Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
| Cevap: Gelişmekte olan Ülkelerde demografik geçiş ve yoksulluk ilişkisi tezi
3.4.Nüfusun Yaşlanması
Daha yaşlı bireylerin, nüfusun daha büyük bir oranını teşkil etmesi süreci şeklinde
tanımlanan nüfus yaşlanması, 20.Yüzyılın nüfus eğilimlerinin ana sonucu olup,
21.Yüzyılda da nüfusların ayırt edici bir özelliği olacağı kesindir. İlk olarak gelişmiş
ülkelerde başlayan nüfus yaşlanması, gelişmekte olan ülkelerde de açıkça görülür hale
gelmiştir ve görülme yoğunluğu ülkeler arasında önemli farklılıklar gösterecek olsa da,
orta vadede tüm ülkeleri etkileyecektir (Birleşmiş Milletler, 2009, s. 1).
Nüfus yaşlanmasına bağlı olarak bir toplum nüfusunun yaş yapısında meydana
gelen değişmenin, ekonomik, politik ve sosyal süreçler üzerinde geniş kapsamlı ve derin
etkileri vardır. Örneğin, bu nedenle, yaşlılar ve küçük yaştakilerin sağlık ve iyiliği
açısından hayati öneme sahip olan, kuşaklararası sosyal destek sisteminin
sürdürülebilirliği konusunda kaygılar giderek artmaktadır (Cliquet ve Nizamuddin,
1999, Akt; Birleşmiş Milletler,2009, s. 1). Bu tür kaygılar, özellikle aile boyutunun
küçüldüğü ve geleneksel olarak bakım hizmetlerinin kadınlarca sağlanırken, kadınların
işgücüne katılmaya başladığı toplumlarda daha ciddi bir şekilde hissedilmektedir.
İnsanlar daha uzun süre yaşadıkça, kendilerine yapılan emekli maaşı, sağlık ve yaşlılık
yardımı gibi ödemeler daha uzun süre yapılmaktadır.
Sonuç olarak, varlıklarını sürdürebilmek için sosyal güvenlik sistemleri değişime
gitmek zorundadırlar (Creedy, 1998; Bravo, 1999; Akt; Birleşmiş Milletler, 2009, s. 1).
Yaşam süresinin uzaması, yaşlıların kronik hastalıklara karşı daha savunmasız olmaları
nedeniyle tıbbi masraflarda ve sağlık hizmetlerine olan talepte artış yol açmaktadır (de
Jong-Gierveld ve van Solinge, 1995; Holliday, 1999; Akt; Birleşmiş Milletler, 2009, s.
1).
Nüfusun yaşlanması dünya üzerindeki tüm ülkelerde görülen bir olgudur. Bu
eğilimin altında yatan üç temel faktör bulunmaktadır:
i) Artan yaşam süresi: Dünyanın birçok bölümünde insanlar, önceki on yıllarda
olduğundan daha uzun yaşamaktadırlar. Dünya geneli ortalama yaşam süresi
1950’den bu yana 20 yıl kadar artmıştır (1950-55’te 48 yıldan, 2005-10’da 68
yıla). Bu yüzyılın içinde bulunduğumuz yarısında, BM tahminlerine göre,
yaşama süresinin 76 yıla kadar çıkması beklenmektedir.
ii) Azalan doğum oranları: Dünya toplam doğurganlık oranı 1950’de kadın
başına 5 çocuktan, günümüzde yaklaşık 2,5 çocuğa düşmüştür ve 2050’de 84
yaklaşık 2,2 çocuğa düşmesi beklenmektedir. Aileler daha az çocuğa sahip
oldukça, yaşlı insanların nüfustaki oranı doğal olarak artmaktadır.
iii) Baby-boom kuşağının yaşlanması: II: Dünya Savaşından sonra ABD’de ve
benzer şekilde diğer bölgelerde doğanların yaşlılık çağlarına ulaşmaları,
nüfus içinde yaşlı insanların oranını yükseltmiştir (Bloom vd. 2011, s. 1).
Tablo 18
En yüksek 60 Yaş ve Üzeri Nüfus Oranına Sahip Ülkeler(2011-2050)
2011 (%) 2050 (%)
Japonya 31 Japonya 42
İtalya 27 Portekiz 40
Almanya 26 Bosna-Hersek 40
Finlandiya 25 Küba 39
İsveç 25 GüneyKore 39
Bulgaristan 25 İtalya 38
Yunanistan 25 İspanya 38
Belçika 24 Singapur 38
Portekiz 24 Almanya 38
Hırvatistan 24 İsviçre 37
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 2011, Akt; Bloom, Boersch-Supan, McGee ve Seike,
2011, s. 2
Tablo 18, 2010 ve 2050 itibariyle yüksek nüfusa sahip olan ya da olacak ülkeleri
yüzde oranlarla özetlemektedir. Küresel düzeyde, BM tahminlerine göre, günümüzde
sayısı 800 milyon olan ve toplam dünya nüfusunun % 11’ini oluşturan 60 yaş ve üzeri
nüfusun 2050 yılında sayı olarak 2 milyarı aşacağı ve dünya nüfusu içindeki payının %
22 olacağı ön görülmektedir. !950 ve 2050 yılları arasında dünya nüfusu 3,7 kat artacağı
tahmin edilirken, 60 yaş ve üzeri nüfusun yaklaşık 10 kat artması beklenmektedir.
Nüfus yaşlanması hem gelişmiş, hem de gelişmekte olan ülkelerde görülmekle birlikte,
2011 yılında, en yüksek 60 yaş ve üzeri nüfusa sahip 10 ülkenin tamamı gelişmiş
ülkeler arasında ya da piyasa ekonomisine geçiş sürecindeki Doğu Avrupa ülkeleri
arasında (Bulgaristan ve Hırvatistan gibi) bulunmaktadırlar. 2050 yılında ise, bu tablo
değişecektir. Küba gibi ülkelerinde listeye eklenirken, İsveç ve Finlandiya gibi ülkeler
artık listede olmayacaklardır. En dikkat çekici gelişme ise, BM tahminlerine göre, 2050
yılında, 42 ülkede 60 yaş ve üzeri nüfusun, Japonya’nın şu an sahip olduğu yaşlı nüfus
oranını aşmasının beklenmesidir. Bir diğer önemli nokta ise, en hızlı nüfus 85
yaşlanmasının özellikle yeni sanayileşmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde yaşanmakta
oluşudur (Bloom vd. 2011,s, 2
Nüfusun yaşlanması, ekonomik büyümenin gelecekteki temposu, emeklilik ve
sağlık sistemlerinin yürütülmesi ve entegre edilmesi ve yaşlıların refah düzeyi gibi
çeşitli konularda ciddi kaygılara neden olan bir olgudur. Politikacılar ve iş dünyası,
nüfus yaşlanmasının gelecekte hız kazanacağının farkına varmış durumdadırlar. Ancak
yaşlanma süreci halen yavaş gerçekleşmekte ve baby-boom kuşağı ekonomiyi ve
işletme faaliyetlerini canlı tutmakta olduğundan ivedi politikalara henüz gerek
bulunmamaktadır. Bununla birlikte, baby-boom kuşağının büyük kısmının emeklilik
çağına erişmesi, emek arzı artışının yavaşlaması ve emeklilik ve sağlık sistemlerinin
artan maliyetleri karşısında, bu gelişmelere uygun politikalar üretilmesi özellikle Kuzey
Amerika, Japonya ve Avrupa’da daha önemli hale gelecektir. İşletmeler, yakın bir
gelecekte yaşlıların ihtiyaç ve kapasitelerine karşı daha özenli yaklaşacaklar ve bu
yaklaşımda başarılı olmaları onlar için bir rekabet avantajı yaratabilecektir. Dikkate
değer bir başka husus, piyasa düzenlemelerinin (emeğin yerine sermayenin ikamesi ya
da emek tasarrufu sağlayan teknolojilerin geliştirilmesi ve kullanılması) demografik
değişmelerin etkilerini büyük ölçüde dengeleyebileceğidir. Genel bir ekonomik
perspektiften bakıldığında, uzayan yaşam sürelerinin gerek kamu politikalarını gerekse
işletme uygulamalarını içeren bir dizi reform gerektirdiğidir (Bloom vd. 2011, s. 7).
Nüfusun yaşlanması, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin, ciddi ekonomik ve sosyal
sorunlarla karşılaşmamak için, gerekli politikaları gerektiği zamanda uygulamaya
koymalarını zorunlu hal getirmektedir. Aksi takdirde, demografik geçiş aşamasının
başlarında olduğu gibi çalışan nüfus oranı azalırken, bağımlılık oranı tekrar yükselecek
ve hükümetler önemli büyüklükteki yaşlı bir nüfusun ihtiyaçlarını karşılamada zorluk
çekeceklerdir. Nüfusun yaşlanması, baby-boomerların emekli olmaları, üretken nüfusun
azalması ve çalışan nüfusun mali yükümlüğünün artması demektir. O nedenle, gerek
hükümetler, gerekse işletmeler bazında, yaşlı nüfusun daha etkin hale getirilmesine çaba
gösterilmelidir. Bunun en akılcı yolu ise, emeklilerin birikimlerini en verimli şekilde
değerlendirebilecek finansal ve ekonomik önlemlerin hayata geçirilmesidir. Nüfus
yaşlanmasının beraberinde önemli sorunları getireceği açık olmakla birlikte, bu
sorunların kaçınılmaz olmadığı da üzerinde durulması gereken bir noktadır.
Günümüzde gelişmiş ülkelerde yoğunlaşmış olan yaşlanma, 2050 yılında artık
gelişmekte olan ülkelerinde önemli bir gündem konusu haline gelecektir. Nüfus
yaşlanması, gerek gelişmiş, gerekse gelişmekte olan ülkeler açısından giderek daha 86
fazla üzerinde durulan bir konu olma özelliği kazanmakta ve araştırmalar ve politika
geliştirme çabaları, yaşlanma olgusunu da giderek daha fazla dikkate almaya başlamış
bulunmaktadır.
Tablo 19
Küresel İşgücü: 1960, 2005 ve 2050
1960 2005 2050(Tahmini)
İŞGÜCÜ/15 YAŞ VE ÜZERİ NÜFUS 67,4 65,8 61,4
İŞGÜCÜ/TOPLAM NÜFUS 42,3 47,1 49
Kaynak: Bloom, Canning ve Fink, .2010, Akt; Bloom vd. 2011, s. 5
Tablo 19, belirli dönemlere göre dünya düzeyinde işgücü oranlarını özetlemektedir.
2005 yılında işgücünün 15 yaş ve üzeri nüfusa oranının 2005’te % 65,8’den, 2050’de %
61,4’e gerileyeceği tahmin edilmektedir. Bu gerileme ihtimali iktisatçıları ve
hükümetleri kaygılandıran husustur (Bloom vd. 2011, s. 5). 87
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
DEMOGRAFİK GEÇİŞ VE YOKSULLUK
Demografi ve ekonomik zenginlik arasındaki ilişki yüzyıllardan beri
tartışılmaktadır. Konu ile ilgili olarak, yüksek oranlı ve kontrolsüz doğum oranlarının,
kişi başı tüketimi geçimlik düzeyin altına indirecek bir nüfus artışına yol açtığı
şeklindeki Malthusyen görüş oldukça aşinadır. Bu senaryoda yoksulluk, nüfus artışı
üzerine uygulanabilecek tek kontrol gibi görünmektedir. Malthus’un görüşü,
desteklenmemiş gibi görünse de, sonraları bu perspektifin modern versiyonları ortaya
konulmuştur. Nüfus artışı ile ilgili kötümser görüşe göre, hızlı nüfus artışı, sermaye
birikimi ve teknolojik gelişmelerin büyüme etkilerini bastıracaktır (Coale ve Hoover,
1958, Ehrlich, 1968, Akt; Malaney, 1999). Nüfus artışını savunan iyimser görüşe göre
ise, nüfus artışı sonucunda artan talebe toplumların ayak uydurabilme çabaları yenilik
ve icatları teşvik edecek ve daha büyük nüfus ölçek ekonomilerini ortaya çıkaracaktır
(Boserup, 1981, Simon, 1981, Akt; Malaney, 1999).
Nüfus artışı ve ekonomik büyüme ilişkisi ampirik olarak incelenmiş ve ülkelerarası
regresyon analizlerinin birçoğu, şaşırtıcı şekilde, nüfus artışı ve ekonomik büyüme
arasında pozitif ya da negatif bir ilişkiyi ortaya çıkaramamıştır (Kelley,1981, Akt:
Malaney, 1999). Bu sonuçlar, 1980’lerde “revizyonist” olarak adlandırılan görüşün
yükselişine neden olmuştur. Bu görüşe göre ise, nüfus artışı ve kişi başına gelir arasında
önemli bir ilişki bulunmamaktadır (Malaney, 1999).
Son yıllara dek, nüfus ve ekonomik büyüme ilişkisi ağırlıklı olarak nüfusun
büyüklüğünde meydana gelen değişime göre ele alınmıştır. Bununla birlikte, konu ile
ilgili son çalışmalarda, iktisatçılar, sadece nüfusun artışındaki değişmelere bakıldığında,
diğer önemli demografik etkilerin göz ardı edilebileceğini vurgulamışlardır. Bloom ve
Williamson (1998), özellikle, azalan doğurganlığın gecikmeli yaş yapısı etkileri üzerine
odaklanarak, demografik geçişin Asya üzerindeki etkilerini değerlendirmişlerdir.
Çalışmalarında, Asya ekonomik mucizesinin önemli bir bölümünün, azalan doğum
oranlarına bağlı olarak, çalışan nüfusun bağımlı nüfusa oranının yüksek olmasından
kaynaklandığını ortaya koymuşlardır. Bu şekilde yaş yapısı etkileri dikkate alındığında,
nüfus artışının ekonomik büyüme ile negatif bir ilişkiye sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Bu nedenle, doğurganlığı azaltmada başarılı olan politikaların demografik geçişi 88
hızlandırması ve ekonomik büyümeye katkı yapması mümkün olabilmektedir (Malaney,
1999).
Açıkça görüldüğü gibi, nüfusun yaş yapısında meydana gelen değişmeler esas
alındığında, demografik geçiş süreci ile ekonomik büyüme arasında önemli bir ilişki
ortaya çıkmaktadır. Özellikle doğurganlığın yüksek seyretmesi durumunda, bağımlı
nüfustaki artış, ekonomik büyüme üzerinde olumsuz etki yaratırken, doğurganlıktaki
azalış neticesinde çalışan nüfusun artması, gerekli kurumsal ve politik düzenlemelerin
yapılması koşuluyla, ekonomiyi olumlu etkileyecektir. Nüfus artışı ve ekonomik
büyüme arasında var olan ilişkinin kapsamı daha da genişletildiğinde, söz konusu
ilişkinin yoksulluk üzerinde önemli etkilere yol açabildiği ortaya çıkmaktadır.
Ekonomik büyümenin sağlanması ve sürdürebilir hale getirilmesi yoksullukla mücadele
için gerekli bir koşuldur. Bir başka ifadeyle, ekonomik büyüme, yoksul toplumlarda
yoksulluğun azaltılması ya da ortadan kaldırılması için gereklidir. Ancak, bu
büyümenin niceliği kadar niteliği de önemlidir. Ekonomik büyümenin insanlar için daha
iyi yaşam koşullarına dönüştürülebilmesi, diğer sosyo-ekonomik faktörlerin yanı sıra
bilinçli kamu politikalarını gerektirmektedir (Haq, 1995, s. 15).
Nüfus artışı ve ekonomiye ilişkin tartışmalar, açık bir şekilde yoksulluğu
kapsamaktan daha çok, nüfus dinamiklerinin ekonomik büyüme üzerindeki etkilerine
odaklanmışlar ve ekonomik büyümeyi yaşam standartlarının yükseltilmesi ve
yoksulluğun azaltılması için bir araç olarak görmüşlerdir. GSYİH, ister tarımdan, ister
sanayi ya da hizmet sektöründen elde edilsin, toplumun birçok kesiminin yaşam
standartlarını yükseltecektir (Das Gupta, Bongaarts ve Clelland, 2011, s. 6). Bir diğer
ifadeyle, doğum oranlarındaki azalış neticesinde bağımlı nüfusun azalması ve buna
karşılık olarak çalışan nüfusun oran olarak artması, gerekli politik ve kurumsal
düzenlemelerle desteklenmek koşuluyla, ekonomik büyümeyi sağlayacaktır. Ancak, bu
büyümenin yaşam standartlarını yükseltebilmesi ve yoksulluğu azaltmaya yardımcı
olabilmesi için, yine gerekli olan koşul, GSYİH artışının verimli bir şekilde
değerlendirilebileceği sosyal, politik ve kurumsal yapının oluşturulabilmesidir.
4.1.Yoksulluk Olgusu
“Üzerinde yaşadığımız dünya, büyük tezatları resmeden bir tablo ortaya
koymaktadır. Bazı ülkeler büyük bir zenginlik ve refaha sahipken, dünya nüfusunun
yaklaşık üçte ikisi standartların altında gelirlerle geçinmeye çalışmaktadır. Düşük okur-89
yazarlık oranları, kötü barınma koşulları, yetersiz sağlık ve eğitim hizmetleri ve kötü
beslenme, Asya, Afrika, Orta Doğu ve Latin Amerika’da yaygın durumdadır. Bu
gerçekler artık göz ardı edilemeyecek durumdadır. Yoksulluk olgusu entelektüel
düşünce ve politik çevrelerde, daha önce görülmemiş derecede yer bulmaktadır”
(Bhagwati, 1966, s. 9). Bhagwati’nin çalışmasında yer verdiği bu gözlemden yaklaşık
35 yıl sonra, Birlşemiş Milletler Milenyum Kalkınma Hedefleri ilan edilmiş ve bu
hedefler doğrultusunda, sürdürülebilir ekonomik kalkınma ve yoksulluğun
azaltılmasının önemi güçlü bir şekilde vurgulanmıştır.
Eylül 2000’de ilan edilen Birleşmiş Milletler Milenyum Kalkınma Hedefleri
Bildirgesi, uluslararası toplumun, sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğun birçok
boyutuyla azaltılması yönündeki güçlü kararlılığının bir göstergesidir. Bu bildirge
doğrultusunda, 2015 yılına dek, günlük 1 ABD doları altında gelire sahip (satın alma
gücü paritesine göre) yoksul insan sayısının yarı yarıya azaltılması hedefi
benimsenmiştir (Martin-Guzman, 2005). II. Dünya Savaşı sonrasında, yoksullukla
mücadelede, özellikle Asya kıtasında, önemli mesafeler kat edilmesine rağmen
yoksulluk ve sefalet dünyanın birçok bölümünde yaygındır. Dünya Bankasının “günde 1
ABD doları” olarak belirlenen uluslararası yoksulluk standardına göre (2008 yılında
1.25 ABD doları olarak revize edilen), dünyada hala yoksulluk içinde yaşayan 1.4
milyar insan bulunmaktadır. 1981 yılında bu sayı 1.9 milyar olmasına ve bu sayıda
azalış görülmesine rağmen, günde 1 ABD doları altında gelirle yaşayan insan sayısı
oldukça büyük boyuttadır ve bu rakam, 2004 yılı tahminlerinde belirtilen, günde 1 ABD
doları altında gelirle yaşayan 981 milyon rakamından daha fazladır. (Birleşmiş
Milletler, 2009, s. 1).
4.1.1.Yoksullukla İlgili Temel Kavramlar
Yoksulluk farklı perspektiflerle ele alınması gereken karmaşık ve çok yönlü bir
kavramdır. Yaşamı sürdürebilmek için gerekli minimum kaynaklardan yoksun olmak bu
boyutlardan biri olmakla birlikte, tek boyut değildir. Yoksulluk daha geniş bir bakış
açısı ile de ele alınabilir. Örneğin, Avrupa Konseyi, 1984 bildirgesinde yoksulluğu
şöyle tanımlamaktadır: “Yoksul ifadesiyle, kaynakları (kültürel, maddi ve sosyal),
yaşadıkları üye ülkede kabul edilebilir bir yaşam şekli sürdüremeyecekleri kadar sınırlı
olan kişiler, aileler ve kişi grupları kastedilmektedir”.Adam Smith’de aynı doğrultuda,
yoksulluğu “alt sosyal tabakalardan olanlarda dahil, değerli insanların zaruri 90
gereksinmelerini karşılayamama durumu” olarak tanımlamıştır (Martin-Guzman,
2005).
Dünya Bankası (2000) ise yoksulluğu refahtan mahrum olmak şeklinde
tanımlamaktadır. Bu durumda, refahın ne şekilde tanımlanacağı ve mahrumiyetin hangi
kriterlerle ölçüleceği soruları ile karşılaşılmaktadır (Haughton ve Khandker, 2009, s. 2).
Refahın tanımlamasına yönelik yaklaşımlardan ilki, refahı “mallar üzerinde
hakimiyet”, yani, insanların normal bir hayat sürebilmek için gerekli olan mallara
erişebilmeleri olarak ifade etmektedir. Bu yaklaşıma göre, insanlar mallar üzerinde ne
kadar hakimiyet sahibiyseler, o kadar iyi durumda olacaklardır. Yaklaşımın temel odak
noktası, bireylerin gereksinmelerini karşılamaya yetecek kadar kaynağa sahip
olmalarıdır. Genellikle yoksulluk, bireylerin tüketim ya da gelirlerinin, altına inildiğinde
yoksul olarak kabul edilecekleri bir eşiğe göre karşılaştırılması yoluyla ölçülür. Bu,
yoksulluğun parasal bir olgu olarak görüldüğü en geleneksel görüştür. Refahla (aynı
zamanda yoksullukla) ilgili ikinci yaklaşım, insanların belirli bir tüketim malını elde
edip edemediklerini sorgulamaktadır. Örneğin, insanların yeterli miktarda yiyeceğe,
uygun barınma imkanlarına, eğitim ve sağlık hizmetlerine sahip olup olmadıkları gibi.
Bu yaklaşımda, araştırmacı, yoksulluğu parasal bakımdan ölçen geleneksel yöntemlerin
ötesine geçmektedir. Ancak, yoksulluğu tanımlamaya ve ölçmeye yönelik yaklaşımların
belki de en kapsamlısı Amartya Sen’e aittir. Sen, refahın, toplum içerisinde işlev
görebilme kapasitesine sahip olmaktan kaynaklandığını belirtmektedir. Bu yaklaşıma
göre yoksulluk, insanlar anahtar nitelikte kapasitelerden yoksun olduğunda ortaya
çıkmaktadır. Bu kapasitelerden mahrum olanlar, yetersiz gelir ve eğitim, kötü sağlık,
güvensiz koşullar, özgüvensizlik, güçsüzlük ya da ifade özgürlüğü gibi haklardan
mahrum olmak durumlarıyla karşı karşıya kalacaklardır (Haughton ve Khandker, 2009,
s. 2).
Yoksulluk, “eşitsizlik” ve “kırılganlık” kavramlarından ayrı ancak bu kavramlarla
yakından ilişkilidir. “Eşitsizlik”, gelir ya da tüketim gibi faktörlerin tüm toplum içindeki
dağılımına odaklanmaktadır. “Kırılganlık” ise, bir insan şu anda yoksul olmasa dahi, bu
insanın gelecekte yoksul duruma düşme riski olarak ifade edilebilmektedir. Söz konusu
risk genellikle, kıtlıklar, tarımsal ürün fiyatlarında azalışlar ya da finansal krizler gibi
şoklarla ilişkilidir. Bireylerin yatırım, üretim kalıpları ve kendi durumlarıyla ilgili
algılarını etkilediğinden dolayı kırılganlık, refahı etkileyen önemli bir faktördür
(Haughton ve Khandker, 2009, s. 3). 91
Yoksullukla ilgili bir diğer önemli kavram yoksulluk sınırıdır. Yoksulluk sınırı, bir
bireyin gıda ya da gıda dışındaki temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için gerekli
minimum harcama ya da gelir düzeyi olarak tanımlanabilir (Dünya Bankası Enstitüsü,
2005, s. 43). Yoksulluk sınırı kavramıyla ilişkili olarak yoksulluk mutlak ya da göreli
olarak tanımlanabilir. “Mutlak yoksulluk” kavramı, gıda ve diğer zaruri mallara
dayanan, sosyal olarak kabul edilebilir minimum koşulların altında bulunmayı ifade
etmektedir. “Göreli yoksulluk” ise, genellikle beşlik ya da onluk dilimlere ayrılmış
olan, toplumun düşük gelire sahip gruplarını, daha yüksek gelir gruplarıyla kıyaslayan
bir yoksulluk kavramıdır (Lok-Dessallien, 2003).
4.1.2.Gelişmekte Olan Ülkelerde Yoksulluk
Birleşmiş Milletler Milenyum Kalkınma hedefleri arasında, 2015 yılına dek,
yoksulluğun dünya genelinde yarıya indirilmesi benimsenmiştir. Dünya üzerindeki
yoksulların büyük bir kısmı gelişmekte olan ülkelerde yaşamaktadır. Çoğunluğu
gelişmekte olan ülkelerde yaşamakta olan yoksul insanlar, yoksulluğun beraberinde
getirdiği birçok sorunla karşı karşıya bulunmaktadırlar. Özellikle II. Dünya savaşından
sonra yoksullukla mücadelede atılan önemli adımlara ve elde edilen başarılı sonuçlara
rağmen yoksulluk temel bir sorun olarak dünya gündemindeki yerini korumaktadır.
Yoksulluk açlık ve yetersiz beslenmenin temel nedenidir. Birleşmiş Milletler Gıda
ve Tarım Örgütü (FAO) 2009 yılı verilerine göre, 6,6. milyarlık dünya nüfusunun %
14,6’sı açlık içinde yaşamaktadır. Yetersiz beslenen insanların büyük kısmı gelişmekte
olan ülkelerde yaşamaktadır. Yoksulluk çocuk ölümlerinin de ana sebebi olarak kabul
edilmektedir. Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu (UNİCEF) 2000 yılı rakamları, her yıl 25
bin çocuğun yaşamını yitirdiğini ortaya koymaktadır (Birleşmiş Milletler, 2009, s. 1-2).
2005 yılı okula kayıt verilerine göre, gelişmekte olan ülkelerde ilköğretim çağındaki 72
milyon çocuk okula gitmemektedir ve bu çocukların % 57’si kız çocuklarıdır (Birleşmiş
Milletler, 2007, Akt; Birleşmiş Milletler, 2009, s. 2). Birleşmiş Milletler Kalkınma
Programı (UNDP) tarafından açıklanan 2006 yılı rakamları, gelişmekte olan ülkelerde,
1.1 milyar insanın temiz suya yeterince erişemediğini, 2.6 milyar insanın ise temel
sağlık hizmetlerinden gerektiği gibi yararlanamadığını göstermektedir (Birleşmiş
Milletler, 2009, s. 2).
Yoksulluk ve eşitsizlik arasında yakın bir bağlantı bulunmaktadır ve eşitsizliğin
dünya genelinde son on yıllar boyunca, ulusal ve uluslararası düzeyde arttığı92
gözlemlenmektedir. Dünya nüfusunun % 80’inden fazlası gelir dağılımı eşitsizliğinin
giderek artmakta olduğu ülkelerde yaşamaktadır. Dünyanın en yoksul % 40’lık nüfusu
küresel gelirden sadece % 5 pay alırken, en zengin % 20’lik kesim küresel gelirin %
75’ini almaktadır (UNDP; 2007, Akt; Birleşmiş Milletler, 2009, s. 2). Yoksulluk sadece
yetersiz beslenme ve maddi gereksinmelerin karşılanamaması olarak algılanmamalıdır.
Demokratik ve göreli olarak iyi yönetilen ülkelerde dahi yoksul insanlar gurur kırıcı
durumlarla karşılaşmaktadırlar. Sıklıkla ailelerinin gereksinmelerini karşılayamayan bu
insanlar utanç ve başarısızlık duygusunu hissetmektedirler. Yoksulluk tuzağına
girdiklerinde, yoksullar, ancak hayatta kalmalarına yetecek gelir getiren zor ve yıpratıcı
çalışma koşullarından kurtulma umutlarını da yitirmektedirler (Singer, 2009, Akt;
Birleşmiş Milletler, 2009, s. 2).
2008 yılında revize edilen rakama göre günde 1,25 ABD doları altında gelire sahip
yoksul sayısının 2015 yılına kadar yarıya indirilmesi yönünde Milenyum Kalkınma
Hedefleri arasında yer alan uluslararası karar, yoksullukla ilgili gelir temelli yaklaşımın
en yaygın örneğini teşkil etmektedir. Bu ölçüte göre, son 20 yılda, yoksulluğun
derinliğinde ve şiddetinde azalma görülmüştür (Birleşmiş Milletler, 2009, s. 13). Dünya
nüfusunun hala hızla artmasına ve yoksulluğun bazı bölgelerde yaygın olmasına
rağmen, bu sorunlar diğer politikalara ilave olarak, sağlık ve eğitime yapılan
yatırımlarla ve kadınların yaşam koşullarının iyileştirilmesi ile hafifletilebilecektir
(Catley-Carlson ve Outlaw, 1998, s. 234).
2050 yılına gelindiğinde dünya nüfusunun 9 milyarı aşacağı tahmin edilmektedir.
Bu artışın 2,3 milyarının gelişmekte olan ülkeler kaynaklı olması beklenmektedir. Bu
tahminler doğrultusunda, 2009 yılında 5,6 milyar olan gelişmekte olan ülkeler nüfusu
2050 yılında 7,9 milyara yükselecektir. Tam aksine, gelişmiş ülkelerde ise, nüfusun
1,23 milyardan 1,28 milyara, hafif bir artış göstermesi beklenmektedir (Birleşmiş
Milletler, 2009, s. 15).Gelişmekte olan ülkelerin nüfusunda süregelen hızlı artış,
yoksullukta kalıcı bir azalış sağlanabilmesi için sürdürülebilir ekonomik kalkınma ve
ekonomide yapısal dönüşümlere yönelik uygun politikaların önemini vurgulamaktadır.
Gelir temelli geleneksel yoksulluk ölçümünün nüfus artışına olan duyarlılığına karşın,
birçok toplumun yaşadığı demografik geçiş süreci göstermektedir ki artan gelirler ve
daha büyük ekonomik güvenlikle birlikte aile boyutları küçülmektedir. Tam tersine,
yoksul aileler, aile gelirine katkının artması ve yaşlılıkta ekonomik güvencelerinin
sürmesi umuduyla daha fazla çocuk sahibi olmaya eğilimlidirler (Leibenstein, 1957,
Mamdani, 1972, Robbins, 1999, Akt; Birleşmiş Milletler, 2009, s. 15). 93
Tablo 20
Dünya Üzerinde, Günde 1,25 ABD doları Altında Gelire Sahip Olanların Bölgesel
Payları (1981-2005, %)
BÖLGE 1981 1984 1987 1990 1993 1996 1999 2002 2005
DOĞU ASYA
VE PASİFİK 56,5 52,39 47,81 48,16 47,09 37,57 37,44 31,61 22,97
DOĞU AVRUPA
VE ORTA ASYA 0,37 0,32 0,28 0,5 1,12 1,32 1,43 1,35 1,26
LATİN AMERİKA
VE KARAYİPLER 2,21 2,89 3,04 2,37 2,33 3,15 3,23 3,64 3,35
ORTA DOĞU VE
KUZEY AFRİKA 0,72 0,64 0,69 0,53 0,55 0,64 0,68 0,64 0,8
GÜNEY
ASYA 28,91 30,28 33,09 31,94 31,17 35,89 34,72 38,42 43,26
SAHRA-ALTI
AFRİKA 11,27 13,48 15,09 16,49 17,74 21,43 22,5 24,33 28,37
TOPLAM(YÜZDE) 100 100 100 100 100 100 100 100 100
TOPLAM
YOKSUL SAYISI 1896,2 1808,2 1720 1813,4 1794,9 1656,2 1696,2 1603,1 1376,7
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 2009, s. 19
Şehirleşmeyle birlikte ekonomik büyümenin dönüştürücü etkileri, özellikle Doğu
Asya’da bulunan bazı ülkelerin orta gelir statüsüne yükselmesini sağlamıştır. Diğer
bölgelerde ise, güçlü ve sürekli bir ekonomik büyümenin eksikliği ve gelir dağlımı
eşitsizliklerinin devamı, yoksulların sayısının artması anlamına gelmektedir. Tablo
20’de görüldüğü gibi, gelişmekte olan ülkelerde aşırı yoksulluk çeken insanların
dağılımı (günde 1,25 ABD doları altı gelirle yaşayan), Doğu Asya ve Pasifik
bölgelerinin en yüksek paya sahip olduğu 1981 yılından bu yana önemli ölçüde
değişmiştir. Günümüzde Sahra-altı Afrika ve Güney Asya, yoksulların sayısı
bakımından, en yüksek paylara sahiptirler. 1981 yılında, Çin ve diğer Doğu Asya
ülkeleri, dünya genelindeki yoksulların % 57’sini barındırmaktaydı. Bununla birlikte,
25 yıldan kısa bir sürede Doğu Asya ve Pasifik bölgeleri, küresel yoksulluktaki
paylarını, 2005 yılı itibariyle yaklaşık % 23’e geriletmeyi başarmışlardır. Aksine, aşırı94
yoksulluk içinde yaşayanların dünya genelindeki payı Güney Asya’da 1981’de %
29’dan, 2005’te % 43’e yükselmiştir. Benzer şekilde bu oran Sahra-altı Afrika’da iki
kattan fazla bir artışla, 1981 yılında % 11’den, 2005 yılında % 28’e yükselmiştir. Bu
olumsuz değişiklikler, kısmen, güçlü ve üretken istihdam büyümesinin yokluğundaki
nüfus artışına, kısmen de bu bölgelerin önemli bir yapısal dönüşüm gerçekleştirememiş
olmasına bağlıdır (Birleşmiş Milletler, 2009, s. 19). Bir başka ifadeyle, yoksulluğun
bölgeler arasında değişen tablosu, bölgelerin ekonomik performanslarının doğasını
yansıtmaktadır. Doğu Asya ve Pasifik bölgelerinde günde 1,25 Dolarlık yoksulluk sınırı
altında yaşayan insan sayısındaki inanılmaz düşüşe güçlü ekonomik büyüme ve yapısal
değişimin katkısının büyük olduğuna dair pek az şüphe bulunmaktadır. Özellikle 2002
yılından bu yana Afrika’nın gösterdiği ekonomik büyüme, aşırı yoksulluğun
azaltılmasına yönelik umutları arttırmıştır (Afrika Ekonomik Komisyonu, 2008, Akt;
Birleşmiş Milletler, 2009, s. 20). Bununla birlikte, son küresel ekonomik krizin hemen
ardından gelen enerji ve gıda fiyatları artışı bu durumu tersine çevirme eğilimindedir.
Üstelik, en son ekonomik büyüme, yapısal değişimi destekleyici nitelikten uzak ihraç
ürünlerine dayalıdır. Bu durum daha ziyade, Afrika’nın dar ihracat yelpazesinin bir
göstergesi olmaktadır ve buna dayalı bir büyüme sürdürülebilir olmaktan uzaktır
(Birleşmiş Milletler, 2009, s. 20).
Tablo 21’e göre, 2015 yılına kadar, günde 1,25 ABD doları altı gelirle yaşamaya
çalışan insan sayısının yarıya indirilmesi hedefine ulaşan tek bölge olarak Doğu Asya
ve Pasifik göze çarpmaktadır. Doğu Avrupa ve Orta Asya, Latin Amerika ve Karayipler
ve Orta Doğu ve Kuzey Afrika bu hedefe ulaşma yolunda ilerlemektedirler. Tüm bu
gelişmelerin aksine, Güney Asya ve Sahra-altı Afrika’da yoksulluğun azaltılması
önemli bir zorluk olarak bölge ülkelerinin önünde durmaktadır. Bu iki bölge aslında,
1990-2005 arasında günde 1,25 ABD doları altında gelirle yaşayan insan sayısında
önemli artışa sahne olmuş durumdadır (Birleşmiş Milletler, 2009, s. 20). Yoksullukla
mücadele konusunda, bu iki bölgenin önünde kat etmesi gereken uzun bir yol
bulunmakta ve bu bölgelerdeki ülke hükümetlerinin gerekli politikaları uygulamaya
koymaları gerekmektedir. 95
Tablo 21
2015 Yılı Yoksulluk Oranı Hedeflerine Ulaşmakta Kaydedilen İlerlemeler
DOĞU
ASYA
DOĞU
AVRUPA
LATİN
AMERİKA
ORTA DOĞU
VE GÜNEY
SAHRAALTI
VE
PASİFİK
VE ORTA
ASYA
VE
KARAYİPLER
KUZEY
AFRİKA ASYA AFRİKA
2005 16,8 3,7 8,2 3,6 40,3 50,9
1999 35,5 5,1 10,9 4,2 44,1 58,4
1990 54,7 2 11,3 4,3 51,7 57,6
2015 27,4 1 5,7 2,2 25,9 28,8
Hedefe
ulaşmak için
gerekli
değişim -2,7 -2,6 -1,4 -14,5 -22,1
(%)
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 2009, s. 21
4.2.Nüfus ve Yoksulluk İlişkisi
Politikacılar, yüksek doğurganlık oranları ve ilgili demografik değişkenlerin
yoksulluğu nasıl etkilediği ve yoksulluk tarafından nasıl etkilendiği sorusunu sık olarak
sormaktadırlar. 1960’lar ve 1970’lerde popüler olan, doğurganlık azalışının gelişmekte
olan ülkelerde nüfus artışını yavaşlatacağı ve yoksulluğu azaltacağı yönündeki görüş
1980’ler boyunca büyük eleştirilere maruz kalmış ve 1990’lara gelindiğinde revaçta
olmaktan çıkmıştır. Ortaya çıkan alternatif perspektif ise, demografik
değerlendirmelerin yoksulluğun azaltılmasıyla büyük ölçüde ilişkisiz olduğu
şeklindeydi (Merrick, 2002, s. 41).
Günümüzde, yeni düşünce ve bulgular bu alternatif perspektife karşı çıkmaktadır.
Yapılan araştırmaların çoğu, demografik trendlerin aslında önem arz ettiğini ortaya
koymaktadır. Bununla birlikte, daha yavaş bir nüfus artışının potansiyel yararları
demografik değişimin zamanlaması ve yoğunluğu, kadınların ekonomik ve sosyal
statüsü ve değişimin yaşanmakta olduğu ülkelerdeki ekonomik politikaların hangi
amaca odaklandığı gibi faktörlere bağlıdır. Bu yüzyılın ortalarına kadar dünya
nüfusunun yaklaşık üç milyar artacağı ve bu artışın neredeyse tamamının gelişmekte
olan ülkelerde olacağı tahmin edilmektedir. Küresel ekonomik büyümenin
yavaşlamasıyla, nüfus bilimciler ve iktisatçılar, hızlı nüfus artışının yoksulluğu
azaltmayı başaran ve başaramayan ülkeler arasındaki farkı açıklamada oynadığı rolü
daha yakından incelemeye başlamışlardır. Bu tür çabalar, dünya üzerindeki, aşırı96
yoksulluğa sürüklenmiş insanların sayısını azaltma ihtimali en yüksek politika ve
programların belirlenmesine yardımcı olabilecektir (Merrick, 2002, s. 41).
Tablo 22
Yoksulluk ve Demografik Göstergeler, 1990-2002
YOKSUL
NÜFUS (%)
<10% >10%
ÜLKE
SAYISI 45 49
TOPLAM
DOĞURGANLIK 2,3 4,6
ORANI
15 YAŞ
ALTI NÜFUS 27,9 41,3
(%)
Kaynak: Dünya Bankası Kalkınma Göstergeleri, Akt; Mason ve Lee, 2004, s. 1
Yüksek doğurganlık ve yoksulluk ilişkisi oldukça aşinadır. 1994 yılındaki
Uluslararası Yoksulluk ve Kalkınma Konferansından (ICPD) bu yana, dünya üzerindeki
birçok ülkede doğurganlık azalışları görülmektedir. Ancak, bazı ülkelerde, özellikle en
yoksul olanlarda, hala yüksek oranlı doğurganlık görülmektedir. Tablo 22’de görüldüğü
gibi yoksulluk oranı % 10’un altında olan ve toplam doğurganlık oranı 2,3 olan
ülkelerle kıyaslandığında, günde 1 ABD doları altında gelirle yaşayanların oranının %
10’un üzerinde olduğu ülkelerde toplam doğurganlık oranı 4,6’dır. En yoksul ülkeler
ayrıca yüksek çocuk bağımlılık oranlarına sahiptirler (% 40’ın üzerinde). Son
araştırmalar da, yüksek doğurganlığın yoksullukla güçlü bir bağlantısı bulunduğunu
göstermektedirler (Mason ve Lee, 2004, s. 1-2).
Yoksullar genellikle finansal piyasalara erişimden yoksundurlar. Bu nedenle
çocuklar, ebeveynlerin yaşlılıklarında bir güvence görevi üstlenmek durumundadırlar ve
ebeveynler bu durumun bir sonucu olarak daha büyük bir aileye sahip olma
eğilimindedirler. Kırsal kesimdeki aksak emek piyasaları daha geniş aileye olan ihtiyacı
arttırmaktadır. Çünkü bu durum çocukların bir işgücü kaynağı olarak görülmelerine
neden olmaktadır. Yetersiz sağlık hizmetleri ve koşulları çocuk ölümlerini arttırmakta 97
ve bu ailelerin daha çok çocuk sahibi olmak istemeleriyle sonuçlanmaktadır. Yüksek
doğurganlık oranları ise, aileler içindeki bağımlılık oranlarını yükselterek yoksulları
daha düşük gelir düzeylerine hapsetmektedir. Daha kalabalık ailelerin çocuklarına daha
az eğitim olanakları sunabildiğine dair bulgular mevcuttur. Yoksulluğun, eğitim ve
sağlık hizmetlerinin özellikle kötü olduğu kırsal alanlarda yoğunlaşması durumu daha
da kötüleştirmektedir. Mikro finans devrimine rağmen, kırsal kesimde yoksulların kredi
imkanlarından yararlanması son derece güçtür (Malaney, 2004).
Doğurganlık oranının yoksulluk üzerinde önemli derecede etkili olduğu yapılan en
son çalışmalarla ispatlanmış ve bu sonuç mikro ve makro düzeylerde desteklenmiştir.
Mikro düzeydeki çalışmalar, yüksek doğurganlık ortamlarında çocukların finansal
bakımdan bir yük durumunda olduğunu tespit etmişlerdir. Üstelik, bağımlı çocuklara
yapılan finansal transferler, yetişkin çocuklardan yaşlı ebeveynlere yapılan finansal
transferlere fazlasıyla ağır basmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, ebeveynlerin, finansal
olarak yararlanmak amacıyla daha fazla çocuk sahibi oldukları hipotezi de
desteklenmemektedir. Geleneksel ortamlarda dahi çocuklar ürettiklerinden çok daha
fazlasını tüketmektedirler. Bu nedenle, ilave bir çocuğun doğumu, diğer aile fertlerinin
yaşam standartlarında düşüşe yol açacaktır. Makro düzeydeki ispatlarda, çalışan
yetişkin sayısı çocuk sayısından daha hızlı arttığında kişi başı gelirin daha hızlı arttığını
göstererek mikro düzeydeki bulguları desteklemektedirler. Gerek toplam seviyede,
gerekse hane halk seviyesinde, yetişkin başına çocuk sayısının azalması, hane halkları
ve ülke için daha yüksek kişi başı gelir elde edilmesine yardımcı olmaktadır (Mason ve
Lee, 2004, s. 2).
Son araştırmaların, bizzat yoksulluk üzerine olmaktan çok, demografik faktörler ve
ortalama gelir ya da ekonomik büyüme ilişkisini ele aldığı gözlemlenmektedir. Veri bir
gelir dağılımı esas alındığında, tanımlamaya göre, ortalama gelirde bir artış yoksullukta
azalışa neden olacaktır. Ampirik bakımdan, ekonomik büyümenin yoksulluğa karşı
önemli bir olumlu etkisi bulunmaktadır. Ancak, her ekonomik büyüme ve her ekonomik
büyüme politikası yoksul yanlısı değildir (Mason ve Lee, 2004, s. 2). 1990’lar boyunca
Asya’da görülen 21 ekonomik büyüme dönemini inceleyen bir analize göre, ekonomik
büyümelerden 13’ünde yoksulluk azalmış, 3’ünde durağanlaşmış, 5’inde ise artmıştır
(Asya Kalkınma Bankası, 2004, Akt; Mason ve Lee, 2004, s. 2). Bu değerlendirmeler
ışığında, Eastwood ve Lipton’un 1999 ve 2000 yıllarında gerçekleştirdiği ampirik
çalışma dikkat çekicidir. Eastwood ve Lipton çalışmalarında yüksek doğurganlığın
sadece ekonomik büyümeyi yavaşlatmakla kalmayıp, aynı zamanda tüketimin 98
dağılımını da yoksullar aleyhine bozduğunu göstermişlerdir. Bu bakımdan,
doğurganlığın azaltılması, ekonomik büyüme yanlısı olmasının yanı sıra yoksul
yanlısıdır (Mason ve Lee, 2004, s. 2).
4.2.1.Demografik Geçiş ve Yoksulluk İlişkisi
18. yüzyılın sonlarında, Malthus’un nüfus artışı ve açlık üzerine, adeta kıyamet
habercisi niteliğindeki görüşlerini ortaya koymasından bu yana nüfus artışı ve ekonomik
büyümeye yönelik tartışmalar devam etmektedir. Ancak, sosyal bilimciler, nüfus
artışının ekonomik büyümeyi kısıtladığı, teşvik ettiği ya da ekonomik büyümeyle ilgisi
olmadığı yönünde tartışmalar yaparken, bu tartışmaların temel odak noktası nüfusun
boyutu ve büyüklüğü ile sınırlı kalmıştır. Yaş yapısı dinamiğinin bu tartışmaya dahil
edilmesi ise Coale ve Hoover’ın 1958 tarihli çalışmasına atfedilebilir. Coale ve Hoover
bu çalışmalarında, süregelen yüksek doğurganlık ve düşen ölüm oranlarının hükümetler
ve hane halklarının yüksek genç bağımlılık oranlarını yüklenmelerine, dolayısıyla vergi
gelirlerinin ve hane halkı tasarruflarının azalmasına yol açacağını belirtmişlerdir
(Nayab, 1996, s. 1). Günümüzde, nüfusun yaş yapısındaki değişmelerin ekonomik
büyüme ve dolayısıyla yoksulluk üzerinde önemli etkileri olduğu ağırlıklı olarak kabul
gören bir görüştür Nüfusun yaş yapısında bu derecede değişmelere neden olan ise
yüksek doğum ve ölüm oranlarından, düşük doğum ve ölüm oranlarına doğru gidişi
ifade eden demografik geçiş olgusudur.
Nüfus değişmeleri, ekonomik büyüme yoksulluk üzerine yapılan son araştırmalar,
nüfus artışı ve ekonomik büyüme ilişkisini, yüksek doğurganlıktan düşük doğurganlığa
geçişin farklı aşamalarına bakarak incelemeye tabi tutmaktadırlar. Bu çalışmaların en
önemli bulgusu, doğurganlık azalmaya başladığında, demografik geçiş sürecinin, kısıtlı
bir süre içinde olsa, kişi tasarruflar ve yatırımların artmasının mümkün olduğu bir
“fırsat penceresi” yaratmasıdır (Merrick, 2002, s. 42).
Doğurganlık yüksek olduğunda, nüfus içinde, çocukların ve gençlerin oranı, çalışan
nüfusa göre daha yüksektir (yaş bağımlılığı etkisi). Doğurganlık azaldıkça, potansiyel
işgücünün (15-64 yaş arası insanlar), çalışmayanlara (14 yaş altı ve 65 yaş üzeri
insanlar) oranı yükselecek ve bu durum, daha fazla çalışanın, daha az çocuktan sorumlu
olması anlamına gelecektir. Bağımlılık oranının azalması, ülkelerin fiziksel ve beşeri
sermayelerini (okullar, iyi eğitimli öğretmenler, sağlık imkanları ve iyi eğitimli sağlık
personeli, modern iletişim ağları ve bu pozisyonları dolduracak iyi eğitimli personel) 99
arttırmalarını mümkün kılacaktır. Bununla birlikte, bir demografik fırsat penceresinin
açılması ekonomik büyüme hızında artışı garantilememektedir. Öncelikle, fırsat
penceresi geçici bir niteliğe sahiptir. Çünkü düşük doğurganlık, zamanla bir başka
bağımlı grubun, yani artık çalışmayan yaşlı nüfusun oranının artmasına neden olacaktır.
Yaş yapısı etkisinin yoğunluğu, düşük doğurganlığa geçişin hızına bağlıdır. Ayrıca, bu
etki, ülkelerin büyük potansiyel işçi dalgasının, gerekli yeteneklere ve üretken istihdam
imkanlarına sahip olmalarını sağlayacak makul politikalar izlemelerine de bağlıdır. Bu
koşullar yerine getirildiğinde, Güney Kore ve Tayvan örneklerinde olduğu gibi, fiziksel
ve beşeri sermayelerde geçici bir artış, yaşam standartlarında hızlı bir yükselişle
sonuçlanacaktır (Merrick, 2002, s. 42-43).
Bu bağlamda, yoksulluğun azaltılmasını etkileyen faktörleri belirlemekte
benimsenen analitik çerçeve oldukça basittir; yoksulluk oranı bu çerçevede, kişi başı
GSYİH; gelir dağılımı eşitsizliğinin derecesi, hükümetin sosyal harcamaları ve nüfusun
yaş yapısına bağlıdır. Yoksulluğun ilk üç faktörle ilişkisi açıktır; kişi başı GSYİH’da bir
artış, gelir dağılımı eşitsizliğinde azalma ve sosyal harcamalarda artış yoksulluğu
azaltma eğilimi göstermektedir. Ancak, nüfusun yaş yapısının yoksullukla ilişkisi daha
fazla açıklama gerektirmektedir (Ros, 2009, s. 36). Nüfusun yaş yapısındaki değişiklik
yoksulluk oranını şu kanallar yoluyla etkilemektedir:
i) Çalışan nüfusun toplam nüfus içindeki payının artması (ya da bağımlılık
oranının azalması) ve ekonomik faaliyetlerdeki artışın demografik kazancı
yaratması. Bu şekilde, kişi başı gelir artışı daha yüksek olacaktır.
ii) Çocuk sayısındaki artışın keskin bir şekilde azalması, ilk ve orta öğretim
düzeylerindeki okula kayıtlarda ve öğretmen-öğrenci oranında, eğitime
önceden yapılan yatırımlardan kaynaklanan durağan bir artışa neden
olacaktır. Örneğin, Brezilya’da 1980’lerin başlarında, okul çağındaki
çocukların % 20’si okula kayıt yaptırmazken, 2000 yılında bu oran % 3’e
gerilemiştir.
iii) Yaş yapısındaki değişim, nüfus içinde yoksulluğun en çok çocukları
etkilediği göz önüne alındığında, yoksulluk üzerinde pozitif bir yaş bileşimi
etkisi yaratacaktır. Bir başka ifadeyle çocuk sayısında azalma, yoksulluğun
görülme oranını da azaltacaktır Bu faktörlere ilave olarak, demografik
değişim yoksulluğu bireylerin tasarruf davranışları ve gelir dağılımı
eşitsizliğini değiştirmek yoluyla da etkilemektedir (Ros, 2009, s. 36-37). 100
Tablo 23
Bağımlılık Oranı ve Kişi Başı GSYİH Değişiklikleri,1990-2006 (%)
BAĞIMLILIK BÜYÜME
ÜLKE ORANI ORANI
Şili -4,7 3,8
Panama -13,3 1,6
Arjantin -8,2 1,6
Kosta Rika -13,6 1,4
Uruguay -0,6 0,7
Meksika -20,6 0,7
Bolivya -7,4 0,2
Brezilya -16,5 0,2
Ekvador -18,9 -0,6
Honduras -19,7 -0,9
Venezuela -15,1 -1,1
Paraguay -14,2 -1,4
Ortalama -12,7 0,5
Kaynak: ECLAC, 2002 ve Ros, 2009, s. 4-6
Tablo 23, Latin Amerika’da, 1990-2006 arasında, bağımlılık oranlarındaki ve kişi
başı GSYİH’daki değişiklikleri göstermektedir. Latin Amerika ve Karayipler İktisadi
Komsiyonu (ECLAC) ve Ros’un çalışmalarına göre, bağımlılık oranı azalışları
karşılığında, GSYİH artışlarının söz konusu olmasına rağmen, artışların düşük seviyede
kalması dikkat çekicidir. Bu durum, bağımlılık oranı azalışlarının, uygun politikalarla
desteklenmesi koşuluyla, arzu edilen ekonomik büyümenin gerçekleşebileceğinin bir
göstergesidir.
Eastwood ve Lipton (2001), demografik geçişin yoksulluğu çeşitli şekillerde
etkilediğini belirtmişlerdir. Konu ile ilgili literatür dönüşümün tek bir yönü üzerine,
yani nüfus büyüklüğüne ve bu büyüklüğün ekonomik büyüme yoluyla yoksulluk
üzerinde yaratacağı etkiye odaklanmış durumdadır. Bu etki, önemli ve negatif niteliğe
sahip olmasının yanı sıra tartışmaya açıktır. Dönüşümün daha sağlam ve önemli yönü
nüfusun değişen yaş yapısıdır. Değişen yaş yapısı, yoksulluk üzerindeki diğer iki önemli
etkinin ardındaki itici güçtür; tüketim ve gelir dağılımının değişmesi yoluyla ortaya
çıkan tüketim ve gelir dağılımı etkisi (CI), ve yoksulları ve yoksulluğa yakın durumda
olanların refah düzeylerini ve kapasitelerini değiştirerek onları daha müreffeh hale
dönüştüren etkinlik. (Eastwood ve Lipton, 2001, s. 213-214). 101
Demografik geçişin, özellikle değişen doğurganlık oranlarının yoksulluk üzerindeki
etkileri, gerek makro, gerekse mikro düzeyde bulgularla incelenebilmektedir. Ancak,
yüksek doğurganlığın yoksulluk üzerinde gelir dağlımı yoluyla yarattı etki temelde
makro düzeyde incelenmektedir. Makro düzeyde incelemede ana iletim mekanizması,
Malthus tarafından varsayılan, makro boyutlu emek ve gıda piyasalarıdır (ortalama
doğurganlık yüksekse, emek arz eden bir aile, daha pahalı gıda ve daha düşük ücretlerle
karşı karşıya kalacaktır). Dönüşüm etkileri ise, en ideal olarak, mikro temelde
incelenmektedirler (Eastwood ve Lipton, 2001, s. 213).
Modern demografik geçiş çocuk ölüm oranlarında, ve oldukça uzun bir süre sonra,
doğum oranlarında görülen düşüşle açıklanmaktadır. Bu düşüşler, nüfus artış oranını
önce keskin bir şekilde arttıracak ve sonra azaltacaktır (nüfus boyutu etkisi), ve
çocukların yetişkinlere oranını önce güçlü bir şekilde arttıracak, sonra kademeli ancak
güçlü bir şekilde azaltacaktır (yaş yapısı etkisi). Demografik geçişin bu iki durumu
birbirlerini üç farklı şekilde etkilemektedirler; kişi başı tüketim ya da gelir artış oranını
değiştirerek (büyüme etkisi), gelir ya da tüketimin dağılımını değiştirerek (dağıtım
etkisi) ve veri bir gelir ya da tüketim düzeyinde, yoksulların kapasiteleri ya da refah
durumunu değiştirerek (dönüşüm etkisi). Eastwood ve Lipton’ın bu sınıflandırması,
nüfusun yaş yapısındaki değişimin etkilerinin yoksulluk üzerinde göz ardı edilemeyecek
sonuçlara yol açtığını göstermektedir (Eastwood ve Lipton, 2001, s. 213-214).
4.2.2.Demografik Kazanç ve Yoksulluğun Azaltılması
Demografik geçiş teriminin kökeni, David Bloom ve Jeffrey Williamson’ın(1998),
Doğu Asya’nın ekonomik büyümesini inceleyen çalışmasına dayanmaktadır. Bloom ve
Williamson, yaş yapısındaki değişmelerin, Doğu Asya ekonomik büyümesine yaptığı
katkıyı ölçmek amacıyla, ülkeler arası regresyon analizleri yapmışlardır. Bu çalışmada,
Doğu Asya’nın ekonomik yükselişinde, nüfusun yaş yapısının oynadığı rolü
belirlemişler ve Doğu Asya ekonomik mucizesinin beşte birinin demografik kazançtan
kaynaklandığını ortaya koymuşlardır (Nayab, 2006, s. 3).
Demografik geçiş, ekonomik büyüme ve yoksulluk düzeylerindeki değişiklikler
arasındaki etkileşimleri anlayabilmenin anahtarı, geçişin nüfusun yaş yapısı üzerinde
yarattığı bir defalık etkidir. Demografik geçiş sırasında, çocuk bağımlılık oranında, ilk
zamanlarda görülen kısa vadeli artışlar, nüfusun daha büyük kısmı çalışma çağına
erişince yerini sert düşüşlere bırakır. Önemli ölçüde bir zaman aralığının ardından ise 102
yaşlı bağımlılık oranı yükselmeye başlamaktadır. Bu şekilde özetlenen demografik
geçiş sürecindeki potansiyel getiri, artan tasarruf ve yatırımlar için bir fırsat
penceresinden kaynaklanan demografik getiridir. Demografik geçiş süreci ne kadar hızlı
gerçekleşirse, bir ülke, iki ya da üç on yıl boyunca açık kalacak olan fırsat penceresine o
derece hızlı ulaşır (Leete ve Schoch, 2003, s. 12).
Demografik geçiş sürecinde, ilk olarak ölüm oranlarının azalması, doğum
oranlarının ise belirli bir gecikmenin ardından azalmaya başlamasının nüfusun yaş
yapısı üzerinde birçok etkileri söz konusudur. Bu gecikmenin en önemli sonucu, bir
nüfus patlamasına (baby boom) neden olan, bir ya da iki kuşak boyunca devam eden
hızlı nüfus artışıdır. Nüfus patlamasının bir sonucu olan bu nüfus fazlalığının çalışma
çağına ulaşması, demografik kazanç olasılığını da beraberinde getirmektedir. Bu
durumda nüfusun çoğunluğu 15-59 yaş grubunda yoğunlaşacak ve bağımlılık oranı daha
önce görülmedik seviyelere düşecektir. Bununla birlikte, geçişin sonunda, ortalama
yaşam süresinin uzamasıyla yaşlı bağımlılık oranı yükselecektir. Ancak, bu safhada,
yaşlı sayısı çocuk sayısından daha fazla olacaktır (Thakur, 2012, s. 9).
Mason ve Lee (2004), dünya üzerindeki tüm ülkeler için demografik kazançları
belirlemek amacıyla doğrudan tahmin yöntemini kullanmışlardır. Yöntemi uygularken
Birleşmiş Milletler nüfus verilerinden ve tüketim ve üretkenliğin standart yaş
profilinden yararlanmışlardır. Analizin sonuçlarına göre, son dört on yıl boyunca, Asya
ve Latin Amerika ülkeleri demografik geçişten en çok faydalananlardır. Ne en az
gelişmiş ülkeler, ne de Afrika ülkeleri, bu noktada olumlu demografik koşullara erişmiş
değillerdir. Bölgeler arasındaki bu farklılık, en az gelişmiş ülkelerde ve Afrika’da
devam eden yüksek doğurganlığın doğrudan bir yansımasıdır. Bununla birlikte,
demografik kazanç, en az gelişmiş ülkeler ve Afrika için giderek daha önemli hale
gelecektir (Mason ve Lee, 2004, s. 3).
Tablo 24 demografik kazancın günlük 1 ABD doları yoksulluk esasına göre
belirlenen yoksulluk üzerindeki etkisine dair ham verileri sunmaktadır. Bu bağlamda: 1)
doğurganlık azalışından kaynaklanan ekonomik büyüme, yoksulluğu azaltmada en az
diğer politikalar kadar etkilidir, 2) ekonomik büyüme, yoksulluğun azaltılmasında tüm
bölgelerde aynı oranda etkilidir. Bir başka ifadeyle, kişi başına gelirde % 1’lik bir
artışın, yoksullukta % 1,5 oranında azalışa neden olduğu tahmin edilmektedir (Mason
ve Lee, 2004, s. 3). 103
Tablo 24
Demografik Kazanç ve Yoksulluğun azaltılması
Yıllık Yoksulluk Oranı Toplam Yoksulluk
Azalışı(%) Oranı Azalışı(%)
1960-2000 2000-2015 1960-2000 2000-2015
Az gelişmiş bölgeler 0,38 0,3 14,1 14,1
En az gelişmiş ülkeler -0,11 0,26 -4,6 12,3
Afrika -0,07 0,29 -2,8 13,5
Asya 0,44 0,3 16,2 13,8
Latin Amerika ve 0,54 0,39 19,5 17,7
Karayipler
Kaynak: Mason ve Lee, 2004, s. 3
Bu koşullar altında, demografik kazancın, gelişmekte olan ülkelerde, 1960-2000
arasında, yoksulluk oranında %14’lük bir azalış yarattığı, 2000-2015arasında ilave bir
%14’lük azalışa daha neden olacağı tahmin edilmektedir. En az gelişmiş ülkelerde,
yoksulluk 1960-2000 arasındaki demografik değişmelerden olumsuz etkilenmiştir.
Bununla birlikte, 2000-2015 arasında, en az gelişmiş ülkeler için, yoksulluk azalışı
üzerinde olumlu etkiler beklenmektedir (tahmini %12 azalış). (Mason ve Lee, 2004, s.
4).
Demografik geçiş, 1960 ve 2000 arasında, Afrika’da yoksullukta azalma
sağlamamıştır. Ancak, geçiş, Asya ve Latin Amerika’da, yoksulluğu, sırasıyla, 16,2 ve
19,5 oranlarında azaltarak önemli katkı yapmıştır. 2000-2015 döneminde ise, olumlu
yaş yapısı değişikliklerinin gerçekleşmesi koşuluyla, her üç bölgede yoksullukta önemli
azalışlar beklenmektedir. Tablo 24’te sunulan veriler, demografik koşulların ilk kez,
önümüzdeki 15 yıl boyunca yoksulluğun azaltılması bakımından olumlu olacağı
tahminini taşımaktadır (Mason ve Lee, 2004, s. 4).
Yüksek doğum ve ölüm oranlarından düşük doğum ve ölüm oranlarına doğru
gerçekleşen değişim ülkeler için bir demografik kazanç ya da demografik bonus
yaratabilmektedir. Doğum oranlarının azalması, çalışma çağındaki nüfusun, genç ve
yaşlı bağımlılara kıyasla artmasını sağlayacaktır. Bu artış, ekonomik büyüme için bir
defaya mahsus bir fırsat yaratacaktır. Bu fırsat ise, ülkelerin uygun yatırımları
yapmalarıyla gerçekleşebilmektedir. Ülkeler yalnızca aile planlamasına yönelik
yatırımlarla yetinmeyip, sağlık ve eğitim alanlarında da yatırımlara girişmeli, bu
alanlarda ve istihdam konusunda kadınlar ve kızların gereksinmelerine önem 104
verilmelidir. Şeffaf ve sorumluluk sahibi bir yönetim anlayışıyla bu tür düzenlemelerin
gerçekleştirilmesi mümkündür (Bernstein, 2002, s. 33).
Bir ülkenin toplam doğurganlık oranı düştükçe, 15 yaş altı nüfus, çalışma çağındaki
yetişkin nüfusa (15-64 yaş arası) oranla azalmaya başlar ve bu azalış, çocuk bağımlılık
oranının da azalması anlamına gelir. Bu oranın azalması ise, her bir çocuğun eğitimi,
sağlığı ve refahına yatırım yapabilmek için daha fazla kaynağa sahip, daha küçük
ailelerin oluşumuna zemin hazırlar. Geçimi üstlenilecek daha az insanın olmasıyla, eğer
doğru sosyal ve ekonomik politikalar geliştirilir ve yatırımlar yapılırsa, bir ülke hızlı
ekonomik büyüme için bir fırsat penceresine sahip olacaktır. Çocuk bağımlılık oranı
azaldığı müddetçe pencere açık kalacaktır. Bununla birlikte nihayetinde, 65 yaş ve üzeri
insanların nüfus içindeki oranı artmaya başlayacak ve bu artış ilk demografik kazancın
sonunun habercisi olacaktır. Demografik bir perspektiften bakıldığında, nüfusun yaş
yapısındaki bu değişiklikler, demografik kazancın içinde yer alabileceği bir süreyi
tanımlamaktadır. Ancak, nüfusun yaş yapısındaki değişiklikler hızlı bir ekonomik
büyümeyi garanti etmemektedir. Demografik kazanç otomatik değildir ve gerçekleşmesi
bir takım politikalar ve yatırımların oluşturulmasına bağlıdır (Nüfus Referans Bürosu,
2012, s. 3).
Demografik kazancın elde edilebilmesi, hızlı bir ekonomik büyümenin
sağlanabilmesi ve yoksul yanlısı eşitlikçi politikalarla yoksulluğun azaltılabilmesi için
oluşması gereken şartlar Nüfus Referans Bürosu (PRB) (2012) tarafından şu şekilde
özetlenmiştir:
i) Değişen nüfus yapısı: Demografik kazancı elde edebilmek için ülkeler ilk
olarak doğurganlığın azaltılmasına odaklanmalıdırlar. Bu amaca ulaşmada
anahtar stratejilerden biri kadın ve erkeklere, kendi rızalarıyla, aile planlama
bilgi ve hizmetlerinin sağlanmasıdır. Diğer faktörler, özellikle eğitim ve çocuk
ölümlerinde azalma aile planlamasına ve doğurganlığın azalmasına katkıda
bulunmaktadırlar. Kadınlar modern doğum kontrol yöntemlerini
kullandıklarında bir ülkenin nüfus yapısı değişmeye başlamakta ve demografik
kazanca zemin hazırlanmaktadır.
ii) Kadın ve çocuklara yönelik sağlık yatırımları: Demografik kazancın elde
edilmesi, sağlıklı bir toplumu gerektirmektedir. Doğum sonrası çocukların
hayatta kalmalarına yönelik yatırımlar, düşük doğurganlık düzeylerinin
sürdürülmesinde anahtar rol oynarlar. Çocukların hayatta kalma oranı arttıkça, 105
Daha küçük bir aile isteği ve dolayısıyla aile planlamasına olan talep artacaktır.
Sahra-altı Afrika’da çiftler hala geniş ailelere sahip olmak istemekte, ancak,
küçük ailelerde her bir çocuğun hayatta kalma şansının artacağını fark ettikçe
bu yöndeki istekler değişmektedir
Çocukların eğitimden en iyi şekilde fayda sağlayabilmeleri için sağlıklı olmaları ve
okula devam etmeleri gerekmektedir. Yaygın hastalıklara karşı bağışıklık ve korunma
sağlayan sağlık programları, çocukların okulda başarılı olmalarına ve uzun dönemde
daha iyi becerilere sahip çalışanlar olmalarına yardımcı olmaktadır. İyi beslenme
bebekler ve çocukların zihinsel gelişimini desteklemekte ve çocuk sağlığının
sürdürülmesine katkıda bulunmaktadır.
Doğum öncesinde uygun sağlık ve bakım hizmetlerinin sağlanması, bebek ve anne
ölümlerinin azaltılmasında kilit rol oynamaktadır. Genç kadınların, sosyal, psikolojik ve
****olojik açılardan hazır oluncaya dek ilk doğumlarını ertelemeleri de bebek ve anne
sağlığının gelişmesinde etkilidir. Tüm bunlara ilave olarak, yeterli sağlık hizmetlerini ve
gereçlerini ve bu hizmetleri yerine getirecek eğitimli sağlık personelini bir araya
getirecek şekilde, sağlık sisteminin de güçlendirilmesi gereklidir.
iii) Çocuk ve gençlerin eğitimi: Ülke ekonomisinin büyümesi için kızlar ve
erkeklerin eğitilmesi gereklidir. Kızlar açısından, özellikle orta eğitim
evlilik ve doğumun ertelenmesinde yardımcı rol üstlenmektedir. Ülkeler
demografik kazanç elde etmeye başladıklarında, eğitim politikalarını,
değişen emek piyasası ihtiyaçlarına uyarlamak durumunda kalırlar. Daha
etkin ve katma değeri yüksek tarımsal üretimde çalışanların yanı sıra, emek
yoğun işlerde çalışanlar ve vasıfsız işçilerde eğitim ihtiyacı duyacaklardır.
Ekonomi büyüdükçe ve çeşitlilik kazandıkça, çalışanlar işletmecilik,
teknoloji ve benzeri diğer alanlarda da beceri, edinme gereksinimi
duyacaklardır.
iii) İyi yönetim anlayışının geliştirilmesi: Eğitim ve sağlığın yanı sıra,
demografik kazancı mümkün kılacak bir çevre için, yerel ekonomilere ülke
içi ve ülke dışı yatırımları çekebilecek iyi bir yönetime ihtiyaç vardır.
Demografik geçiş, ailelerin daha az çocuk sahibi olmalarına ve dolayısıyla
kendilerine ait işlerde ya da diğer işlerde yatırım amaçlı olarak
kullanabilecekleri daha çok gelir ve tasarruf sahibi olmalarına neden 106
olmaktadır. İyi yönetim, ekonomiyi canlandıracak ve istihdam yaratacak
olan yabancı yatırımların ülkeye getirilmesinde hayati öneme sahiptir. Yasal
sistem ve kanun hükmünün geçerliliği, yerel ekonomiye yatırım yapmak
isteyenler için önemlidir. İyi yönetimin diğer unsurları, yolsuzluğun
azaltılması ve etkin olarak faaliyet gösteren hükümetlerdir.
İyi bir yönetim, cinsiyet eşitliğini geliştirmelidir. Cinsiyet eşitliği, gelişmekte olan
ülkelerde kadınların yüz yüze olduğu, aile planlaması önündeki engelleri kaldırarak,
demografik geçişi hızlandırmaktadır. Bu şekilde, kadınlar ev dışında daha çok çalışarak,
ailenin ekonomik refahına daha fazla katkı yapabilmektedir. Daha iyi eğitim almış
kadınlar, daha yüksek ücret alabilecekleri işlerde çalışabilmekte ve elde ettikleri kazancı
çocuklarının beşeri sermayelerini geliştirmekte kullanabilmektedirler. Kredi sağlama ve
miras hakkı gibi konularda cinsiyet eşitliğini gözeten politikalar da, kadınları tasarruf ve
yatırım konularında güçlendiren bir çevre yaratmada önemli rol oynamaktadırlar.
iv) Ekonomik büyümeye yönelik politikalar uygulamak: Ekonomik büyümeyi
teşvik eden politikalar demografik kazancı teşvik etmektedirler. Özellikle,
ticaret politikaları yerel ürünlerin uluslar arası pazarlara ulaşmasını
sağlamakta ve talep yaratabilmektedirler. Politikalar, insanları tasarruf ve
yatırma teşvik etmek için gereklidirler. Yatırımlar için ayrıca, karlı getiri
sağlayabilecek bankalar ve diğer finansal kurumlara ihtiyaç bulunmaktadır.
İşgücünün boyutu büyüdükçe ve ekonomi çeşitlilik kazandıkça, esnek ve
farklı becerilere sahip işgücü önem kazanmaktadır. Bir başka önemli husus,
ücretlerin, piyasa koşullarına göre artabilir ya da azalabilir şekilde
ayarlanabilir olması gerekliliğidir. Yerli ve yabancı yatırımları teşvik için
vergi düzenlemeleri ve limanlar, yollar, ulaşım ve iletişim temel altyapısı da
demografik kazancı elde etmek için gerekli politika ve düzenlemeler
kapsamında bulunmaktadır (Nüfus Referans Bürosu, 2012, s.3-5).
Ülkelerin, ekonomik büyüme ve yoksulluğu azaltmada demografik kazançtan ne
oranda yararlanacağı, bu politik koşullara nasıl tepki vereceklerine bağlıdır.
Doğurganlık azalışı tek başına, demografik kazanç elde etmek için yeterli olmayıp,
eğitim, sağlık, yönetim ve ekonomi politikalarının bir bileşimi de gerekli koşuldur.
Bunlara ilaveten, demografik kazancın elde edilmesi, bir ülkenin, küresel ekonomik 107
değişiklikler, savaşlar ve teknolojik gelişmeler gibi dışsal dışsal faktörlere nasıl tepki
verdiğine de bağlıdır (Nüfus Referans Bürosu, 2012, s. 5-6).
Demografik geçiş sırasında, ölüm oranlarının azalmasını doğurganlığını
azalmasının izlemesi ve doğurganlık azalışının belli bir gecikmeyle meydana gelmesi
neticesinde ortaya çıkan nüfus patlaması kuşağının çalışma çağına erişmesiyle bir
demografik fırsat penceresi açılmaktadır. Bir defaya mahsus ve geçici nitelikteki bu
pencere, ülkeler için ekonomik büyüme şansı yaratmaktadır. Bu şansı kullanabilmek
için ise, ülkelerin demografik kazancı elde etmeye yönelik uygun politikaları
uygulamaya koymaları gereklidir. Aksi takdirde, sayısı artan çalışma çağındaki nüfus,
ülkelere ekonomik ve sosyal sorunlar getireceklerdir. Görüldüğü gibi demografik geçiş
otomatik olarak demografik kazanca, yani ekonomik büyümeye yol açmamaktadır.
Yoksulluğun azaltılmasında, demografik kazanç ve ekonomik büyümenin rolü
oldukça önemlidir. Dünya üzerinde, demografik geçiş sürecini başarılı şekilde
değerlendiren ülkelerde yoksulluk oranlarının düştüğü (Doğu Asya ve Latin Amerika
gibi), geçişe henüz başlamamış ya da yeni başlamış olan ülkelerin ise (Sahra-altı Afrika
ve Güney Asya), yüksek oranlı yoksullukla karşı karşıya olduğu gözlemlenmektedir.
Ancak, ekonomik büyüme, otomatik olarak yoksulluğu azaltmakta mıdır? Sorunun
cevabı şu şekilde olacaktır; “ekonomik büyümenin yoksulluğu azaltabilmesinin koşulu,
yoksul yanlısı ve eşitlikçi politikaların uygulanması koşuluyla evet” olacaktır.
Ghatak (1978), gelişmekte olan ülkelerin bazılarında, oldukça hızlı ekonomik
büyümeye rağmen, yoksulluğun, mutlak olarak, devam etmesinin ve eşitsizliğin göreli
olarak artış göstermesinin, kalkınma iktisadının da önemli bir ilgi alanı olduğunu
belirtmiştir. Ghatak, son yıllarda görülen gelir dağılımı eşitsizliğinin, toplam büyümeyi
temel politik amaç olarak kabul eden düşüncenin sorgulanmasına neden olduğunu ifade
etmiştir (Ghatak, 1978, s. 220).
Ekonomi politikası araştırmaları, yoksulluğun azaltılma hızının, ortalama gelir
artışı, önceki eşitsizlik düzeyi ve eşitsizlik düzeyindeki değişmelere bağlı olduğunu
göstermektedir. Yoksulluk azalışı, özellikle, ortalama gelir artış oranının en yüksek ve
eşitsizliğin (gelir ya da varlık dağılımında) en düşük olduğu ülkelerde ve gelir artışının,
eşitsizlik azalışıyla birlikte gerçekleştiği durumlarda en hızlı şekilde gerçekleşmektedir.
Buna ilaveten, çalışmaların çoğunluğu, önceki gelir ya da kaynak eşitsizliğinin yanı sıra
cinsiyet eşitsizliğinin de yüksek oranlı olmasının, yoksulluğun azaltılması çabaları için
zararlı olduğunu göstermektedir. Yoksul yanlısı ekonomik büyümenin politika etkileri
oldukça nettir. Büyümeyi teşvik eden politikaların yanı sıra, gelir eşitsizliğini düzeltici 108
politikaların ikisi birlikte hem yoksul yanlısı büyümeyi hem de yoksulluk azalışını
teşvik edeceklerdir (Klasen, 2005, s. 9-10).
Yoksulluğun azaltılması, kalkınmanın da ana amacı haline gelmiş bulunmaktadır.
Bu amaca, ekonomik kalkınma ve/veya gelir dağılımı yoluyla ulaşılabilmesi mümkün
olarak görülmektedir. Büyümenin yoksullara sağlayabileceği faydalarla ilgili konular
1990’larda kalkınma politikalarının önceliği haline gelmiştir. Ortaya çıkan uzlaşı ise,
ekonomik büyümenin yalnız başına, yoksulluğu azaltmada yetersiz bir araç olacağı
yönündedir Yoksulluğa yapılan vurguyla bağlantılı olarak, gelir ve kaynakların yeniden
dağılımına yönelik politikalar giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Dağıtımla ilgili
meseleler ve yoksulluğun azaltılmasını birlikte ele alan bir politika gündemi, ekonomik
büyüme ve yoksulluk azalışının gerçekleşmesini mümkün kılabilecektir (Son ve
Kakwani, 2004, s. 1).
Tablo 25
Gini Katsayıları ve Kişi Başı GSYİH Değişmeleri, 1990-2006 (%)
GİNİ
BÜYÜME KATSAYISI
ORANI DEĞİŞİMİ
ÜLKE (%) (%)
Şili 3,8 -2,5
Panama 1,6 -2,9
Arjantin 1,6 1,8
Kosta Rika 1,4 5
Uruguay 0,7 -4
Meksika 0,7 -5,2
Bolivya 0,2 1,6
Brezilya 0,2 -1,3
Ekvador -0,6 4,4
Honduras -0,9 -3,4
Venezuela -1,1 -3
Paraguay -1,4 5,7
Ortalama 0,5 -0,3
Kaynak: ECLAC, 2007 ve Ros, 2009, s. 4
Tablo.25, Latin Amerika ülkelerinde Gini Katsayısı ve kişi başı GSYİH arasındaki
ilişkiyi yansıtmaktadır. 1990-2006 arasında, neredeyse tüm bölge ülkelerinde Gini
katsayısı değerleri düşüş göstermiş, bir başka ifadeyle, gelir dağılımı eşitsizliğinde
azalış görülmüştür. Aynı dönemde kişi başı GSYİH değerlerinde artış kaydedilmiştir. 109
Venezuela’da ekonomik küçülme görülmesine rağmen, Gini katsayısının değerinin
azalması, uygulanan sosyal ve ekonomik politikalara bağlanabilirken, Paraguay’da
ekonomik küçülme ve gelir eşitsizliği artışı birlikte görülmüştür. Bu veriler, sadece
ekonomik büyümenin gelir eşitsizliğini ortadan kaldırmadığının, bunun için doğru
politikaların uygulanması gerektiğinin bir göstergesi olmaktadır.
Haq (1995), ekonomik büyüme ve insanların tercihleri arasında daha güçlü bir bağ
kurmanın yoksulluğun azaltılması açısından önemli sonuçlara neden olacağını, ancak bu
bağın kurulabilmesi için, kapsamlı bir toprak reformu, artan oranlı bir vergi sistemi,
yoksul insanlara destek sağlayacak yeni kredi sistemleri, sosyal hizmetlerin
genişletilmesi, insanların politik ve ekonomik alanlara girişlerinin önündeki engellerin
kaldırılması, fırsat eşitliği sağlanması ve piyasalar ve kamu politikalarının göz ardı
ettiği insanlar için geçici sosyal güvenlik ağları oluşturulmasını önermiştir. Bu tür
politikalar hayati öneme sahiptir ve ülkeden ülkeye farklılık göstermelerine rağmen,
bazı yönlerden benzerdirler (Haq, 1995. S. 15). Görülmektedir ki, demografik kazanç
nasıl otomatik olarak elde edilemiyorsa, aynı şekilde, bu kazancın ekonomik büyümeye
dönüşmesi, ekonomik büyümenin de yoksulluğu azaltması, belli şartlar oluştuğunda
gerçekleşebilmektedir.
4.3.Türkiye’de Demografik Geçiş ve Yoksulluk İlişkisi
Dünya nüfusu küresel olarak bir demografik geçiş süreci yaşarken, Türkiye de,
20.yüzyılda, kendi demografik yapısında önemli değişimler geçirmektedir. Türkiye’de
yapılan ilk resmi nüfus sayımı, 20.yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarına doğru Türkiye
nüfusunun 13,6 milyon olduğunu ortaya koymuştur. 2000 yılında gerçekleştirilen nüfus
sayımı sonuçlarına göre ise Türkiye nüfusu 67,4 milyondur (TÜİK, 2006, Akt: Yavuz,
2008, s. 133). Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) nüfus hesaplamalarına göre 2007
yılında Türkiye nüfusu 74 milyon olarak tahmin edilmiştir Bu tahmin doğrultusunda
Türkiye nüfusunun, son 80 yılda 5,4 kat arttığını görülmektedir (TÜİK, 2006, Akt:
Yavuz, 2008, s. 133). Son yapılan resmi nüfus sayımı sonuçlarına göre (2011) nüfusu
74 milyonun üzerinde olan Türkiye dünyanın fazla nüfusa sahip ülkelerinden biridir.
Türkiye, dünya üzerinde en kalabalık nüfusa sahip 20 ülke arasındadır ve Batı Asya’nın
en kalabalık, Avrupa’nın ise, Almanya’nın ardından ikinci kalabalık ülkesidir (Nüfus
Referans Bürosu, 2006, Akt; Yavuz, 2008, s. 133). 110
Türkiye’de yaşanan demografik geçiş süreci, sadece nüfusun büyüklüğünü değil,
nüfusun yaş yapısını da önemli ölçüde değiştirmiştir. Doğurganlık hızının azalması,
bağımlılık oranında azalışa neden olmuş, bu durum Türkiye için bir fırsat penceresi
şansı yaratmıştır. Bu fırsat penceresi kapanmadan elde edilebilecek demografik
kazancın ekonomik büyümeye dönüştürülebilmesi, diğer gelişmekte olan ülkelerde
olduğu gibi yoksulluğun azaltılması açısından hayati öneme sahiptir. Ancak,
Türkiye’nin bu hedeflere ulaşabilmesi için gerekli sosyal ve ekonomik politika ve
düzenlemeleri hayat geçirmesi zorunludur.
4.3.1.Türkiye’de Demografik Geçiş
Cumhuriyetin ilanından günümüze dek Türkiye’nin demografik yapısı bir takım
değişimler geçirmiştir. Bu değişimler, modern Türkiye’de yaşanan en önemli olaylar
arasında anılmaktadırlar. Bu dönem boyunca nüfusun neredeyse tamamı yenilenmiştir.
Bununla birlikte, bu yenilenme süreci, nüfusun niteliklerinin değişmediği basit bir
çoğalma süreci olarak algılanmamalıdır. Günümüzde nüfusun yaş yapısını oluşturan yaş
grupları ve iki cinsiyet arasında yeni bir denge kurulmuştur. Nüfusun büyüklüğü,
coğrafi dağılımı ve yerleşme yoğunluğu büyük ölçüde değişime uğramıştır. Bir başka
ifadeyle, Cumhuriyet öncesi nüfus nitelikleri artık geçerliliğini yitirmiş durumdadır.
Günümüzde, Türkiye’de kentleşme oranı yükselmiş, sağlık koşulları iyileşmiş ve
insanların yaşam süresi uzamıştır. Bireysel farklılıklara rağmen, aileler fazla çocuk
sahibi olmamaktadırlar. Bu değişimler Türkiye’nin sosyal, politik ve yaşamını büyük
ölçüde etkilemekte ve bu değişimlerin etkilerinin yakın gelecekte de görülmeye devam
edeceği bilinmektedir (DİE, 1995, s. 3).
Türkiye’nin bugüne dek yaşadığı ve gelecekte de gerçekleşmesi beklenen
demografik değişiklikler demografi literatüründe demografik geçiş olarak
adlandırılmaktadır. Dünya üzerinde neredeyse tüm ülkeler demografik geçişi bir şekilde
yaşamışlardır ya da yaşamaktadırlar. Demografik geçişin her örneğinde, nüfus kısmen
düşük hale gelinceye ya da bir şekilde dengede oluncaya dek azalmakta, sonrasında ise
nüfustaki büyüme sona ermektedir (DİE, 1995, s. 3). |