İşin teorisine değil, pratiğine bakarak. İster Batı'da olsun ister Doğu'da, gazetecilerin, yazarların, akademisyenlerin, komedi sanatçılarının, velhasıl işleri ve varoluş tarzları "kelimeler üzerinden" akan insanların aslında ne kadar "özgür" olduklarını sorguluyor.
"Entelektüeller" diyor Cohen, "Yazdıkları bir yazıya veya söyledikleri bir söze gelebilecek tepkilerden ne kadar çekindiklerini, bundan nasıl endişe ettiklerini hiçbir zaman itiraf edemezler".
Ne kendilerine, ne başkalarına. Oysa cehalet ürkütücüdür. Yanlış anlamalar, eksik aktarmalar, önyargılar, bağnazlıklar, tepkisellikler ve tahammülsüzlükler ürkütücüdür. Ama hiçbir entelektüel (özellikle hiçbir erkek entelektüel diye eklemeli) kolay kolay çıkıp da cahil cühela ya da düpedüz art niyetli insanların uluorta tepkilerinden etkilendiğini, her insan gibi, her insan kadar sırça bir kalp taşıdığını dile getirmez. Böyle bir şey yokmuş gibi yapmaya, konuşmaya devam eder.
Bu arada yayıncılar, editörler ve televizyon programcıları bir yandan isterler ki daha radikal, daha provokatif eserler üretilsin, skandallar patlasın. Polemikler çıksın. Reytingler artsın. Yazarlar ve sanatçılar özde bu tür taleplere de direnmek durumundadırlar. Sebatkârlıkla. İşleri gereği zaten yalnız olan bu insanları daha da yalnızlaştırır yaşanan tüm bu süreçler.
İfade ve düşünce özgürlüğünü tam anlamıyla benimsemiş, gelişmiş Batı demokrasilerinde bile bazı konuları deşmenin zorluklarını vurguluyor makalesinde yazar. Mesela Royal Bank of Scotland hakkında eleştirel yazılar yazmaya kalkanların maddi tazminat davalarıyla uğraşmak durumunda kalabileceklerini belirtiyor.
"Ancak günümüz entelektüel dünyasında değişen önemli bir parametre var" diye ekliyor. Artık gazete veya yayınevi editörleri devlet sırlarını, kurumsal yazışmaları
vb. sızdırmaktan korkmuyorlar. O eskidendi. Devletlerin ve devlet adamlarının dokunulmazlığı kalktı büyük anlamda. Ne var ki şimdilerde çok daha yeni ve adı konmamış bir başka zihinsel bariyer var: Yazarlar, gazeteciler, aydınlar, akademisyenler...
Toplum içindeki aşırı dindar (veya aşırı milliyetçi yahut ırkçı) oluşumlardan endişe ediyorlar. Yani fanatizmlerden. Bu evrensel bir gerçek. Ama ne yazık ki konuşulmuyor, konuşulamıyor. Sonuçta "Sansür hakkında oturup yeniden düşünmemiz lazım" diyor yazar. Yepyeni bir çerçeve içinde. Ve ancak hepimizin zaman zaman nasıl etrafımızdaki bağnazlardan ve bağnazlıklardan etkilendiğimizi, kaygı hatta korku duyduğumuzu dile getirebildiğimiz noktada çok daha samimi ve açık bir tartışma düzlemi yakalayabiliriz.
★
Otosansür....
İnsanın henüz yazarken, henüz konuşurken, hatta henüz düşünürken kendi kendine ket vurması... Özgürlüklerini bizzat kendi eliyle kısıtlaması... Yargılanmamak, okları üzerine çekmemek, yalnızlaştırılmamak, dışlanmamak,
hapse atılmamak, sürgünlere gitmemek, nefretin dilini konuşan insanlardan uzak durabilmek, devlet aygıtından baskı görmemek, dogmalardan çekmemek... Şu veya bu sebepten ötürü, velhasıl ya hepten susmak ya konu seçmek yoluna gitmek.
Peki Türkiye'de otosansürün boyutları nedir?
Bu soruyu kendimize ve birbirimize sorabiliyor muyuz hakikaten?
Türkiye'de kaç yazarın, gazetecinin, akademisyenin, karikatüristin, sanatçının kelimelerini törpülediklerini, "nemelazım"cılık yaptıklarını, bilerek ya da bilmeyerek, etraflarına duvarlar ördüklerini konuşabilmeliyiz. Bir romandaki hayali karakterlerinin laflarına dayanarak yargılanmanın nasıl bir şey olduğunu tattığım günden bu yana, gazeteciler zaman zaman sorarlar bana. Sorarlar, kalemimi sansürleyip sansürlemediğimi. Düşünüyorum her seferinde. Gönlümü, zihnimi yokluyor, tartıyorum. Çünkü kolay şey kestirip atmak. "Aman ne münasebet, hiçbir şeyden etkilenmeden yazmaya devam ediyorum" demek.
Ama kestirip atmıyorum.
Kendimi de toplumu da gözlemliyorum. Ve şunu biliyorum ki otosansürün (görünür ve görünmez) yansımalarını konuşabilmeliyiz. Yüksek sesle. Samimiyetle. Kendimizden, en yakınımızdan başlayarak hem de...
Elif Şafak