Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
| Bir İstanbul Masalı (mı acaba?)
[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
2017 Ekim ayına kadar yaz tatilleri harici ailesinden ayrılmamış, başka bir şehirde okumamış, Ankara’nın taşını toprağını çok ezberlemese de altından saymış bir insan olarak hayatla ilk sınanışımın İstanbul’da olması ne kadar adil bilemiyorum. Bendeniz prenses olduğumu iddia etmesem de prenseslik mertebesinin halk ayağı olan metrolar dışında-çünkü Ankara’da metro kullanmak havalıdır- toplu taşıma kullanmamış biri olarak, bu ilk sınanışı metrobüsle geçirmem hiç de hoş olmadı.
Şu sesleri duyar gibiyim de aldırır gibi miyim peki? Asla. Neydi o sesler sevgili Melodram? -Bacım tek derdin metrobüs olsun.
-Hayatta ne acılar var.
-Dert ettiğin şey bu mu? Ve nicesi.
Tabii ki derdim bu değil, orada bi duralım ve saçmalamayalım ama bu benim gelişimimle alakalı önemli bir süreç. Lütfen.
Ne diyorduk, heh metrobüs. Canım sarı şeyler, arada gri şeyler, uzunlu kısalı minnoş şeyler.
İstanbul’a adımımı attım. Hiçbir zaman İstanbul hayranlığım olmadı, hatta ‘’Abi asla İstanbul’da yaşamam’’ diyen bir insan olarak, ilk ciddi iş deneyimimi İstanbul’da yaşamam hayatın bana lokmaları büyük yemeni anlarız da, büyük konuşma be bebişim deme şekliydi. İlk gün köprüye daha girmeden 1 kilometrelik yolu 1.5 saate falan gittik sanırım, ben orada bir ufak çaplı kalp krizi. Çünkü yaşayacağım yer Avrupa’da, çalışacağım yer Anadolu’da. Tabii ben bu arada kendimi motive etmek adına ‘’Anadolu’dan kop gel düz git Ankara’yı geç sağdan, Bursa’nın biraz yukarısı’’ modundayım. Çalışacağım yeri falan görüyorum, heyo meyo sesleri yükseliyor ama bir yandan da içimden ‘’büyük sı sı sı…’’ diyorum ve geldik ilk iş gününe…
En büyük şansım evin önünden metrobüse giden otobüsün kalkması ama amcam bana ilk başta evin önünden metrobüs var, tık tık gidiyorsun demişti, ufak bir yıkıldım ama hallederim dedim içimden. Oradan inip metrobüse koşturuyorsun, buraya kadar her şey harika. Ve işte o büyük an…
Daradaraamm…. Metrobüsümüze hoş geldiniz.
Tabii ben şöyle bir şey bekliyorum, kapılar açılıyor, inenleri bekliyoruz, sonra en öndekinden başlayarak içeri giriyoruz. Ben en öndeyim, mutluyum, gururluyum, Ankara bebesiyim.
Kapı açıldı, hiç istifimi bozmuyorum, İstanbul’da tek başına hayatta kalma ateşiyle yanıp tutuşuyorum. 1 dakika geçti, ben hala en öndeyim ama metrobüs yok. Meğer ben binememişim.
Tamam sorun değil, ilk metrobüsün günahı olmaz. İkinci geliyor, canını yediğim ne de tatlı, hemen geliyorlar. Yine en öndeyim, hala gururluyum. Ve o da gidiyor ben hala bekliyorum. Bu arada durduğun yere göre de o lanet olası kapıların denk geldiği yer değişiyor. ‘’Ama ama bize Ankara’da böyle öğretmemişlerdi : ( ‘’ Neyse efenim, sonunda yenisi geliyor, bu sefer bende gurur murur kalmadı tabii, o hava yerini ufak çirkefliklere, türlü türlü yılan danslarına bıraktı. Kapı açıldı, çok az insan indi, kapı hala açık ama içerde yer yok ve ben içeri girdim. Olmayan boşlukta kendime bir alan buldum ve yaşamaya başladım. Binerken bir de ‘’3 kişi indi o boşluk noldu da binemiyoruzzz!!!’’ diyorum. İlk günden bunu yaşamam hoş olmadı. Metrobüsten indim, sanıyorum ki iş yeri hemen dibinde. Yine ufak kandırılmışım. Yürü babam yürü. İşe ulaştım zaten gözüm bir şey görmüyor derken günler geçti. Bazı günler tık diye biniyordum, bazı günler 40 dakika binemediğim oluyordu. İştekilere mesaj atıyorum ‘’ya ben binemiyorum!’’ Zaten seni seven biriyse ‘’Allah bindirmesin gardaş.’’ der ve geçer.
Sonra aylar geçti, bayağı da bir hızlı geçiyor, artık şehrin çilesinden çok tadına varmaya başlamışım. Değişik insanlar, Türk’e rastlamadığın sokaklar, o meşhur torbacılar, Ferrarili sahillerin arkasındaki gecekondular derken, sen bu şehre bi aşık ol, bi bayıl. Beni nolur bırakmayın moduna bi gir. Olacak iş değil. Tabii burada tanıdığım aşırı aşırı güzel insanların etkisi de büyük. Ankara’da hadi dışarı çıkalım dediğinde, 3 turdan sonra bir cafeye kendini atıp yayılıyorsun, burada sanki böyle değil gibi geliyor, neden? Çünkü bir yere varmak zaten günün yarısını alıyor, anca 3 tur atıyorsun, tadına varıyorsun derken, evi dönüşü hesaplayana kadar evdesin. Şaka maka çilesine vuruldum sanırım, çılgınım.
Sonra tabii işin kendi içimdeki farklı boyutlarının farkında vardım. Ben ki otobüslere binmekten nefret eden, 2-3 insan kapının önündeyse inemeyecekmişim gibi hissedip paniklere kapılan, uzak bir yere arabasız asla gitmeyen insandım, şimdi yer olmayan otobüslerde, metrolarda kendimi buluyor, Beylikdüzü’nden Kadıköy’e tek nefeste gidebiliyordum. ‘’Koca kızsın tabii gideceksin!’’ diyenleri de duyabilirim, neden duymayayım ama aldırır mıyım? Asla. Gidersin tabii ama mecbur olmadan gitmek bir başka güzel. Kendime yer yer güvenen bir insan olarak, bu zamana kadar aslında hiç güvenmediğimi öğretti bu şehir. Bir şeyi başarmak için yola çıkmak gerektiğini öğretti. Oturduğun yerden her şeyin daha kolay ama hareket etmeye başladığında daha güzel olduğunu öğretti. Hiç alakam olmayan mecburi akraba ziyaretlerini bile sevdirdi. Çünkü ailemden bağımsız, sadece kendi irademle, kendim istediğim için onlarla görüştüm, konuştum ve inanılmaz keyif aldım. Bu şehirde insanların daha az fedakar olmak zorunda olduğunu da öğrendim. Mesela Ankara’da bir misafir geldiğinde hemen gider alırız, burada ben nereye gitmeye niyetlensem şuna bin, şurada in, oradan da şuna binince son durakta in, oradan 400 metre yürü sola dön, yokuşu tırman evresine geçiş yaptım. Bu şehir tam bir mücadele şehri, herkesi er meydanına alıyor ve silahsız bırakıyor. Herkes kendi gücüyle ne yapabilirse yapıyor, aksi mümkün değil. Olamıyor. Tabii yine bu zorlukları, Kuzguncuk'taki renkli evlere bakara, Karaköy'de caz yaparak, Kadıköy'de ''ulan Galatasaraylılığımı bozmasa burada yaşarım!'' diyerek, Beşiktaş'ta tinerci arayarak-ahaha şaka yapıyorum Beşiktaşlı kardeşlerim-, Bebek'te 3-5 tur atarak, Arnavutköy Balıkçısı'na giremesen de önünde Kerimcan Durmaz'ı görerek, graffitili sokaklarında blogger ablaların ne şartlarda çekim yaptığına şahit olarak, Başakşehir'deki kuzenine ulaşmak için Paris-İstanbul arası uçak yolculuğu kadar yol giderek, Ankara'ya gelmesini beklediğin ama gelmeyen sanatçıların gösterilerine giderek, az da olsa birkaç ünlüyle denk gelip ''amaan leblebi kadar insanları gözümüzde büyütmüşüz'' diyerek, en önemlisi de bir Ankaralı olarak her gün boğazdan geçip, denizi görerek aşabilirsiniz. Ben aştım mı, hem de dibine kadar. Sefam olsun.
Şimdi son zamanlarımın telaşındayım, her şeyin değişeceği o müthiş döneme giriyorum ama hayatımın hiçbir evresinde bir çile, bir yorgunluk, saatlerce ayakta durmaktan sızlayan ayaklar beni bu denli mutlu etmemişti çünkü gelirken 5-6 kilo fazlam vardı, bizimde bu 5-6 kilolarımızın asla bitmemesi ahaha ama cidden vardı yani, şu an hiçbirinden eser kalmadı. Kilo vermek isteyen hanımlara ve beylere önerim İstanbul diyeti. Hatta bunu ticarete dökmeyi bile düşündüm, vallahi de billahi de düşündüm çünkü bu şehirde ayakta kalmak için hep bir işin olması, bir fikrin olması gerekiyormuş gibi hissediyordum.
Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç elbette yaza girerken diyete başlayanlara ilham vermek değil, yola çıkmayanlara, çıkamayanlara ilham olmak olabilir. Gerçi çok ilhamlık bir durumu da yok belki ama neresinden tutarsan, orasından yürüyebileceğin bir şey gibi duruyor.
Hayaller kurun, imkansızlara vurulun, büyük konuşun, hayalinizi kurduğunuz şeyle ilgili olumlu düşündüğünüz kadar gerekirse olumsuz da düşünün, hep size uymayan şeylere ‘’asla’’ demek yerine, bir de tam istediğiniz şey için ‘’ASLA’’ diye haykırın. Hayat size ters köşe yapıyorsa, bunu size öğretmek için yapıyordur. Siz de ona aynısını yapın, sonunda biri galip gelmese bile, maçın sonunda ‘’kazanamadık ama iyi oynadık’’ demenin keyfine varın.
Daha güçlü, daha güzel, daha çileli ve Osmanbey’li günlere.
Dilerim bir gün herkes bu şehirle sınanır, nefret etse de, sevse de sınanıp bir kendine gelsin. Dipnot 1: Şişecam'da tanıdığı olan varsa bana ulaşsın ahaha. Bunca yıllık forum arkadaşıyız, herkese sevgiler, saygılar. Dipnot 2: Bu İstanbul insana neler yazdırır. Dipnot 3: Başlığın bana verdiği yetkiye dayanarak Mehmet Aslantuğ'a da sizler önünde bir selam çakayım. Dipnot 4: Evin önünden kalkan otobüste her gün görme engelli arkadaşı için yer tutup, o geldiğinde onu oturtan, onunla iş yerine kadar gidip, sonra tekrar başka otobüsle kendi işine giden bir amca vardı, bu dünyanın böyle insanlar hatrına dönmeye devam ettiğine inanarak, iyi insanlarla denk gelmenizi ümit ederek veda ediyorum. Ne olursanız olun, iyi bir insan olun. O zaman dışarıdan sizi tanımlayan her şey anlamını yitiriyor, kalbiniz kalıyor geriye. Çok da duygusala bağlamayayım ama durum budur dostlar. En çok bu amcayı hatırlayacağım.
__________________ If you can't measure it, it doesn't exist. |