyla bir süre daha dışarıda kalacaktı. İçerisi zifiri karanlıktı. En korktuğu şey olan karanlık yine etrafını sarmıştı. Eli cebindeki çakmağa gitti bir an. Çakmağından çıkan ateşle etrafı aydınlattı ve gezinmeye başladı içeride. Soğuktan kıstığı gözleri yavaş yavaş açılıyordu. Kömürlüğün duvarlarında kayıp çocuk haberleriyle dolu binlerce gazete kupürü asılıydı. Dört duvar kaybolmuş çocukluğun hikâyesiydi.
Ayak sesleri uzaktan da gelse duyuluyordu. Saklanmalıydı. Bir ara kapı aralığından dışarıya bakmak istedi ama göz gözü görmüyordu. Kar epey hızlanmıştı. Ayak sesleri gittikçe yaklaşıyordu, yine yakalanma korkusu kaplamıştı her hücresini. Dodi! Dodi! diye bağırıyordu bir kadın. Bu soğuk havada bir kadın neden böyle deli deli bağırırdı ki, ya gerçekten kaçık olmalıydı ya da fazla alkollü diye düşündü. Kapı aralığından bakmayı başardı yoğun tipiye rağmen. Islak ama ipeksiliğinden bir şey kaybetmemiş o uzun saçlarını ve siyah elbisesini seçebildi kadının. Kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu. Yakalanma korkusu, o dar kömürlüğü cehennem etmişti ona. Gizleneyim derken ayağı takılıp düşmüştü. Kafasını kenarları tahta ortası yumuşak minderden yapılmış bir sallanan sandalyeye çarptı. Çarpmanın etkisi kendini bahçedeki çınar ağacından düşmüş gibi hissettirdi ona. Bir süre yerde yatar vaziyette kaldı. Sırtı soğuğu iyice emmişti. Ses gittikçe yaklaşıyordu, sanki kulağının dibinde bağırıyordu kadın. Yavaş yavaş ayağa kalkmaya yeltendi. O mavisi içeriden bakınca iyice solmuş kapının içeriye bakan kısmına;
“İnsanlar neden bu kadar değersiz” yazılmıştı kömürle.
Yazıya bakakalmıştı. Altını çizdiği cümleler gibi etkilemişti onu bu yazı. İçeride, daha içeride bir yere dokunmuştu bu söz. Değersizliğini hatırlatmıştı ona. Artık ayaktaydı. Daldığı ya da kitlendiği zamanlarda yaptığı gibi sağ elini saçında dolaştırdı. Kafasının sağ tarafında bir yara izi vardı, kulak arkasının saçıyla birleştiği yerde. Ne zaman heyecanlansa orada dolaşırdı sağ eli. Yine aynı yerden yara almıştı kafası. Sol eli tekrar çakmağına gitti, hızla arkasını dönüp bir daha baktı kupürlere. Kupürlerin birinde bir baba vardı. Kapkaranlık bir surat ve dünyanın en derin bakan gözleriyle elinde tutuyordu biricik kızının daha hayattayken ve gülerken ki resmini. Hiçbir şey döndürmeyecekti kızını, hiçbir ceza. Haksız bir ele geçirişin o hazin kederini taşıyordu ellerinde o baba.
Tekrar dönüp baktı kapının içeriye dönük yüzüne…
- Daha ne kadar duracağız bu merdivenlerin başında. Hadi aşağı inelim, sahile… Hava çok güzel… Buz gibi birer bira içer, sohbet ederiz biraz.
- “Dodi Dodi! Çabuk buraya gel muzur şey, daha fazla koşamayacağım peşinden!”
- A selam Banu, yine mi kaçtı Dodi? Bir şeyler içmeye iniyoruz sahile sen de gelmek ister misin? Bu arada siyah sana çok yakışıyor, söylemiş miydim?
Henüz kendine gelememişti. Arkasında bıraktığı soluk mavi kapıyı düşünüyordu Mahir ve Banu ile sahile inerken.
__________________ Edeptir AŞK Sevdirenin Hürmetine... Kullanıcı imzalarındaki bağlantı ve resimleri görebilmek için en az 20 mesaja sahip olmanız gerekir ya da üye girişi yapmanız gerekir.
|