ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
DEMOGRAFİK GEÇİŞ
3.1. Demografik Geçiş Modeli
Demografik değişimlerin ekonomik büyüme ile ilişkisi çok eski zamanlardan bu
yana bir ilgi odağı olmuştur. Son yıllara kadar, nüfus ve ekonomi ilişkisi üzerine yapılan
araştırma ve tartışmalar nüfusun büyüklüğünde meydana gelen değişmelerin sonuçları
üzerinde yoğunlaşmışlardır ve yaş bileşimi üzerindeki etkiler genelde göz ardı
edilmiştir. Ancak, nüfustaki değişimlerin o nüfusun yaş bileşiminde meydana getirdiği
etkilerin ekonomik sonuçları iktisatçılar açısından son derece önemlidir. Doğal nüfus
artışının belirleyicileri doğum oranları ve ölüm oranlarıdır. Demografik değişmeler bu
iki faktörü etkilemek suretiyle, nüfusun yaş yapısını ya da bileşimini değiştirirler. Bir
nüfusun yaş yapısının nasıl değiştiğini incelemek için ise, yüksek doğum ve yüksek
ölüm oranlarından, düşük doğum ve düşük ölüm oranlarına doğru bir gidişi ifade eden
demografik geçiş kavramı üzerinde durulmalıdır.
İnsanlık tarihi boyunca, nüfus artışı önceleri çok düşük oranlarda gerçekleşmiştir.
Bunun nedeni, ölümlerin doğumlarla aşağı yukarı aynı sayılarda gerçekleşmiş
olmasıdır. O dönemlerde sıkça görülen kıtlıklar, salgın hastalıklar ve savaşlar, bir
bakıma yüksek doğum oranlarını dengelemiştir. Ortaçağda görülen veba salgınları,
Avrupa nüfusunun yaklaşık üçte birinin yok olmasına neden olmuştur. 17. ve 18.
yüzyıllara gelindiğinde, sağlık koşullarındaki iyileşmeler ve yaşam standartlarının
yükselmeye başlaması, doğum oranlarının ölüm oranlarını aşmasıyla sonuçlanmıştır.
Sağlık koşullarında eskiye oranla daha iyiye giden koşullar, hastalıkların oluşumunu
azaltmıştır. Özellikle sanayi devrimiyle birlikte ticaretin gelişmesi, gıda arzını arttırmış
ve insanlar daha iyi beslenir hale gelmişlerdir. Sanayileşme, şehirli nüfusun artması,
hayattan beklentilerin ve evlilik yaşının yükselmesi gibi etkenler nüfus artışını
yavaşlatırken, ortalama yaşam süresinde de mütevazi de olsa bir yükseliş görülmüştür.
Yüksek doğum ve ölüm oranlarından, düşük doğum ve ölüm oranlarına doğru olan bu
değişim demografik geçiş olarak adlandırılmaktadır. Günümüzün gelişmekte olan
ülkelerinde 20. yüzyıl ortalarında başlayan ve halen devam eden bu geçiş süreci, Kuzey
Amerika ve Avrupa’da 19. ve 20. yüzyılda görülmüştür. Genellikle, demografik geçiş45
süreci önce ölüm oranlarında azalmayla başlamakta ve ardından doğum oranlarının
azalması gelmektedir. Bu nedenle nüfus artış oranı önce artmakta, süreç ilerledikçe
azalmaya başlamaktadır. Dikkate alınması gereken bir başka husus ise, demografik
geçiş esnasında ölüm oranlarının azalması ile doğum oranlarındaki düşüş arasında belli
bir zaman dilimi bulunmasıdır.
Geçiş, ölüm oranlarındaki azalışla birlikte, yaklaşık olarak 19.yüzyılın başlarında
Avrupa’da başlamıştır. Günümüzde tüm dünyada görülmekte olan bu sürecin 2100
yılına kadar devam edeceği tahmin edilmektedir. Küresel düzeydeki bu demografik
geçiş, çok önemli değişiklikleri beraberinde getirmiştir. 1800 yılından bu yana, küresel
nüfus altı kat artmıştır ve 2100 yılında 10 kat artacağı tahmin edilmektedir, aynı yıl 50
kat daha fazla yaşlı ancak sadece beş kat daha fazla çocuk nüfus olacağı
beklenmektedir. Bu durumda yaşlıların çocuklara oranı 10 kat artmış olacaktır. Bugün
iki kat artış göstermiş olan ortalama yaşam süresi, üç kat artmış olacaktır. 1800 yılında,
kadınlar yetişkinlik dönemlerinin % 70’ini çocuk büyütmek ve yetiştirmekle
geçirmekteyken, daha düşük doğurganlık ve daha uzun yaşam süresi nedeniyle,
dünyanın birçok bölümünde bu oran % 14’ e gerilemiştir (Lee, 2003, s. 167).
i) Thompson ve Notestein’in Çalışmaları: Demografik geçiş modelinin başlangıcı,
ölüm ve doğum oranları bakımından farklılık gösteren “nüfusların
sınıflandırılması çalışmalarına” dayanmaktadır. Bu konuda İngiliz nüfus
literatüründeki ilk ayrıntılı çalışma Warren Thompson’a aittir ve çalışma 1929
yılında yayınlanmıştır. Thompson, farklı nüfus artış oranlarına sahip olan üç ülke
grubu belirlemiştir. Bunlardan ilki (Grup A) nüfus artış hızının düşmeye
başladığı ve nüfusta potansiyel bir azalışla yüz yüze olan ülkelerden
oluşmaktadır. Bu ülkelerde ölüm oranlarının düşük olmasına karşın, hızla azalan
doğurganlık, önce durağan, sonrasında ise azalan bir nüfusun sinyallerini
vermektedir. Bu kategoride Batı Avrupa ülkeleri ile Avrupa kökenli göçmenlerce
yerleşilen denizaşırı ülkeler bulunmaktadır. Grup B ise, doğum ve ölüm
oranlarını düşmüş olduğu ancak ölüm oranlarının doğum oranlarından daha
erken ve daha hızlı düşüş gösterdiği ülkelerdir. Sonuç olarak, düşen doğum
oranları, nüfus artışını önce durağanlaştırıp, sonrada azaltana dek bu ülkelerde
nüfus artmaya devam edecektir. Bu kategoride ise, Doğu ve Güney Avrupa
ülkeleri bulunmaktadır. Thompson, bu ülkelerin demografik koşullarının, Grup
A’daki ülkelerin 35-40 yıl önceki durumlarıyla kıyaslanabilir olduğunu, ancak 46
ölüm oranlarındaki düşüşün daha hızlı olmasından dolayı doğal nüfus artış
oranının daha yüksek olduğunu belirtmiştir. Grup C’de yer alan ülkeler ise, ne
doğum oranlarının ne de ölüm oranlarının kontrol altında tutulabildiği,
Malthusyen olarak sınıflandırılan ülkelerdir. Thompson bu ülkelerin dünya
nüfusunun % 70-75’ini oluşturduğunu ileri sürmüştür. Ancak verilerin genel
olarak kıt ve dağınık olmasından dolayı, analizini üç büyük ülke ile
sınırlandırmıştır; Rusya, Japonya ve Hindistan (Thompson 1929, Aktaran: Kirk,
1996, s. 361-362). Thompson, nüfusla ilgili uyarılarını sürdürmesine rağmen,
sınıflandırma çalışmasını daha ileri götürmemiştir. Nüfus sorunlarıyla ilgili
metninin birçok baskısında, ne bu tipolojiyi kullanmış, ne de demografik geçişe
atıfta bulunmuştur (Kirk, 1996, s. 362).
Notestein’a göre (1945), toplumların olgunluğa erişebilmeleri için geçecekleri
aşamalar şunlardır:
1.aşama; bu buaşamada, toplumlar yüksek ancak istikrarlı doğum oranları ile düşük
ve istikrarsız ölüm oranlarıyla karşı karşıya bulunmaktadırlar. Doğum ve ölüm oranları
aşağı yukarı eşittir ve bundan dolayı doğal nüfus artış oranı düşüktür. Nüfusun artışı söz
konusu ise, bu artış düşük düzeyde gerçekleşmektedir. Savaş, salgın hastalık
vb.
nedenlerden dolayı ölüm oranlarında değişkenlik görülmektedir. Düşük gelire sahip,
tarımsal toplumlar bu kategoride yer alırlar.
2. aşama; sanayileşmenin başlangıcında bulunan toplumlarda, ölüm oranlarında
önemli düşüşler görülür. Bununla birlikte doğum oranları hala yüksektir. Sağlık
koşulları, tıpta kaydedilen ilerlemeler ve gıda üretimindeki gelişmeler nüfus artışının
yüksek olmasına yol açmıştır.
3.aşama; bu aşamada ölüm oranları düşüktür ve doğum oranlarında da azalma
başlamaktadır. Doğum kontrolü ve yaşam standartlarındaki gelişmelerinde yardımıyla,
ailelerin daha az çocuk sahibi olma konusunda kararları doğum oranlarındaki düşüşün
nedenidir. Buna bağlı olarak doğal nüfus artışı azalmakla birlikte, nüfusun büyümesi
devam etmektedir.
4.aşama; son aşamada, doğum ve ölüm oranları istikrarlı bir şekilde düşük
seyretmektedir. Doğal artış oranı düşüktür nüfus artış oranı düşmektedir. Nüfus büyük
olmakla birlikte artmamaktadır. 47
Notestein’in modeli ekonomik kalkınmanın etkilerini ve Batılı ülkelerin geçirdiği
demografik değişimi temel almıştır. Model, uzun yıllar boyunca, gelişmekte olan
ülkelerdeki demografik değişimin nihai sonuçlarının tahmini amacıyla kullanılmıştır.
Notestein Batı ve Orta Avrupa nüfuslarının yaklaşık olarak 1950’de en üst seviyeye
ulaşacağını ve daha sonra azalmaya başlayacağını öngörmüştür. Doğu Avrupa’da ise bu
azalma için aşağı yukarı 1970 tarihi tahmininde bulunmuştur. Ayrıca, 2000 yılında
yaklaşık altı milyar olarak gerçekleşen dünya nüfusu için 3.3 milyar tahmininde
bulunmuştur. Nüfus azalışının nedenlerine ilişkin olarak yaptığı açıklamalarda, sosyoekonomik faktörlere kültürel faktörlerden daha çok ağırlık verdiğinden dolayı
eleştirilmiştir. Daha sonraları, Coale ve Hoover, kültürel faktörleri tamamen göz ardı
etmedikleri gibi sosyo-kültürel faktörlere de öncelik vermişlerdir (Kirk, 1996, s. 364).
ii) Orijinal Demografik Geçiş Modeli: Orijinal demografik geçiş modelinin
safhaları şu şekilde özetlenebilir:
Orijinal Demografik Geçiş Modelinde 1. Safha; Bu safha sanayileşme öncesindeki
toplumları kapsamaktadır. Bu gibi toplumlarda, salgın hastalıklar ve kıtlıklar gibi doğal
etkenlerden dolayı gerek ölüm oranları gerekse doğum oranları yüksekti ve
değişkenlikler göstermekteydi. Doğumlar ve ölümlerin birbirini dengelemesinin sonucu
olarak bu safhada nüfus artış oranı son derece düşüktü. Doğum oranlarının yüksek
olmasının temel nedeni, bu dönemde doğum kontrolünün neredeyse hiç mevcut
olmamasıydı. Bu safhanın en önemli özelliği çocukların, ev ve tarlada çalışmak,
temizlik, yemek
vb. işlerde çalışmak suretiyle ev ekonomisine katkıda bulunmalarıdır.
Çocuklara yönelik eğitim gibi masrafların düşük olması, çocuk yetiştirme maliyetinin
de düşük olmasına neden olmaktadır. Ayrıca, büyüyüp, yetişkinliğe erişen çocuklar,
tarlada çalışmak ya da ebeveynlerinin yaşlılığında onlara destek olmak için birer kaynak
olarak görülmekteydiler. Yüksek ölüm oranları da, aileleri fazla çocuk sahibi olma
konusunda istekli hale getiriyordu. Tüm bu faktörler bir araya geldiğinde, demografik
geçiş sürecinin ilk aşamasında yüksek doğum oranları karşımıza çıkmakta ve bu oran
yüksek ölüm oranlarıyla dengelenmektedir. Bu safhanın bir başka özelliği, nüfus
miktarının genel olarak gıda arzına bağlı olarak belirlenmesidir. Gıda arzındaki olumlu
ya da olumsuz dalgalanmalar, aynı şekilde nüfusta da dalgalanmalara neden olmaktaydı.
Buna bağlı olarak, bu safhada kıtlıklar sıklıkla görülmekteydi.48
Orijinal Demografik Geçiş Modelinde 2.Safha; İkinci safha gelişmekte olan
ülkeleri ele almaktadır ve bu safhada, hijyen koşulları ve gıda arzındaki iyileşmeler
neticesinde ölüm oranları hızlı bir şekilde düşmeye başlamıştır. Gıda arzının artmasında
tarımın gelişmesi rol oynarken, temel sağlık ve eğitim hizmetlerinde ve teknolojide
görülen gelişmeler diğer önemli faktörlerdir. Sağlık alanındaki gelişmeler özellikle
çocuk ölümlerini önemli ölçüde azaltmıştır. Ölüm oranlarındaki düşüşler, 18. Yüzyılın
sonlarına doğru Avrupa’nın kuzeybatısında başlayarak, yaklaşık 100 yıllık bir zaman
diliminde sırasıyla güney ve doğu Avrupa’da görülmüştür. Ancak, ölüm oranlarındaki
bu düşüş karşısında, doğum oranlarında bir azalma olmaması, bu safhadaki ülkelerde
nüfusun önemli ölçüde artmasına neden olmuştur. Nüfustaki bu değişim, Avrupa’nın
kuzeybatısında, 19. yüzyılda, Sanayi Devrimine bağlı olarak meydana gelmiştir. İkinci
Dünya savaşı sonrasında ise, gelişmekte olan ülkelerde geçişin ikinci safhasına
ulaşmışlardır. Bu safhada, gelişmekte olan ülkelerde adeta bir nüfus patlaması
yaşanmıştır ve doğum oranlarının dünya genelinde düşüş göstermesine rağmen, bu
ülkelerin nüfusu artmaya devam etmektedir.
Ölüm oranlarındaki azalmaya karşın, doğum oranlarının hala yüksek olması, sadece
nüfusun toplam büyüklüğünü değil, yaş yapısını ya da bileşimini de etkilemiştir.
Demografik geçişin ilk safhasında, yüksek ölüm oranları daha çok 5 yaşına kadar olan
çocukları etkilemekteydi. İkinci safhada ölüm oranlarının azalmaya başlamasıyla,
hayatta kalan çocuk sayısı artış göstermiş ve artan nüfus içerisinde çocukların oranı
yükselmiştir. Sonuç olarak, bu safhada çocuk bağımlılık oranı yükselmiştir. Ayrıca bu
çocukların da üreme çağına erişmesiyle, nüfus artış temposu hızlanmıştır.
Orijinal Demografik Geçiş Modelinde 3.Safha; Bu safhada doğum oranlarında
düşüş görülmektedir. Bu düşüşe neden olan başlıca faktörler şehirleşme, ücretlerde artış,
kadınların toplumdaki statüsünün ve eğitim düzeylerinin yükselmesi, çocukların emek
unsuru olarak değerlerinin azalması ve diğer toplumsal değişimler olarak sıralanabilir.
Günümüzün sanayileşmiş ülkelerinde doğum oranlarının düşmeye başlaması 19. Yüzyıl
sonlarına denk gelmektedir. Çok yaygın olmasa da bu dönemde doğum kontrol
yöntemleri kullanılmakla birlikte, bu dönemde yaşanan nüfus azalışı toplumsal
değerlerdeki değişmeye önemli ölçüde bağlıdır.
Üçüncü safhada genç ya da çocuk bağımlılık oranında azalma görülmektedir.
Çocukların çalışma yaşına erişmesiyle çalışma yaşındaki nüfusun bağımlı nüfusa oranı
yükselmekte ve bu safhadaki toplumlar için bir “fırsat penceresi“ şansı doğmaktadır. 49
Bu fırsat penceresi, gerektiği gibi değerlendirildiğinde ekonomik büyüme
sağlayabilmektedir.
Orijinal Demografik Geçiş Modelinde 4.Safha; Dördüncü safhada hem doğum
oranları, hem de ölüm oranları düşüktür. Doğum oranları sanayileşmiş ülkelerde
yenileme oranı altına inmiştir. Bu durum, söz konusu ülkeler için “nüfus azalması”
riskine yol açmaktadır. Geçişin ikinci aşamasında ölüm oranlarındaki düşüşe karşın,
doğum oranlarının yüksek seyretmesi, bir nüfus patlamasına (baby boom) neden
olmuştur. Bu büyük nüfusun, dördüncü safhada yaşlanması, yaşlı bağımlılık oranını
arttırarak, ciddi bir ekonomik yük oluşturmaktadır. Bu safhadaki toplumlarda ölüm
oranları son derece düşük seyretmekte ve ölümler genelde yaşam tarzının getirdiği
sorunlardan (stres, beslenme şekli
vb) ve yaşlılıktan kaynaklanan kanser, kalp
rahatsızlıkları ve obezite gibi hastalık ve bozukluklara bağlı olarak ortaya çıkmaktadır.
20. yüzyıl sonları, sanayileşmiş ülkelerin azalan ve yaşlanan bir nüfusla karşı karşıya
olduğu bir dönemdir (Wikipedia, 2012)
Günümüzde, gelişmiş ülkeler demografik geçişin son safhasında bulunmaktadırlar.
Gelişmekte olan ülkelerde ise, demografik geçiş aynı hızla devam etmemektedir.
Özellikle Doğu Asya ülkeleri geçişi oldukça hızlı bir şekilde yaşarlarken, Sahra, altı
Afrika’da süreç çok yavaş ilerlemektedir. Gelişmekte olan çoğu ülke bugün geçiş
sürecinin üçüncü safhasına ulaşmışken, özellikle Ortadoğu ve Sahra- altı Afrika’nın
yoksul ülkelerinin kat etmesi gereken uzun bir yol bulunmaktadır (Wikipedia, 2012)
Yaklaşık olarak 19. yüzyılın başlarında başlayan ve gelişmekte olan ülkelerde hala
devam eden demografik geçiş, 2100 yılına kadar, dünya nüfusunu birçok bakımdan
yeniden şekillendirecektir. Gözle görülür değişme, 1800’de bir milyar olan dünya
nüfusunun 2100 yılında beklide 9,5 milyara ulaşacak olmasıdır. Doğurganlığın
gelecekteki durumunun belirsizliği nedeniyle, bu tahminlerde oldukça belirsizdir.
Ortalama yaşam süresi üçte iki oranında artarken, nüfusun medyan yaşı da ikiye
katlanmıştır. Birçok gelişmekte olan ülke, şimdiden negatif nüfus artış oranlarına
sahiptir ve Birleşmiş Milletlerin tahminlerine göre, 2050’ye kadar Avrupa nüfusunun %
13 azalacağı tahmin edilmektedir. Ancak, tüm değişimlerin yanı sıra, aile yapısı, sağlık,
tasarruf kurumları, geçinme gereksinimleri ve hatta uluslararası insan ve sermaye akışı
dahi geçişten etkilenmekte ve değişim göstermeye başlamış bulunmaktadır (Bloom ve
Canning, 2001, s. 185). Bu perspektiften ele alındığında, demografik geçişin, etki ve
sonuçları açısından kapsamlı bir süreç olduğu gözlemlenebilmektedir. Sürecin gerek
sosyal, gerekse ekonomik sonuçları tüm toplumlar açısından önem arz etmektedir. 50
3.2.Demografik Geçiş Süreci
Demografik geçiş süreci, yüksek doğum ve ölüm oranlarından, düşük doğum ve
ölüm oranlarına doğru bir değişimi ifade etmektedir. Genellikle, sürecin ölüm
oranlarının azalmasıyla başladığı, belirli bir zaman aralığının ardından doğum
oranlarının da azalmaya başladığı kabul edilmektedir.
3.2.1. Demografik Geçiş Sürecinde Ölüm Oranlarında Azalma
Dünya’da demografik geçişin başlangıcı, yaklaşık olarak 1800’de, ölüm
oranlarının uzun dönemli bir azalma eğilimine girdiği Kuzeybatı Avrupa’da
görülmüştür. Düşük gelirli ülkelerin çoğunda, ölüm oranlarındaki azalış 20. Yüzyıl
başlarında başlamış, II. Dünya savaşının ardından hızlanmıştır (Lee, 2003, s. 170).
Demografik geçişin ilk safhası, su ve hava ile yayılan bulaşıcı hastalıkların neden
olduğu ölümlerin azalması ile başlamıştır. 18. Yüzyılın sonlarında çiçek aşısının
icadıyla, koruyucu hekimlik Avrupa’da ölüm oranlarının azalmasında önemli rol
oynamıştır. Bununla birlikte, kamu sağlığı konusundaki önlemler ve karantina
uygulamalarının rolü de kayda değerdir. Ayrıca gelir düzeyi yükseldikçe kişisel
temizliğin önem kazanması ve hastalıklara neden olan mikroplarla ilgili teorinin kabul
görmesi, bu azalışa yardımcı olan faktörlerdendir. Bir başka önemli faktör ise, beslenme
koşularındaki iyileşmedir. Depolama ve taşımacılıkta kaydedilen ilerlemeler, bölgesel
ve uluslar arası gıda pazarlarının bütünleşmesini sağlayarak ve tarımsal üretimdeki yerel
farklılaşmaları ortadan kaldırarak, kıtlıklardan kaynaklanan ölümlerin azalmasını
sağlamıştır. Gelir düzeyinde sağlanan uzun dönemli artışlar, insanların gerek
çocuklukta, gerekse ileriki yaşamlarında daha iyi beslenmelerini mümkün kılmıştır.
Daha iyi beslenen insanlar, hastalıklara daha dirençli hale gelmişlerdir (Fogel, 1994,
Barker, 1992, Akt; Lee, 2003, s. 171).
Birçok düşük gelirli ülke, 20.yüzyıla kadar ölüm oranı dönüşümüne
başlayamamıştır. Bununla birlikte, ortalama yaşam sürelerinde, tarihsel standartlara
göre oldukça hızlı artışlar kaydetmişlerdir. Hindistan’da, ortalama yaşam süresi,
1920’de 24 yılken, bugün 62 yıla yükselmiştir. Çin’de ortalama yaşam süresi 1950-
1955’te 41 yılken, 1995- 1999’da 70 yıla yükselmiştir (Lee, 2003, s. 171). Yaşam
süresindeki artışın böyle hızlı gerçekleşmesinde, gelişmekte olan ülkelerin daha önce
gelişmiş ülkeler tarafından, tıp ve sağlık alanında ortaya konan icatlardan 51
yararlanmalarının rolü büyüktür. Tüm bu gelişmelere rağmen, Tablo 6’da yer alan
veriler, çoğu Sahra-altı Afrika, Orta Doğu ve Güney Asya’da bulunan en az gelişmiş
ülkelerde, ortalama yaşam sürelerinin göreli olarak hala çok düşük kaldığını
göstermektedir.
Tablo 6
Dünyada Ortalama Yaşam Süreleri
TEMEL ALAN 2005-2010 2045-2050
Dünya 67,6 75,5
Gelişmiş Bölgeler 77,1 82,8
Az Gelişmiş Bölgeler 65,6 74,3
En Az Gelişmiş Ülkeler 55,9 68,5
Diğer Az Gelişmiş Ülkeler 67,7 75,9
Afrika 54,1 67,4
Asya 68,9 76,8
Avrupa 75,1 81,5
Latin Amerika ve Karayipler 73,4 79,8
KuzeyAmerika 79,3 83,5
Okyanusya 76,4 82,1
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 2009, s. 11
Kirk (1996) ise, ölüm oranlarındaki azalışın, modern dünyada üç farklı aşamadan
geçmek suretiyle gerçekleştiğini belirtmiştir. Bu aşamalar sırasıyla:
Ölüm Oranlarındaki Azalışın 1.Aşaması: Ölüm oranlarındaki azalma, Batı
Avrupa’da daha önceleri görülmüş olma ihtimaline karşın, en belirgin şekilde tespit
edilen azalışlar 18. Yüzyıl sonu ile 19. Yüzyıl başlarında gerçekleşmiştir. İlk safhalarda,
muhtemelen yükselen gelirlerin ölümlerdeki azalmalara katkıda bulunduğu ve aynı
şekilde, ölüm oranlarındaki bu azalmaların da gelir artışında payı olduğu
düşünülmektedir (iki yönlü nedensellik ilişkisi). Ancak, Kirk’e göre modern devletin
gelişmesi ölümlerdeki azalmada kesin etkiye sahiptir. Genel olarak, bu şekilde kamu
düzeninin sağlanması, bölgesel ve yerel çatışmalardan kaynaklanan ölümleri azaltmıştır.
Muhtemelen daha da önemlisi, modern devlette kıtlık ve salgınların azalmasını sağlayan
ulaşım ve ticaret altyapısı oluşturulmasının dolaylı etkisidir. Bu istikrar tarımsal
gelişmeye de katkıda bulunmuştur. Bu dönem boyunca ölüm oranlarındaki azalmayla
ilgili tartışmalar süregelmektedir. Bazı görüşlere göre, ölümlerdeki ilk azalmalar sağlık
ve hijyen alanlarındaki gelişmelerden bağımsız olarak, tarımdaki gelişmeler nedeniyle 52
daha iyi beslenme ve hastalıklara direncin artmasına bağlıdır. Bu görüşe, hijyen
koşullarındaki gelişmelerin bu azalışı sağladığı şeklindeki görüşü savunanlarca karşı
çıkılmıştır.
Ölüm Oranlarındaki Azalışın 2.Aşaması: 19. Yüzyılın son çeyreğinde, I. Dünya
savaşına doğru giden dönemde, Pasteur ve Koch gibi bilim adamlarının öncülüğünde tıp
alanında bir devrim gerçekleştirilmiştir. Bu gelişmelere bağlı olarak çocuk ölümlerinde
ve daha sonra bebek ölümlerinde görülen azalışlar, tüberküloz, ve ishal gibi
hastalıklardan kaynaklanan ölüm oranlarındaki düşüşün çoğunun nedenidir. I.Dünya
savaşı sırasında ve sonrasında yaşanan ilerlemeler sayesinde, eğitim ve tıp alanında
ciddi aşamalar kaydedilmiştir.
Ölüm Oranlarındaki Azalışın 3.Aşaması: II. Dünya savaşı süresince ve sonrasında
antibiyotik kullanımında artış olmuştur. Tüm bu gelişmeler sonucunda yaygın ve salgın
olarak görülen hastalıklarda köklü bir azalma olmuştur. Buna karşın, yaşlı hastaların
yaşam süresinin uzatılabilmesi gibi ilerlemelere rağmen, dolaşım sistemi bozuklukları
ve kanser gibi hastalıkların azaltılması çok daha zor görünmektedir. Bir diğer konu ise,
bu tür organik hastalıkların artmasını değişen yaşam tarzına bağlanmasıdır. Bu tür
hastalıkları mevcudiyeti muhtemelen çok daha öncelere uzanmakla birlikte, salgın
hastalıkların yüksek oranda görülmesi nedeniyle daha az belirgindi. Ölüm oranlarında ki
bugün var olan eğilim, tahmin edilenden çok daha eskilere dayanmaktadır.(Kirk, 1996,
s. 367-368).
Şüphesiz, ölüm oranlarındaki düşüş, yaşam standartlarında bir yükselişe neden
olacaktır ve yaşam standartlarının yükselmesi de doğurganlığın azalmasında etkili olan
önemli faktörlerden birisidir. Ölüm oranlarının azalması, ekonomik üretkenliği teşvik
ederek doğurganlıktaki azalmaya katkıda bulunacaktır (Kirk, 1996, s. 369).
Özellikle II. Dünya savaşı sonrasından itibaren ölüm oranlarında yaşanan dikkat
çekici düşüşlere rağmen, HIV/AİDS’ten en çok etkilenen 27 ülkeyi de kapsayan en az
gelişmiş 49 ülke, diğer gelişmişlik gruplarından daha yüksek ölüm oranlarına
sahiptirler. Bu ülkelerde ortalama yaşam süresi 2005-2010 için 56 yıldır ve 2045-
2050’de 68,5’e ulaşarak göreceli olarak yine düşük kalacağı tahmin edilmektedir.
Ortalama yaşam süresindeki genel olarak yukarı doğru olan eğilim, dünyanın farklı
bölgelerinde farklı eğilimlerin görülmesine engel olabilmektedir. Asya, Latin Amerika
ve Karayipler, Kuzey Amerika ve Okyanusya’da yaşam süresi istikrarlı bir hızla
artmaktadır. Aksine, Avrupa’da, 1980’lerin itibaren bu hızda yavaşlama vardır. Bunun
nedeni, Doğu Avrupa ülkelerinde, özellikle Rusya Federasyonu ve Ukrayna’da yaşam 53
sürelerinin ciddi şekilde azalmasıdır. Avrupa’nın geri kalan bölgeleri ise, Kuzey
Amerika’ya eşit ya da daha yüksek yaşam sürelerine sahiptir (Birleşmiş Milletler, 2009,
s. 11).
Tablo 7
Cinsiyetlere Göre Ortalama Yaşam Süreleri
TEMEL ALAN 2005-2010 2045-2050
Erkek Kadın Erkek Kadın
Dünya 65,4 69,8 73,3 79,9
Gelişmiş Bölgeler 73,6 80,5 79,9 85,6
Az Gelişmiş Bölgeler 63,9 67,4 72,2 76,5
En Az Gelişmiş Bölgeler 54,7 57,2 66,7 70,4
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 2009, s. 14
Ölüm oranlarındaki düşüşle ilgili çarpıcı noktalardan birisi, dünyanın neredeyse tüm
bölgelerinde kadınların ortalama yaşam süresinin erkeklerden daha uzun olmasıdır.
Tablo 7 dünyanın temel yerleşim bölgelerinde kadın ve erkeklerin ortalama yaşam
sürelerine ait veriler sunmaktadır ve kadınların erkeklerden daha uzun yaşam süresine
sahip olduğu bu veriler tarafından da yansıtılmaktadır. Küresel düzeyde, 2005- 2010’da
kadın ortalama yaşam süresi 70 iken, erkekler için bu rakam 65’tir. Yaşam süresinde
kadınların avantajı gelişmiş ülkelerde (7 yıl), az gelişmiş ülkelere (3.5 yıl) oranla çok
daha belirgindir. Kadın ve erkek yaşam süreleri arasındaki bu fark en az gelişmiş
ülkelerde en azdır. Dünya seviyesinde 5 yıl olan bu farkın 2045-2050’ye kadar sürmesi
beklenmektedir. Ancak kadın ve erkek arasındaki yaşam sürelerindeki farkın, gelişmiş
ülkelerde azalması beklenirken, gelişmekte olan ülkelerde ise artması beklenmektedir.
Beş yaşına kadar çocuklarda ölüm oranı, kalkınmanın çocuklarla ilgili boyutunun
önemli bir göstergesidir. 1950-1955’te, dünya genelinde, doğa 1000 çocuktan 233’ü
beşinci yaşını görememekteydi. 2005-2010’da ise, bu rakam 1000 doğumda 71’e
gerilemiştir. Çocuk ölüm oranları tüm temel bölgelerde azalmakla birlikte, Sahra-altı
Afrika bu düşüşü yakalamakta oldukça geride kalmıştır. 1950’lerde Sahra-altı Afrika ve
Orta-Güney Asya benzer çocuk ölüm oranlarına sahiplerdi ve sonrasında her iki bölge
de bu oranlarda önemli düşüşler kaydetmişlerdir. Ancak, bu düşüşün temposu Sahra-altı
Afrika’da yavaşlamıştır. Sonuç olarak, 2005-2010 için, çocuk ölüm oranı Güney-Orta
Asya’da 1000’de 85 iken, Sahra-altı Afrika’da hala 1000’de 148 gibi yüksek bir orandır
(Birleşmiş Milletler, 2009, s. 12). 54
Ölüm oranlarındaki düşüşle ilgili bir diğer önemli husus, bu düşüşün
doğurganlıktaki azalışla olan ilişkisidir. Son 30 yıl boyunca, araştırmacılar bu ilişki
üzerine çalışmalar yapmışlardır. Genel olarak kabul edilen görüşe göre, bebek
ölümlerindeki azalmanın çiftlerin daha az doğum lehine kararlarını etkilediğidir. Ancak,
bu ilişkinin doğası hala tam olarak anlaşılmış değildir ve konuyla bağlantılı birçok farklı
görüş mevcudiyetini sürdürmektedir (Cross, Hardee ve Ross 2002, s. 7). Cohen, Barney
ve Montgomery (1998), doğurganlık oranlarındaki azalışın, çeşitli sosyal, politik,
ekonomik ve kültürel değişimlerin ürünü olduğunu ve ölüm oranlarındaki azalış ve
hükümet programlarıyla şekillendiğini, bu faktörlerin katkısının ise toplumdan topluma
değişkenlik gösterdiğini belirtmişlerdir (Cohen vd.1998, Akt; Cross vd., 2002, s. 7).
Ölüm oranları ile ilgili bir başka araştırma konusu ise, yetişkin ölüm oranlarının
ekonomik büyüme üzerindeki etkisidir. Lorentzen vd. yaptıkları gözlemsel çalışmalarda
bu etki ile ilgili bir takım ispatlara ulaşmışlardır. Çalışmalarında, yüksek ölüm
oranlarının, insanların kısa dönemli bir bakış açısına sahip olmalarına ve uzun vadeli
maliyetleri olan kısa vadeli getiri sağlayacak kararlar almalarına neden olduğu sonucuna
ulaşmışlardır (Lorentzen, McMillan ve Wacziarg, 2008, s. 111).
1996-2000 yılları arasında, Afrika’nın ekonomik büyümesindeki yetersizlik
tamamen yetişkin ölüm oranlarına bağlanabilir. Dahası, yetişkin ölümleri fiziksel
sermaye yatırım oranları ve kişi başına GSYİH artış oranları üzerinde önemli bir negatif
etkiye sahiptir. Buna ilave olarak, ölüm oranları, doğum oranları ve AİDS bulaşıcılık
oranları üzerinde pozitif etki taşımaktadır. Yetişkin ölümleri ekonomik büyümeyi
yatırımlar, beşeri sermaye birikimi ve doğurganlık olmak üzere üç kanaldan
etkileyebilir. Yatırımlar ve doğurganlık en etkili kanallardır. Yüksek yetişkin ölüm
oranları iktisadi birimleri daha az yatırıma ve daha fazla çocuk sahibi olmaya teşvik
etmektedir. Bu kısa dönemli bakış açıcı kalkınmada öncelikli bir sorundur ve ekonomik
büyümeyi yavaşlatmaktadır. Daha yavaş ekonomik büyüme, özellikle Afrika
ülkelerinin, hastalıklarla mücadele etmek ve ölüm oranlarını azaltmak için kaynak
ayırmalarını engellemektedir. En pozitif açıdan bakıldığında dahi, yüksek yetişkin ölüm
oranları, gelişmekte olan ülkelerde ekonomik gelişmeyi engellemektedir. En kötü
sonucu ise, ölüm ve kalkınma arasındaki negatif ilişkinin sürekli bir yoksulluğa eden
olmaktadır (Lorentzen vd. 2008, s. 111).
HIV/AIDS ve Ölüm Oranları: Ölüm oranlarında demografik geçiş sırasında görülen
düşüş, yaşam sürelerinde bir artışın belirleyicisi olurken, karşı etkiye sahip iki gelişme
bahse değerdir. Bunlardan birisi, 1990’larda, en az gelişmiş ülkelerde, ölüm 55
oranlarındaki azalışın durağan bir hal aldığı görülmesidir. Şüphesiz, bu duraksamada,
Sahra-altı Afrika’da ölüm oranının yükselmesine neden olan HIV/AİDS’in rolü oldukça
önemlidir. Son 20 yılda, dünya genelinde 60 milyon kişiye HIV/AİDS virüsü
bulaşmıştır ve bu kişilerin 40 milyonu hayattadır. Sahra-altı Afrika’da HIV/AİDS temel
ölüm nedeniyken, bu vakaların yalnızca % 6’sı daha gelişmiş ülkelerde görülmektedir
(Lee,2003, s. 172). HIV/AIDS salgınının etkisi, bu salgından yüksek oranda etkilenen
ülkelerin nüfusları üzerinde açıkça görülebilmektedir. Bu ülkelerin birçoğunda, 2009
yılında, 15-49 yaş arası kişilerde HIV/AIDS’ in görülme oranı % 1 ya da üzeridir. HIV/
AIDS’ ten yüksek oranda etkilenen 58 ülkeden 38’i Afrika’da, dördü Asya’da, 11’i
Latin Amerika’da, üçü Avrupa’da, biri Kuzey Amerika’da ve biri de Okyanusya’dadır.
Hepsi birlikte, dünyadaki HIV taşıyıcısı yetişkin ve çocuk toplamının % 85’ini
oluşturmaktadır (Birleşmiş Milletler, 2009, s. 12).
Tablo 8
En Düşük Ortalama Yaşam Süresine Sahip 10 Ülke (2005-2010 ve 2045-2050)
2005-2010 2045-2050
ÜLKE
ORTALAMA YAŞAM
SÜRESİ ÜLKE
ORTALAMA YAŞAM
SÜRESİ
Afganistan 43,8 Lesotho 56,3
Zimbabwe 44,1 Swaziland 58,6
Zambiya 45,2 Afganistan 58,7
Lesotho 45,3 Orta Afrika Cumhuriyeti 61,3
Swaziland 45,8
Demokratik Kongo
Cumhuriyeti 61,8
Angola 46,8 Mozambik 62
Orta Afrika Cumhuriyeti 46,9 Sierra Leone 62,2
Sierra Leone 47,4 GüneyAfrika 62,3
Demokratik Kongo
Cumhuriyeti 47,5 Zambiya 62,4
Gine-Bissau 47,6 Nijerya 62,5
DÜNYA 67,6 DÜNYA 75,5
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 2009, s. 70
Tablo 8, en düşük ortalam yaşam sürelerine sahip olan ülkeleri içermektedir.
Dünya üzerinde, en düşük yaşam süresine sahip ülkelerin büyük çoğunluğu, AIDS’ten
en olumsuz şekilde etkilenen Sahra-altı Afrika’da yer almaktadır. Birleşmiş Milletler
2008 gözden geçirme raporunda, HIV/AIDS’ in yıkıcı etkileri hastalık, ölüm ve nüfus
kaybı olarak belirtilmiştir. En fazla etkilenen ülkelerde yaşam sürelerinde önemli 56
düşüşler göze çarpmaktadır. 2007 yılında, 15- 49 yaş arası nüfusun % 24’ünün HIV
taşıyıcısı olduğu Botswana’ da, yaşam süresi, 1985-1990’da 64 iken, 2000-2005
döneminde 48’ e gerilemiştir. Bu ülkede, 2005-2010 döneminde, HIV görülme oranının
azalması ve virüse karşı terapinin yaygınlaşmasının sonucu olarak, yaşam süresinin 55
yıla yükseleceği tahmin edilmektedir. Dünya üzerinde virüsten en kötü etkilenen
ülkelerin çoğunun yer aldığı, Afrika’nın güneyinde, son 20 yılda yaşam süresi 61’den
53’e düşmüştür. HIV/AİDS Afrika’nın güneyinde son derece sert bir etki gösterirken,
son yıllarda Afrika’da yüksek oranda etkilenen ülkelerin çoğunda yaşam sürelerinde
önemli düşüşler görülmektedir (Birleşmiş Milletler, 2009, s. 13). Tablo 2.3’ teki en
düşük ortalama yaşam süresine sahip ülkeler listesinde dikkat çeken husus, bu ülkelerin
çoğunun Sahra-altı Afrika’da bulunmasıdır.
HIV/AIDS’ in toplumlara önemli bir bedeli de, çocuk ölümlerindeki azalışı
geciktirmesidir. Anne’den bebeğe geçen AIDS vakalarının % 35’inde, çocuklar bir
yaşını göremeden, % 61’inde ise beş yaşına ulaşamadan hayatlarını kaybetmektedirler.
HIV’ nin çocuk ölüm oranı üzerindeki etkisi, salgın başlamadan önce düşük oranlara
ulaşmış olan ülkelerde daha çarpıcıdır. Örneğin, Sahra-altı Afrika’nın en düşük çocuk
ölüm oranlarına sahip ülkelerinden biri olan Zimbabwe’de, bu oran, 1985-1990 arasında
1000 doğumda 88’den, 2000-2005 arasında 1000 doğumda 112’ye yükselmiştir.
Anneden çocuğa geçişin önlenmesinde sağlanacak ilerlemeyle birlikte, HIV/AIDS’ in
çocuk ölümleri üzerindeki etkisinin gelecekte azalacağı tahmin edilmektedir. AIDS,
ölümlerin yaşlara göre yüzdesel dağılımını da değiştirmektedir. 1985-1990 yılları
arasında, Afrika’nın güneyinde ölümler, çocuklar ve yaşlı yetişkinler arasında
yoğunlaşmıştır ve 20-49 yaş arası yetişkinlerin ölüm oranı, aynı dönemde, tüm
ölümlerin sadece % 20’sini oluşturmaktaydı. 2005-2010 dönemine gelindiğinde, büyük
bir değişim meydana gelmiş ve 20-49 yaş arası yetişkinlerin ölüm oranı % 51 olarak
gerçekleşmiştir. Ölüm oranlarında meydana gelen bu tür yükselişler, toplumun çalışma
ve ebeveynlik çağındaki bireylerini azaltarak ekonomik ve sosyal yapılar için ciddi
potansiyel şoklar yaratmaktadır. HIV/AIDS’ in nüfus artışını azaltıcı yöndeki etkisine
rağmen, virüse karşı terapide ve HIV’nin yayılmasın karşı önlemlerde görülen
ilerlemelere bağlı olarak, 2007’de en yüksek AIDS vakası görülen ülkelerin, 2005-2050
arasında pozitif nüfus artışına sahip olacakları tahmin edilmektedir (Birleşmiş Milletler,
2009, s. 13-14). Ölüm oranlarındaki son gelişmelere istisna olarak ortaya çıkan diğer
önemli gelişme ise, Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliğine ait bölgelerde, son 20 ya
da 30 yılda yaşam sürelerindeki duraklama ya da azalıştır. Bu gelişme, piyasa 57
ekonomisine geçiş süreci öncesine denk gelmektedir. Birleşmiş Milletler 2002 yılı
verilerine göre Rusya Federasyonunda erkek ortalama yaşam süresi 60 yıl olarak tespit
edilmiştir ve bu rakam 1950’deki düzeye eşittir (Lee, 2003, s. 172-173). Bu duraksama
ya da azalmadaki neden ise, söz konusu ülkelerin, Doğu Bloku’nun çöküşü ve
sonrasında piyasa ekonomisine geçiş süreciyle birlikte gelen derin ekonomik
sorunlardır.
3.2.2.Demografik Geçiş Sürecinde Doğurganlık Oranlarında Azalma
Klasik demografik geçiş teorisi önce ölüm oranlarındaki düşüşle başlamakta ve
belirli bir zaman aralığının ardından doğum oranları da azalmaya başlamaktadır. İki
azalma süreci arasındaki zaman aralığında ise ölüm oranlarındaki düşüşün etkisiyle
nüfus hızlı bir artış eğilimine girmektedir. Nüfus artışı özellikle 5 yaş ve altındaki çocuk
sayısının artması anlamına gelmektedir. Çünkü, gerek ölüm gerekse doğum oranlarının
yüksek olduğu, geçişin ilk safhasında, kıtlık, salgın
vb. felaketlerin kurbanları
çoğunlukla bu yaş grubunda bulunan çocuklardır. Ölüm oranlarının düşmesiyle hayatta
kalan bu çocukları yetişkinliğe erişmesi ve üreme çağına ulaşmaları nüfus artışını daha
da hızlandırmaktadır. Bu durum doğurganlığın azalmasına ya da, yüksek doğurganlıktan
düşük doğurganlığa geçişi ifade eden“doğurganlık geçişine” kadar sürecektir.
Doğurganlık azalışının, ölüm oranları azalışını takiben, ve belirli bir gecikmeyle ortaya
çıkmasıyla, nüfusta ki artış dengelenecek ve daha sonraları ise azalışa geçecektir.
1890 ve 1920 yılları arasında, evliliklerin daha geç yapılması nedeniyle doğumlar
Avrupa’nın birçok bölgesinde azalmaya başlamıştır. 1870 ve 1930 arasında, medyan
yaş düzeyinde yaklaşık % 40 oranında bir azalma görülmüştür (Coale ve Treadway,
1996, Akt; Lee, 2003, s. 173). Çocuk sahibi olmak ve büyütmek zaman alıcıdır.
Teknolojik gelişme ve fiziksel ve beşeri sermayede artış emeğin üretkenliğini arttırarak,
tüm faaliyet kollarında zamanı daha değerli hale getirmiş ve çocuklar, tüketim mallarına
kıyasla giderek daha maliyetli bir hale gelmişlerdir. Çocuk sahibi olma ve yetiştirme
konusunda temel sorumluluğa sahip olduklarından dolayı, kadınların üretkenliğindeki
farklılaşmalar özellikle önem arz etmektedir. Örneğin, fiziksel sermaye kas gücünün
yerini alarak, kadın ve erkek arasındaki üretkenlik farkını azaltabilmekte ya da ortadan
kaldırabilmekte, bu şekilde çocuk sahibi olma ve yetiştirmenin alternatif maliyeti
yükselebilmektedir (Galor ve Weil, 1996, Akt; Lee, 2003, s. 174). Öte yandan, artan
gelirler tüketim talebinin, eğitimli işgücünün daha önemli bir girdisi olduğu tarımsal 58
olmayan ürün ve hizmetlere yönelmesine neden olmaktadır. Eğitimin getirisinin
artması, eğitim yatırımlarının artmasına yol açmaktadır. Genel olarak, değişen bu
kalıplar, bir takım etkilere sahiptir; aileler için çocukların maliyeti yükselmiş, çocuklar
daha pahalı hale gelmiş, okulda geçirdikleri zamandan dolayı ekonomik katkıları
azalmış ve bu durum çocuk sahibi olmanın alternatif maliyetini arttırmıştır. Dahası,
yüksek gelire sahip olan ebeveynler çocukları için daha fazla kaynak ayırmayı tercih
etmektedirler. Bu tercih her bir çocuğun maliyetini arttırdığından, bu ebeveynler daha
az çocuk sahibi olmaya karar vermektedirler. Tüm bu doğurganlık teorilerinin ötesinde,
gelişmiş piyasa ve devlet yapıları, emeklilik maaşı ödeyerek ve risk paylaşımı yaparak,
geleneksel aile ve hane halklarının önemli ekonomik işlevlerini üstlenebilmekte ve
çocukların ekonomik ve sosyal açıdan önemini azaltmaktadır (Lee, 2003, s. 174).
Tablo 9
Hesaplanan Toplam Doğurganlık Oranları
TEMEL BÖLGE 1970-1975 2005-2010
Dünya 4,32 2,56
Gelişmiş Bölgeler 2,17 1,64
Az Gelişmiş Bölgeler 5,18 2,73
En Az Gelişmiş Bölgeler 6,74 4,39
Diğer Az Gelişmiş Bölgeler 4,97 2,46
Afrika 6,69 4,61
Asya 4,76 2,35
Avrupa 2,19 1,5
Latin Amerika ve Karayipler 5,01 2,28
KuzeyAmerika 2,07 2,04
Okyanusya 3,29 2,44
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 2009, s. 8
Tablo 9’da yer alan verilere göre, 2005-20110 arasında, toplam doğurganlık
oranlarında düşüşler göze çarpmaktadır.
Doğurganlığı Etkileyen Faktörler: Doğurganlığı etkileyen faktörlerden
bahsederken, bu faktörleri yarattıkları etkiye göre sınıflandırarak incelemek doğurganlık
azalışının nedenlerini daha iyi kavranması açısından oldukça yararlıdır. Bu faktörlerden
bazıları doğurganlık üzerinde dolaylı yolda etkili olurlar, bunlar sosyal faktörler ve
ekonomik faktörlerdir. Diğer bir grup faktör ise, doğurganlığı doğrudan etkilerler. Bu 59
faktörlerde yakın (proximate) faktörler olarak adlandırılmaktadır. Yakın faktörler, bir
toplumda evli olanların oranı, doğum kontrol yöntemlerinin varlığı ve yaygınlığı,
doğum sonrasındaki çocuk emzirme döneminin uzunluğu ve teşvik yoluyla kürtajın
yaygınlığıdır.
i)Sosyo-ekonomik faktörler: Sosyal ve ekonomik faktörler Sosyo-ekonomik
belirleyiciler olarak adlandırılırlar ve bu faktörler genel olarak çiftlerin daha az
çocuk sahibi olma yönündeki kararlarını etkilerler. Bununla birlikte, çiftlerin
neden daha az çocuk sahibi olmaya karar verdiklerine ilişkin temel teori oldukça
karmaşıktır. Daha az çocuk sahibi olmak, değer kavramlarında bir değişikliği
gerektirir ve bu değişiklik doğurganlık davranışında bir değişikliğe neden olur.
İnsanların doğurganlık davranışlarını etkileyen faktörler çoğunlukla sosyoekonomik çevre ile ilgilidir: çocukların eğitim ve sağlık düzeyleri, kadınların
toplumsal statüsü, eğitim düzeyi, ekonomik statüleri, çocukların hayatta kalma
oranları, şehirleşme oranları, dinsel inançlar, sosyo-ekonomik organizasyonların
durumu ve yeni fikirlerin toplumda yayılma derecesi bunlardan belli başlılarıdır
(Cross vd. 2002, s. 5).
Genellikle, ülkelerin ekonomik performansları yükseldikçe, artan gelirler daha iyi
eğitim ve sağlık alışkanlıklarını beraberinde getirir. Buna bağlı olarak çocuk sahibi
olmanın maliyetleri artar ve giderek daha fazla sayıda çift daha az çocuk sahibi olmaya
karar verir. Demografik geçişin 100 yıl ya da daha uzun bir sürede gerçekleştiği ABD
ve Avrupa’da, artan gelirler ve azalan doğum oranları ilişki oldukça nettir. Ancak,
demografik geçişin yalnızca birkaç on yıl süresince görüldüğü ülkelerde bu ilişki daha
az belirgindir. 1980’ler ve 1990’larda ekonomik açıdan ciddi bir kötüye gidiş yaşayan
düşük gelirli ülkelerde, doğurganlık oranlarında önemli düşüşler yaşanmıştır (Cross vd.
2002, s. 5-6). Özellikle uzun dönemde, doğurganlıktaki azalışın ekonomik büyümeyi
olumlu etkilediğine dair görüşlere karşın, özellikle eğitim ve okullaşma oranının yüksek
olduğu durumlarda, doğurganlık artışı ve ekonomik büyüme arasındaki bu negatif etki
azalmaktadır. 60
Şekil 3. Gayrisafi yurtiçi hasıla azalışı ve toplam doğurganlık oranı azalışı
Kaynak: Dünya Bankası, 2000, Akt; Cross vd. 2002, s. 12’den derlenmiştir.
Tablo 10
Ülkelere Göre Gayrisafi Yurtiçi Hasıla ( GSYİH ) Azalışı ve Toplam Doğurganlık Oranı
Azalışı (TFR) Verileri (1980-1995)
GSYİH TFR
AZALIŞI AZALIŞI
ÜLKE (%) (%)
1985-1995 1985-1995
BAHAMALAR -1 43
KAMERUN -7 12
FİLDİŞİ SAHİLİ -4,3 28
GUATEMALA 0,3 24
İRAN 0,5 26
ÜRDÜN -2,8 29
MADAGASKAR -2 11
MEKSİKA 0,1 33
NİKARAGUA -5,8 34
PERU -1,6 31
SENEGAL -1,2 15
ZİMBABWE -0,6 44
Kaynak: Dünya Bankası, 2000, Akt; Cross, Hardee ve Ross, 2002, s. 12
Tablo 10 ve Şekil 3 artan gelir düzeyleri ile doğurganlık azalışı arasındaki
ilişkinin düzeyini ifade eden veriler içermektedir. Örneğin, Sahra-altı Afrika ülkesi
-10
0
10
20
30
40
50
TFR AZALIŞI
GSYİH AZALIŞI61
Kamerun’da, 1985-1995 arasında, GSYİH % 7 küçülürken, aynı dönemde toplam
doğurganlık oranında % 12 oranında bir düşüş gözlemlenmiştir.
Gelir düzeyinin yükselmesi ile doğurganlık geçişi arasındaki ilişki Galor (2010)
tarafından ele alınmış ve Galor ilişkiyi ampirik çalışmalarla test emiştir. Doğurganlığın
azalmasından önce kişi başına gelirde görülen yükseliş birçok araştırmacıyı,
doğurganlıktaki azalışın, sanayileşme sürecinde ortaya çıkan gelir artışı tarafından
tetiklendiğini savunmaya yöneltmiştir (Galor, 2010, s.1). Özellikle Becker (1960)
doğurganlığın azalmasının gelir artışının bir yan ürünü olduğu teorisini geliştirmiştir.
Becker’in tezi, gelir artışı sonucunda çocuk yetiştirme maliyetinin yükselmesi nedeniyle
ortaya çıkan negatif etkinin, gelirin doğurganlık üzerinde yarattığı pozitif etkiye baskın
çıktığını öne sürmektedir (Becker, 1960, Akt; Galor, 2010, s. 1-2). Benzer şekilde,
Becker ve Lewis, çocukların eğitimine yapılan yatırımın gelir esnekliğinin, çocuk
sayısının gelir enseliğinden yüksek olduğunu ve bu nedenle gelir artışının, her bir
çocuğa yapılan yatırımdaki artışla birlikte, doğurganlığı azalttığını ileri sürmüşlerdir
(Becker ve Lewis, 1973, Akt; Galor, 2010, s. 2).
Bununla birlikte, bu tez teorik bir bakış açısıyla ele alındığında zayıf, entellektüel
açıdan da tatminkar olmaktan uzak görünmektedir. Teorinin dayanak noktası, belirli bir
gelir düzeyinin ötesinde, bireylerin çocuk sayısına karşı doğal olarak aleyhte bir eğilime
sahip olduklarıdır. En kritik nokta ise, teorinin ortaya attığı tahminlerin, gözlemsel
çalışmaların ispatlarıyla uyumlu olmamasıdır. Çalışmaların ortaya koymuş olduğu
bulgulara göre, doğurganlık düşüşü, gelir düzeyi bakımından önemli farklılıklar
gösteren Batı Avrupa ülkelerinde aynı on yılda görülmüştür. 1870 yılında, demografik
geçişin arifesinde, İngiltere ve Hollanda, sırasıyla, kişi başına 3.190 ABD doları ve
2.760 ABD doları gelire sahiplerdi. Aksine, doğurganlık azalışının başlangıcında olan
Almanya ve Fransa, aynı on yıllık sürede sırasıyla kişi başına 1.840 ABD doları ve
1.880 ABD doları gelire sahiptiler ve bu rakamlar İngiltere ve Hollanda’ya kıyasla
oldukça küçüktü (İngiltere’ nin GSMH’sinin yaklaşık % 60’ı). Üstelik, yine aynı on
yıllık dönemde, İsveç ve Norveç’in kişi başı GSMH’ si İngiltere’ninkinin yalnızca %
40’ı, Finlandiya’nın GSMH’si ise sadece üçte biri kadar olmasına rağmen, doğurganlık
azalışının başlangıcı bu daha yoksul ülkelerde de İngiltere ile aynı döneme denk
gelmektedir. Demografik geçişin Avrupa’da, gelir düzeyi bakımından önemli farklılık
gösteren ülkeler arasında izlediği seyrin benzerliği, ulaşılan yüksek gelir düzeyinin,
doğurganlık azalışında çok kısıtlı rol oynadığını ortaya koymaktadır. Yapılan son
ampirik çalışmalar ait bulgular, Becker’in teorisini reddeder görünümdedir. Özellikle 62
Fransa ve İngiltere’ye ait bulgular teori ile uyuşmamaktadır (Galor, 2010, s. 3-4-5).
Murphy (2009), Fransa’nın 1876- 1896 yıllar arası döneme ait panel verilerine
dayanarak, Fransa’nın demografik dönüşümünü eğitimde, cinsiyet ayrımcılığında ve
ölüm oranlarında kaydedilen olumlu gelişmelere bağlamış, gelir düzeyi artışının, ilgili
dönemde doğurganlığı pozitif etkilediği sonucuna ulaşmıştır (Murphy, 2009, Akt;
Galor, 2010, s. 5).
ABD ve Fransa haricinde, gelişmiş ekonomilerin çoğunda, doğum oranları azalışı
ve ekonomik büyüme öncesinde gerçekleşen ölüm oranları düşüşleri, demografik geçiş
sürecinde doğurganlık azalışının başlamasının mantıklı bir açıklaması olarak kabul
edilmektedir. Ne var ki, bu hipotez teorik olarak yeterince sağlam ve tarihsel bulgularla
uyumlu görünmemektedir. Yine Murphy (2009), Fransa’nın 1876-1896 arası panel
verilerine dayanarak, Fransa’da yaşanan demografik geçiş sürecinde, doğurganlık
azalışı üzerinde ölüm oranı azalışının etkisi olmadığını, asıl etkinin cinsiyet ayrımı ve
eğitim konusundaki iyileşmelerden kaynaklandığını belirtmiştir (Murphy, 2009, Akt;
Galor, 2010, s. 8). Eğitime yapılan yoğun yatırımlar, doğurganlık azalışı üzerinde güçlü
bir negatif etkiye sahiptir. Fransa ve İngiltere’ye ait panel veriler, beşeri sermaye
oluşumundaki artışın doğurganlık üzerinde olumsuz etki yaptığını göstermektedir
(Galor, 2010, s. 13).
Bilhassa kadınların eğitimi, doğurganlıkla tutarlı bir ilişki içindedir. Schultz, kadın
eğitim düzeyinin yükselmesinin, kadınların çocuk sahibi olmalarının fırsat maliyetini
arttırarak doğurganlığı azaltıcı etki yapacağını, buna ilave olarak, bilinçlenen kadınların
yeni ve modern doğum kontrol yöntemlerini benimsemelerine yardımcı olarak
istenmeyen gebeliklerinde azaltılabileceğini belirtmiştir. Son 50 yılda eğitimde cinsiyet
eşitsizliği efsanevi boyutlarda olsa da, gelişmekte olan ülkeler bu alanda, 1970’ler,
1980’ler ve 1990’lar boyunca önemli ilerleme kaydetmişlerdir. 1980’ler ve 1990’larda
kızların orta dereceli okullara kaydolma sayısında önemli artış görülmüştür. Birçok
gelişmekte olan ülkede, 10 yıllık bir dönemde, bu sayı % 30 oranında artmıştır. Kızların
ilköğretime kaydolma oranları, eğitim ve cinsiyet açısından bütün olarak ele alındığında
önemli olmakla birlikte, orta derece eğitimin doğurganlık üzerindeki etkisi daha
büyüktür. Açık olan, gelişmekte olan ülkelerde demografik geçişin tamamlanmasının
dolaylı olarak kızların orta dereceli eğitim alma düzeyine bağlı olduğudur (Cross vd.
2002, s. 9-10).
Gelişmekte olan ülkelerin birçoğu demografik dönüşüme başlamış durumdadır ve
bu ülkelerde doğum oranları ciddi biçimde azalış göstermektedir. Ne var ki, başta 63
Sahra-altı Afrika ve Güney Asya olmak üzere, bazı ülkelerde bu geçiş süreci henüz
başlamamış ya da yeni başlamış gibi görünmektedir. Yüksek doğurganlığın yanı sıra, bu
ülkelerin tipik bir özelliği, kadınların erkeklere oranla daha düşük okula kaydolma
oranına sahip olması şeklinde kendini gösteren eğitim eşitsizliğidir. Sosyo-ekonomik
açıdan olumlu birçok faktörle eğitimde fırsat eşitliği arasında bağlantı kurulmaktadır.
Bu faktörlerin belli başlıları: çocuk gelişiminde ilerleme ( daha iyi sağlık koşulları ve
eğitimle), yoksulluğun azaltılması ve uzun vadeli ekonomik büyümedir. Kadının statüsü
ve ekonomik büyüme arasındaki bu pozitif bağlantıya yanıt olarak, cinsiyetler arası
eşitliği geliştirmeyi amaçlayan programların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu
programların önde gelenleri Dünya Bankası Cinsiyet Eylem Planı ve Birleşmiş Milletler
Üçüncü Milenyum Kalkınma Hedefleridir (de La Croix ve Vander Donckt, 2010, s. 85-
86).
Tablo 11
Gelişmekte Olan Ülkelerde Ortaöğretime Kaydolan 100 Erkeğe Karşılık Gelen Kız
Sayısı (1990-2005)
ÜLKE 1990 2005
Uganda 57 81
Pakistan 42 78
Nijerya 75 82
Zimbabwe 88 93
Bangladeş 52 103
Hindistan 58 82
Meksika 98 102
Mısır 77 94
Kaynak: Nüfus Referans Bürosu; 2009, s. 5
Tablo 11’e bakıldığında, gelişmekte olan ülkelerde ortaöğretime kaydolan kız
çocuklarının oranında (okula kaydolan 100 erkek çocuğa karşılık gelen kız sayısı
olarak) yavaşta olsa artış gözlemlendiği görülmektedir. Bu artışın özellikle Sahra-altı
Afrika ülkelerinde oldukça yavaş gerçekleşmesi dikkat çekici bir husustur. Nijerya ve
Zimbabwe gibi Sahra-altı Afrika ülkeleri ve bir Kuzey Afrika ülkesi olan Mısır bu
duruma tipik birer örnek teşkil etmektedirler. Az gelişmiş ülkelerde kızların ikincil
eğitime katılım oranının artması, dolaylı olarak ta olsa, doğurganlık üzerinde negatif bir
etkiye sahip olacaktır. 64
Cinsiyet eşitliği, eğitim olanaklarına erişebilmenin yanında, diğer birçok faktörü de
kapsayan çok boyutlu bir kavramdır. Cinsiyet eşitliğinin kapsamlı bir değerlendirmesi,
kadınların ekonomik kaynaklara erişebilirliği, kadınların sağlık programlarına
erişebilirliği ile kadınların yasal ve toplumsal hakları gibi göstergeleri içermelidir. Bu
düşünce yapısıyla uyumlu bir şekilde, Dünya Ekonomik Forumu, Küresel Cinsiyet
Eşitsizliği ( Global Gender Gap ) indeksini geliştirmiştir. Bu indeks, 128 ülke için kısa
ve özlü bir cinsiyet eşitliği ölçütü sağlamaktadır. İndeks, çok geniş bir çeşitliliğe sahip
olan cinsiyet temelli göstergeleri dört temel sınıfta toplamıştır. Bunlar: “ekonomik
katılım ve fırsat eşitliği”, “eğitime katılım düzeyi”, “politik bakımdan güçlendirme”,
“sağlık ve hayatta kalma”.olarak belirlenmiştir (de La Croix ve Vander Donckt, 2010, s.
86-87). Cinsiyetler arası eşitlikle ilgili değerlendirmelerde, adı geçen dört faktörün
yararlılığı, bu faktör ya da boyutların belirli ülkeler arasında kıyaslamalarda
kullanılmasıyla açığa çıkmaktadır. Örneğin, İran ve Mozambik için bu boyutlara göre
bir karşılaştırma yapıldığında, kadınların eğitime erişebilirliği açısından İran daha
eşitlikçi bir ülke olmasına karşın, kadınların politikaya ve ekonomiye katılımı
bakımından Mozambik’in gerisinde kalabilmektedir (de La Croix ve Vander Donckt,
2010, s. 86-87).
Canning ise (2011), doğurganlık azalışının, hükümet politikaları, doğum kontrol
araç ve yöntemlerinin mevcudiyet derecesi, eğitim, düşünce sistemi ve kültür gibi
birçok faktöre bağlı olduğunu belirtirken, bu azalışın altında yatan temel nedenin
doğurganlık düşüşünden önce görülen ölüm oranlarındaki düşüş olduğunu
vurgulamaktadır. Canning’e göre, bu görüşün en önemli destekleyicisi, doğurganlık
azalışının daima ölüm oranı azalışını takip etmesidir. Bu ilişkinin otomatik olarak
gerçekleşmeyebileceği göz önüne alınsa dahi, çocuk ölüm oranındaki düşüşün, arzu
edilen doğum sayısı üzerindeki etkisi şüphe götürmezdir. Çocukların hayatta kalma
oranı yükseldikçe, arzu edilen çocuk sayısına ulaşmak için gereken doğum sayısı
azalacaktır. Bu açıklamaya alternatif olarak ekonomik temelli bir yaklaşımda
kullanılabilir: doğurganlıkla ilgili kararlar, çocukların niteliği ve niceliği arasında
yapılan tercihe bağlıdır. Bu yaklaşımın kilit noktası eğitim ve beşeri sermayenin
getirileridir. Teknolojik gelişmeler eğitimin getirisini arttırırsa, aileler daha az çocuk
sahibi olarak, her bir çocuğa daha fazla yatırım yapmayı seçebileceklerdir. Bir diğer
yaklaşım ise doğum kontrolünün, doğurganlığı azaltmadaki etkisine yer vermektedir
(Canning, 2011, s. 6). 65
Ölüm oranlarında görülen azalış doğurganlıktaki azalışın altında yatan neden
olabilmekle birlikte, başka ara faktörlerde devreye girebilmekte ve aradaki nedensel
ilişkiyi anlaşılması daha zor hale getirebilmektedir. Çocuk ölüm oranlarının azalması,
büyük ailelerin oluşmasına neden olabileceği gibi, bazı toplumlarda çocuk ölümlerinin
sayısı ve oranından bağımsız olarak, kadınların daha az çocuk sahibi olmayı seçtiği dahi
gözlemlenmiştir. Birçok ülkede doğurganlık dönüşümü, ölüm oranları azaldıktan sonra
gerçekleşmiştir. Ancak, bu dönüşüm kişi başına gelir düzeyinde önemli bir artış
olmaksızın gerçekleşmiştir. Örneğin Çin ve Hindistan, ekonomik büyümeleri yükselişe
geçmeden önce, doğurganlıkta büyük azalışlar yaşamışlardır. Buna karşın, doğurganlık
azalışının yenileme oranına (replacement level) ya da bu oranın altına
gerileyebilmesinin hızlı ekonomik büyümeyle birlikte görülmesi, bir kez daha,
nedensellik ilişkisinin kurulabilmesini zorlaştırmaktadır Toplam düzeyde, verilerin
ölüm oranları azalışının doğurganlık azalışını tetiklediği görüşünü destekler
görünmelerine rağmen, Canning, beşeri sermayenin getirisi ve nitelik-nicelik
tartışmasının sürdüğüne dikkat çekmiştir. Sahra-altı Afrika’daki çocuk ölümlerinde
görülen azalışın, ekonomik büyüme olmadan devam mı edeceği, yoksa azalışın
duraklayacağı mı şeklindeki tartışmayı da önemli bulmaktadır. (Canning, 2011, s. 7).
ii) Yakın faktörler: Doğurganlık, sosyal ve ekonomik faktörlerin yanı sıra bir takım
davranışsal ve biyolojik değişkenler tarafından doğrudan etkilenmekte ve bu
değişkenlere yakın belirleyiciler adı verilmektedir. Doğum kontrolü bu
değişkenlerin en önemlisi olmakla birlikte, evlilerin oranı, doğum kontrol
yöntemlerinin etkinliği, teşvik edilmiş kürtaj ve doğum sonrası çocuk emzirme
süresinin uzunluğu gibi değişkenlerde doğurganlık oranı üzerinde etkilidirler.
Doğurganlık geçişi sırasında, bu faktörlerin bazılarında meydana gelen
değişmeler, doğurganlık üzerinde negatif etkilere sahip olabilirlerken, bazı
faktörlerin değişmesi ise pozitif bir etki yaratabilir.. Örneğin, evlilik yaşının
yükselmesi doğurganlığı negatif olarak etkilerken, doğum sonrası çocuk
emzirme süresinin kısalması doğurganlığı pozitif etkilemektedir. Bu etkiler
kısmen de olsa birbirini dengelemekte ve net etki, artan doğum kontrolü
kullanımına kıyasla küçük kalmaktadır (Bongaarts ve Potter, 1983, Akt;
Bongaarts, 2004 s. 4). 66
Doğum kontrol teknolojisinde, 1950’lerde kaydedilen önemli gelişmeler
neticesinde doğum kontrol yöntemleri dünyanın çoğu kesimine hızla yayılmıştır. Fazla
doğumdan sakınmanın ruhsal ve parasal maliyetleri ve verdiği rahatsızlıktaki azalma
neticesinde doğum sayılarında da azalma görülmüştür. Bununla birlikte, aile planlama
programları, doğurganlık geçişinin gerçekleşmesi için zorunlu bir koşul değildir.
Çünkü, yüksek gelirli ülkelerde doğum oranlarında azalma, yeni kontrol yöntemleri ya
da doğum kontrolünü teşvik etmeye yönelik aile planlama programları olmaksızın
gerçekleşmiştir (Schultz, 2001, s. 6). Çocuk hekimliği alanındaki gelişmeler ise,
yetişkinliğe erişen çocuk sayısında artışa neden olmuştur. Sağlık alanındaki bu gelişme,
iki şekilde, nüfus artışı üzerinde aşağıya doğru bir baskı yaratmıştır: aileler çocuk sahibi
olma kararlarını, hayatta kalan çocuklarının sayısına göre yeniden belirlemekte ve
hayatta kalan çocuklar için talebin fiyat esnekliği inelastik olmaktadır (Schultz, 2001, s.
6-7).
Sosyal, kültürel ve dini kuralların doğurganlıkla ilişkisi 17. ve 18.yüzyıllarda,
Avrupa’da, belirgin bir şekilde göze çarpmaktaydı. O dönemde, sosyo-ekonomik
normlar, evlenecek olan bir çiftin kendi evlerini kurabilecek durumda olmalarını
gerektirmekteydi. Bu nedenle Avrupa’da ortalama evlilik yaşı 25’ti ve kadınların % 15-
20’si ise hiç evlenmemekteydi. 20. Yüzyılda Hindistan’ın Uttar Pradesh eyaletinde ise,
yeni evli çiftler damadın ailesiyle yaşamaya başlamakta ve bu durum onlar için ev ve
barınak teminini garanti hale getirmektedir. Bunun sonucunda, Uttar Pradesh’te
ortalama evlilik yaşı 16’dır ve egemen olan sosyal sistem evliliğin ardından hemen
çocuk sahibi olmayı gerektirmektedir. 18, yüzyıl Avrupa’sında normların evlilik yaşını
yükseltmesi doğum oranlarını düşük tutarken, 20. Yüzyılda, Hindistan’da normlar,
evlilik yaşının düşmesine ve doğum oranlarının yüksek olmasına neden olmaktadır.
Sosyo-ekonomik normlar özellikle doğurganlığın yakın belirleyicileri üzerinde önemli
derecede etkiye sahiptirler ve bu etkinin yönü toplumdan topluma farklılık
göstermektedir (Cross vd. 2003, s. 8). Caldwell, teorisinde, geniş bir aile yapısından
çekirdek aile yapısına geçilmesinin, ebeveynlerden çocuklara doğru gelir artışını
arttırarak, çocuk talebini azalttığını ifade etmiştir (Caldwell, 1982-1994, Akt; Cross vd.
2003, s. 8).
Birleşmiş Milletler tarafından 2008 yılında yayınlanan dünya nüfusu ile ilgili
gözden geçirme raporuna göre, küresel düzeyde toplam doğurganlık kadın başına 2,56
olarak belirtilmiştir. Bu ortalama veri, ülkeler ve bölgeler arasındaki doğurganlık
farklılıklarının üzerini örter gibi görünmektedir. 2005-2010 döneminde, 76 ülke ya da 67
bölgede (45’i daha gelişmiş ülke ya da bölgeler) toplam doğurganlık oranı 2,1’in
oldukça altında bulunmaktadır. Bir başka ifadeyle, bu ülke ya da bölgelerde doğurganlık
kendini yenileme düzeyinin (replacement level) altında seyretmektedir. Bununla
birlikte, 120 ülke ya da bölgede (tamamı az gelişmiş ülke ya da bölgeler) kadın başına
doğurganlık 2,1’in üzerindedir. Bu 120 ülkeden 27’sinde doğurganlık kadın başına 5’in
üzerindedir (Birleşmiş Milletler, 2009, s. 8).
1974’teki ilk Dünya Nüfus Konferansının düzenlenmesinden bu yana, doğurganlık
137 ülkede % 20’den daha fazla azalmış, bu ülkelerden 57’sinde düşüş % 50’nin
üzerinde gerçekleşmiştir. En hızlı düşüşler Moğolistan, İran İslam Cumhuriyeti,
Maldivler, Birleşik Arap Emirlikleri, Vietnam, Kore Cumhuriyeti, Kuveyt ve Bangladeş
gibi Asya ülkelerinde görüşmüştür. Doğurganlık Tunus ve Cezayir gibi Kuzey Afrika
ülkelerinde ve Meksika gibi Latin Amerika ülkelerinde de düşmüştür. Bu ülkelerde
toplam doğurganlık oranı 2,35’in altındadır. Gelişmekte olan çoğu ülkenin yüksek
doğurganlıktan düşük doğurganlığa geçişte oldukça ilerlemiş olmasına rağmen, yedi az
gelişmiş ülke hala 6 çocuk üzerinde bir toplam doğurganlık oranına sahiptir ve Nijer’de
bu oran kadın başına 7 çocuktan daha fazladır. 2010 yılından sonra bu yedi ülkede
doğurganlığın azalması tahminine karşılık, 2045-2050 arasında bu ülkelerden hiçbirinin
2.1 düzeyinin altına düşmesi beklenmemektedir. Buna bağlı olarak, bu ülkelerin
nüfusunda 2050 yılına kadar üç kat artış beklenmektedir Bu yedi ülke: Afganistan, Çad,
Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Nijer, Somali, Timor-Leste ve Uganda’dır. Bu
ülkelerin birçoğu HIV/ AİDS’ten yüksek oranda etkilenmektedir. Dahası, bu ülkelerin
bazıları iç savaş ve politik istikrarsızlıkla karşı karşıyadır. Bu faktörler nüfusun temel
ihtiyaçlarının karşılanmasının aleyhinde gelişim göstermektedirler ve hızlı nüfus
artışının devam etmesi, bu ülkelerin geleceği için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır.
Bununla birlikte, yüksek doğurganlığa sahip bu ülkeler dünya nüfusunun % 2 ‘den azını
teşkil etmekte ve 2050’de bu oranın % 4 olacağı tahmin edilmektedir (Birleşmiş
Milletler, 2009, s. 9). Ancak bu ülkeler arasında büyük nüfusa sahip olanların
bulunduğu göz önüne alındığında, ortaya ciddi bir artışı sorununun çıkması beklenen bir
sonuçtur.
Tablo 12’de görüldüğü gibi özellikle Sahra-altı Afrika’da doğurganlık hala
yüksektir ve 2050 yılında da doğurganlık oranının, bu ülkelerde yenileme düzeyi
üzerinde seyredeceği BM tarafından tahmin edilmektedir. Afganistan haricinde, 2005-
2010 döneminde olduğu gibi, 2045-2050 döneminde de en yüksek doğurganlığa sahip
10 ülkede bu bölgede yer alacaktır. Toplam doğurganlık oranlarında, bu bölgede düşüş68
yaşanması bekleniyor olmasına rağmen, Sahra-altı Afrika ülkelerinde, bu oranların,
yenileme düzeyi (2,1) üzerinde seyretmeye devam edecektir. Dünya genelinde, 2005-
2010 döneminde ortalama 2,56 olarak gerçekleşen toplam doğurganlık oranı, 2045-2050
yılları arası dönem için 2,02 olarak tahmin edilmektedir. Dünya nüfus artış hızı
düşmekle birlikte, nüfus gelecek dönemlerde de artmaya devam edecek ve özellikle en
az gelişmiş ülkelerde yüksek doğurganlık önemli bir sorun olma niteliğini sürdürecektir.
Tablo 12
En Yüksek Toplam Doğurganlık Oranına Sahip 10 Ülke (2005-2010 ve 2045-2050)
2005-2010 2045-2050
ÜLKE
TOPLAM DOĞURGANLIK
ORANI ÜLKE
TOPLAM DOĞURGANLIK
ORANI
Nijer 7,15 Nijer 3,77
Afganistan 6,63 Afganistan 3,13
Timor-Leste 6,53 Somali 3,06
Somali 6,4
GineBissau 2,87
Uganda 6,38 Çad 2,83
Çad 6,2 Mali 2,78
Demokratik Kongo
Cumhuriyeti 6,07
TimorLeste 2,78
Burkina Faso 5,94
Sierra
Leone 2,72
Zambiya 5,87
Burkina
Faso 2,72
Angola 5,79 Angola 2,63
DÜNYA 2,56 DÜNYA 2,02
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 2009, s. 63
3.2.3.Demografik Geçiş ve Demografik Kazanç
Sanayileşmiş ülkeler, yüksek doğurganlık ve ölüm oranlarına sahip, büyük ölçüde
kırsal özellik taşıyan tarımsal toplumlardan, büyük oranda şehirleşmiş, düşük
doğurganlığa ve ölüm oranlarına geçişi ifade eden demografik geçişi önemli derecede
tamamlamış durumdadırlar. Bu geçişin erken aşamalarından birinde, doğurganlık
oranları düşmeye başlar ve bu düşüş, beslenecek daha az sayıda insan olması anlamına
gelmektedir. Bu dönem boyunca, işgücü geçici olarak, kendisine bağımlı olan nüfustan
daha hızlı büyür ve bu durum ekonomik kalkınma ve toplum refahı için daha fazla
kaynağın ayrılabilmesini mümkün kılar. Diğer koşulların değişmediği varsayıldığında, 69
kişi başına gelir de daha hızlı büyür. Bu demografik geçişin getirdiği ilk kazançtır (Lee
ve Mason, 2006, s. 16). Demografik geçiş nüfusun yaş bileşimini etkileyerek önemli
ekonomik sonuçlara neden olmaktadır. Açıkça görülen, demografik geçiş esnasında,
ölüm oranlarının doğum oranlarından daha önce azalmaya başlaması ve bunun
neticesinde nüfusun hızlı bir şekilde artmasının, baby boom (nüfus patlaması) kuşağını
ortaya çıkarmasıdır. Ölüm oranlarının düşüşünden doğurganlığın azalışına kadar geçen
zaman aralığı baby boom kuşağının oluşmasının asıl nedenidir. Bu kuşakla ilgili
açıklamalarda bulunmak, demografik kazanç kavramının daha iyi anlaşılmasına
yardımcı olacaktır.
3.2.3.1.Nüfus Patlaması (Baby Boom) Kuşağı
Nüfus patlaması (Baby boom) kuşağının temsilcileri olan “baby boomerlar” 1946
ve 1964 yılları arasında ABD’de doğan tüm insanları ifade etmektedir. II. Dünya Savaşı
sonrası dönemde, ABD’nin genel doğurganlık oranı (GFR), 1936’daki, o zamana dek en
düşük seviyesi olan doğurganlık çağındaki 1000 kadın için 75,8’ den, 1957’de 1000’de
122’ye yükselmiş ve 1976’da ise, yeni bir en düşük seviye olan 1000’de 65,0’a
gerilemiştir. Bu nüfus patlamasına tüm etnik gruplar dahil olmuştur. Bu dönemlerde,
yıllık toplam doğum sayısı sırasıyla 2,3 milyon, 4,3 milyon ve 3,1 milyon olarak
gerçekleşmiştir. Benzer nüfus patlamaları diğer birçok sanayileşmiş ülkede
görülmüştür. Örneğin, Yeni Zelanda, Kanada ve İzlanda’da tepe noktasına ulaşan, hatta
ABD’den daha yüksek oranda nüfus patlamaları görülmesine rağmen, “baby boomer”
terimi en yaygın olarak, ilgili dönemde ABD’de doğanları işaret etmek için
kullanılmaktadır (Macunovich, 2000, s. 1).
Baby boomerların ortaya çıkış nedenleri ile ilgili çeşitli görüşler mevcuttur. Sosyal
bilimciler bu konuda birçok psikolojik ve sosyal neden öne sürmektedirler ve
çoğunlukla asıl nedenin, aile yapısında ki büyüme değil, çocuk sahibi olmamayı tercih
eden kadın sayısında ki keskin azalma olduğunu savunmaktadırlar. Bu bilim
adamlarının tezine göre, bu doğumların çoğu, ileri yaştaki kadınların Büyük Depresyon
ve II. Dünya Savaşı sırasında ertelemiş oldukları doğumlardı. Savaş sonrası eve dönen
askerlerle bağlantılı olan, 1946/1947 yıllarındaki ani doğum artışlarının büyük bölümü
de kadınların bu tercih değişimi tarafından açıklanabilmektedir. Buna ilave olarak,
kadınların işgücüne katılımının azalması bir neden olarak gösterilmektedir. 20 yıl süren
bu azalış döneminde, kadınlar aile kurmaya yönelmişlerdir. Savaş sonrası coşku ve 70
iyimserlik, cömert gıda yardımları gibi faktörler de nüfustaki artışın diğer nedenleri
arasında sayılmaktadır. Ancak bu teoriler, 1960’larda yaşanan doğurganlık azalışlarını
açıklamada yetersiz kalmaktadır. İktisatçılar, bebek sayısındaki artış ve azalışları
açıklamak amacıyla kendi içinde bütünlüğe sahip bir teori geliştirmeyi amaçlamışlardır.
Teorilerinin üç dayanak noktası bulunmaktadır: erkeklerin ücret düzeyi, kadınların ücret
düzeyi ve arzu edilen yaşam standartları. İktisatçılar, erkek ücreti yükseldikçe
doğurganlığın arttığını, kadın ücreti ve yaşam standartları yükseldikçe ise doğurganlığın
azaldığını varsaymaktadırlar. Kadın ücreti, çocuk bakımı için kadınların ayırdığı
zamanın bedeli, fırsat maliyeti olarak kabul edilmekte ve teoride önemli bir yer
tutmaktadır (Macunovich, 2000, s. 1-2).
Butz ve Ward (1979), 1950’lerde doğan bebek sayısındaki artışın erkeklerin
ücretindeki yükseliş ve kadınların ücretindeki düşüşten (kadınların savaş sırasında
işlerini kaybetmeleri nedeniyle) kaynaklandığını, yükselen kadın ücretlerinin ise
doğumlardaki azalmayı açıkladığını öne sürmüştür (Butz ve Ward, 1979Akt;
Macunovich, 2000, s. 3). Ne var ki, bu hipotezle ilgili veriler yetersizdir ve mevcut
veriler, hipotezi kısmen doğrulamaktadır. Easterlin(1987) ise, yaşam standartlarını
hipoteze ekleyerek, 1936 ve 1976 arasındaki doğurganlık dönemini, genç yetişkinlerin,
göreli çocuk sayısının teşvik ettiği göreli gelir değişikliklerine karşı demografik bir
düzenlemesi olarak görmektedir (Easterlin, 1987, Akt; Macunovich, 2000, s. 3).
3.2.3.2.Demografik Kazanç
Demografik geçiş esnasında, ölüm oranının azalmasından, doğurganlık azalışına
kadar geçen sürede hayatta kalan çocuk sayısının artması, bu çocukların yetişkinliğe
erişerek işgücüne katılmaları sonucunda çocuk bağımlılık oranının azalması, ekonomik
büyümeyi hızlandırabilecektir. Bu süreçte ortaya çıkan ekonomik getiri ise, o toplumun
ilk demografik kazancı olarak nitelendirilmektedir. Elbette, demografik kazanç otomatik
olarak gerçekleşmemektedir. Bunun için, çalışma çağındaki insanlara gerekli eğitim ve
beceriyi kazandırabilecek, onlara istihdam alanları açabilecek politikaları hayata
geçirebilecek kurumsal düzenlemelerin yapılması gereklidir. Demografik kazanç belli
bir sürede elde edilebilmektedir. Nüfus patlaması (baby boom) olarak isimlendirilen
kuşak, çalışma çağını geride bırakıp, emeklilik dönemine ulaşmadan, bu kuşağın
ekonomiye katkısını maksimuma çıkarabilmek bir kazanç elde edebilmek için şarttır.
Bu geçici zaman dönemi “ fırsat penceresi” olarak adlandırılmaktadır. Bu fırsat 71
penceresi gereği gibi değerlendirilmezse, demografik kazancın bir demografik felakete
dönüşmesi kaçınılmaz olacaktır. Çünkü, artan çalışma çağındaki nüfusa, gerekli eğitim
ve istihdam gibi olanaklar yaratılamazsa sonuç işsizlik gibi sosyo-ekonomik sorunlarla
karşılaşmak olabilecektir.
Bir ülke nüfusunun yaş bileşiminde meydana gelen değişimlerin altında demografik
geçiş yatmaktadır. Bu geçişin ilk aşaması yüksek doğum ve ölüm oranlarıyla
başlamaktadır. Sonrasında ölüm oranlarının azalması, hayatta kalan genç bireylerin
sayısını arttırmaktadır. Ölüm oranlarının azalması, tıp ve toplum sağlığı alanındaki
ilerlemelerle başlamış ve bu ilerlemeler, gelişmekte olan ülkelerde II. Dünya
Savaşından sonra hızlanmıştır ( Bloom vd. 2003, Akt; van der Ven ve Smits, 2011). Bir
sonraki aşamada ise, doğurganlık oranlarında çarpıcı bir düşüş görülür. Azalan
doğurganlık ölüm oranlarındaki düşüşe bir yanıt olarak gerçekleşmeye başlamaktadır.
Doğum sonrası hayatta kalan çocuk sayısı arttıkça, arzu edilen çocuk sayısına ulaşmak
için daha az doğum yapılmaktadır. Ölüm oranlarını azalması ile doğum oranlarının
azalması arasındaki gecikme nüfusun artmasıyla sonuçlanmaktadır. Demografik geçiş
nüfus artışının önce hızlanmasına, sonra yavaşlamasına ve sonunda sabit bir düzeye
ulaşmasına, yani dönüşümden önceki duruma dönmesine neden olmaktadır (van der
Ven ve Smits, 2011, s. 6).
Demografik fırsat penceresi, demografik geçiş süreci tarafından yaratılmaktadır.
Demografik pencere, çalışan nüfusun büyüdüğü, çocuk nüfusun azaldığı ve yaşlı
nüfusun ise hala az olduğu bir süreçtir. Sayıca az olan genç ve yaşlı grupların topluma
olan maliyetleri göreceli olarak küçük kalmakta, çalışan nüfusun büyük olmasıyla, kişi
başına üretimde artış fırsatı doğmaktadır. Fırsat penceresinden dolayı kişi başı üretimde
mümkün olan bu artış demografik kazanç olarak adlandırılmaktadır (Bloom ve
Williamson, 1998, Bloom vd. 2001, 2003, Mason, 2001, Akt; van der Ven ve Smits,
2011, s. 6). Son aşamada ise, nüfus yaşlanmaya başlar ve çalışan nüfusun oranı azalışa
geçerek demografik kazancı geçici bir olgu haline getirir (van der Ven ve Smits, 2011,
s. 6).
Doğum oranlarındaki düşüş, genç ve bağımlılık yaşlarındaki nüfusu azaltırken,
üretken işgücünü oluşturan yetişkinlerin sayısının göreceli olarak artmasına neden olur.
Bu durum, çalışan nüfusun bağımlı çocuk nüfusa oranının iyileşmesine, aileler
üzerindeki yükün daha az olmasına yol açar. Kore Cumhuriyeti, bu konuyla ilgili uygun
bir örnek teşkil etmektedir. 1960’ların ortalarında, Kore’de düşmeye başlayan doğum
oranları nedeniyle, temel eğitim ve öğretime kaydolanların sayısı azalmış ve önceleri bu 72
alana yapılan yatırımlar daha yüksek düzeyde eğitim için kullanılmaya başlanmıştır.
Kaynakların kullanımında meydana gelen bu değişiklik yüksek seviyedeki eğitim
kalitesini arttırmıştır. İki ülke: Kore Cumhuriyeti ve Nijerya, 2000 yılında farklı nüfus
dinamiklerinin gelişimine sahne olmuşlardır. Kore Cumhuriyetinde çalışma çağındaki
nüfus, toplam nüfus içinde daha büyük yer tutarken, Nijerya’da bağımlı nüfusun
fazlalığı öne çıkmaktadır (Ross, 2004, s. 1).
Tüm bu açıklamalara karşın, demografik kazanç sonsuza dek devam etmeyecektir.
Fırsat penceresinin bir zaman sınırı vardır. Zamanla, büyük sayıdaki yetişkin nüfus,
üretkenliğin azaldığı yaşlılık dönemine girdikçe ve doğurganlık azalışı nedeniyle
arkadan gelen genç nüfus azaldıkça, nüfusun yaş dağılımı tekrar değişecektir. Bu durum
görüldüğünde bağımlılık oranı tekrar yükselecek ve çocuklardan ziyade yaşlıların
ihtiyaçlarının karşılanması gerekecektir. Buna ilave olarak, demografik kazanç otomatik
olarak gerçekleşmemektedir. Doğurganlığın azaldığı yerlerde, nüfusun yarattığı baskı
azalırken, bazı ülkeler diğerlerinden daha fazla avantaj elde etmektedirler. Bazı ülkeler,
serbest kalan kaynaklardan yararlanmak ve bu kaynakları etkin olarak kullanmak için
harekete geçerlerken, bazıları bunu gerçekleştirememektedir. Daha sonra, zaman içinde
fırsat penceresi kapanacak ve demografik kazançtan yararlanamayan ülkeler yeni
sorunlarla karşılaşarak öncekinden daha güçsüz bir konuma geleceklerdir (Ross, 2004,
s. 2).
Lee ve Mason(2006) ve Bloom vd.(2003), nitelikli kurumların yokluğunda,
ülkelerin demografik geçişi demografik kazanca dönüştürmede etkin olmadıklarını
kabul etmişlerdir (Lee ve Mason, 2006, Akt; Bloom, Canning, Fink ve Finlay, 2007, s.
3). Kurumlar terimi, hukukun üstünlüğü, bürokrasinin etkinliği, yolsuzluk düzeyi, siyasi
özgürlük ve açıklık( siyasi, ticari ve ekonomik bakımdan) ve ifade özgürlüğü gibi
faktörleri kapsayan geniş bir kavramı ifade etmektedir. Ancak bu kavram, daha da
genişletilerek, altyapı (sağlık, eğitim ve ulaştırma), sendikalar ve işverenlerin kanunlarla
korunduğu muntazam bir emek piyasası gibi faktörleri içerecektir (Bloom vd. 2007, s.
3).
Doğru politik ortam sağlanmadığı takdirde, ülkeler değişen yaş yapılarına ayak
uydurmakta yavaş kalacaklar ve hatta yüksek bir ekonomik büyüme sağlama fırsatını
kaçırabileceklerdir. Çalışma yaşındaki nüfusun artması, iş fırsatlarındaki artışla
karşılanamazsa, artan işsizlik, yüksek suç oranı ve siyasi istikrarsızlık gibi olumsuz
sonuçlar kaçınılmaz olacaktır. Yaşlı insanların ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik
politikalar geliştirilemezse, bu insanların çoğu mahrumiyetle karşı karşıya kalacaktır. 73
Daha geniş, daha sağlıklı ve daha eğitimli bir işgücüne sahip olmak, ancak bu ilave
emek iş bulabildiği zaman ekonomik kazancın yaratılmasına katkıda bulunabilecektir.
Güçlü kurumlar, insanların ve piyasaların güvenini kazanarak, ülkelerin, demografik
geçişin potansiyel faydalarını elde etmelerine yardımcı olabilmektedir (Bloom vd. 2007,
s. 3-4).
Buraya kadar sözü edilen demografik kazanç kavramı, demografik geçiş sonunda
elde edilebilme şansı bulunan ve geçici nitelikteki “İlk Demografik Kazanç” olarak
adlandırılmaktadır. Ancak, “ikinci bir demografik kazanç” etmekte mümkündür:
Çalışma çağının ileri yaşlarında bulunan ve emeklilikle yüz yüze olan kişiler,
yaşlılıktaki gereksinmelerinin aileleri ya da hükümet tarafından karşılanacağı kesin
değilse, finansal birikim yapmak için kuvvetli bir güdüye sahip olacaklardır. Bu
birikimlerin ülke içinde ya da ülke dışında değerlendirilmesi milli gelirde artış meydana
gelecektir (Lee ve Mason, 2006, s. 16). Birinci demografik kazanç geçici bir bonus
sağlarken, ikinci demografik kazanç sürdürülebilir bir ekonomik büyümenin tetikçisi
olabilmektedir. (Lee ve Mason, 2006, s. 16).
Tablo 13’de belirli bölgelerde elde edilen birinci ve ikinci demografik kazançlar,
GSYİH’ nın etkin tüketici sayısına oranı şeklinde listelenmiştir. Etkin tüketici sayısı,
çeşitli yaş gruplarındaki ihtiyaç sahibi tüketicileri ifade etmektedir. Tabloda açıkça
görüleceği gibi, ikinci demografik kazanç, ilkinden daha büyüktür. Bu durum, ülkelerin,
yaşlı nüfusun yatırımlarının değerlendirilmesine yönelik kararlarının önemini
vurgulamaktadır. Bu politikalar, doğru şekilde ve doğru zamanda hayata geçirildiği
takdirde, demografik geçiş sürecinin sonunda ülkelerin karşı karşıya kalması kaçınılmaz
olan nüfus yaşlanması olgusu, bir sorun olmaktan çıkıp bir avantaja dünüşebilecektir.
Yakın bir gelecekte gelişmekte olan ülkelerin bazılarında da nüfus yaşlanması
görüleceğinden, söz konusu politika ve düzenlemelerin uygulmaya konulması bu
ülkeler içinde gereklidir. 74
Tablo 13
Birinci ve İkinci Demografik Kazançlar (GSYİH Artışına Katkı/ Etkin Tüketici Sayısı
Olarak, 1970-2000)
GERÇEK GSYİH
ARTIŞI/
BÖLGELER BİRİNCİ İKİNCİ TOPLAM
ETKİN TÜKETİCİ
SAYISI
Sanayileşmiş Ekonomiler 0,34 0,69 1,03 2,25
Doğu ve Güneydoğu Asya 0,59 1,31 1,9 4,32
GüneyAsya 0,1 0,69 0,79 1,88
Latin Amerika 0,62 1,08 1,7 0,94
Sahra-altı Afrika -0,09 0,17 0,08 0,06
Orta Doğu ve KuzeyAfrika 0,51 0,7 1,21 1,1
Geçiş Ekonomileri 0,24 0,57 0,81 0,63
Pasifik Adaları 0,58 1,15 1,73 0,93
Kaynak: Mason, 2005, s. 96
3.3.Gelişmekte Olan Ülkelerde Demografik Geçiş
Son yüzyıl boyunca, neredeyse tüm ülkeler demografik geçiş sürecinde hızlı bir
ilerleme kaydetmişlerdir ve bu ilerlemenin yansıması ise azalan ölüm ve doğum oranları
şeklinde görülmektedir. Ölüm oranlarındaki azalmanın, doğurganlık azalışından önce
gerçekleşmesi hızlı bir nüfus artışına neden olmuştur. Dünya nüfusu, 1990 yılında 1,6
milyarken, 1950’de 2,5 milyara ve 20. asrın sonunda 6,1 milyara ulaşmıştır.
Sanayileşmiş ülkeler (Kuzey ülkeleri) aslında demografik geçişi tamamlamış
bulunmaktadırlar ve göçlerin etkisinin de hesaba katılmasına rağmen bu ülkelerde yıllık
nüfus artışı yüzde birin altında geçekleşmektedir. Buna karşın, gelişmekte olan ülkelerin
çoğunda (Güney ülkeleri), doğurganlığın son on yıllarda önemli ölçüde azalmış
olmasına rağmen, nüfus artışı yüksek bir hızda devam etmektedir. Dünya Bankası ve
Birleşmiş Milletler tarafından yapılan hesaplamalarda, 21. yüzyılın sonunda neredeyse
tüm ülkelerin demografik geçişi tamamlayacağı ön görülmektedir. Gelişmekte olan
ülkelerde, doğurganlık oranlarında kaydedilen önemli düşüşlere rağmen, nüfus hızla
artmaya devam etmektedir. Birleşmiş Milletlerin tahminine göre dünya nüfusu 2050’de
yaklaşık olarak dokuz milyara ulaşacaktır. Nüfus artışının neredeyse tamamı güneyin az
gelişmiş ülkelerinde gerçekleşirken, kuzeyin sanayileşmiş ülkelerinde nüfus artış hızının
bugünkü düzeylerinde olacağı tahmin edilmektedir. Ülke ve bölge düzeyinde, bu asır
içinde görülecek nüfus değişiklikleri farklılıklar göstermektedir. Bazı Afrika ve Asya 75
ülkelerinde nüfusun üç kattan fazla artması beklenirken, kuzeydeki ülkelerde nüfusun
azalacağı tahmin edilmektedir (Bongaarts ve Bulatao, 1999, s. 515).
Gelişmekte olan ülkelerle ilgili bir diğer dikkat çekici nokta, özellikle son 50 yılda,
bazı az gelişmiş ülkelerin demografik geçiş sürecini yaşamalarına rağmen, bazılarının
ise hala bu sürece neredeyse başlamamış olmalarıdır. Gelişmekte olan ülkeler arasında
bu bakımdan en dikkat çekici farklılık Doğu Asya ve Sahra-altı Afrika ülkeleri
arasındadır. 1950’ler ve 1960’larda, birçok araştırmacı, bu bölgeleri kalkınma düzeyi ve
beklentileri bakımından benzer olarak görmekteydi. Böyle bir kıyaslama doğal olarak
netlikten uzak kalmaktadır. Kıyaslamanın alanının daraltılması, konuya daha iyi
odaklanmaya yardımcı olacaktır. Her iki bölgeden birer ülke belirlenerek, karşılıklı bir
kıyaslamaya gidildiğinde, iki bölgenin de sürece benzer koşullarda başladığı ancak
sonraları aralarında farklılıklar ortaya çıktığı görülebilmektedir Tayland ve Gana bu
konuda tipik birer örnek olarak kabul edilebilirler. 1960’larda iki ülke birbirine yakın
reel gelire sahiplerdi. 2000 yılına gelindiğinde, Tayland’ın reel gelir düzeyi yaklaşık altı
kat artarken, Gana neredeyse hiç gelişme gösterememiştir. İki ülke de yaşam sürelerinde
artış kaydederken, Tayland önemli bir avantaj sağlamıştır; 1960’larda kadın başına
doğum sayısı her iki ülkede altı civarındayken, 2000’de bu sayı Tayland’da 1,8,
Gana’da ise dörttür (McNicoll, 2011, s. 191).
Demografik geçişin mümkün kıldığı potansiyel demografik kazançtan en başarılı
şekilde yararlananlar Doğu Asya ülkeleridir. Latin Amerika daha az çarpıcı bir
dönüşüm geçirmiş ve bu konuda Doğu Asya’nın gerisinde kalmıştır. Orta Doğu ve
Kuzey Afrika geçişin henüz ilk safhalarındayken, Sahra-altı Afrika’nın birçok
bölümünde geçiş hala başlamamıştır ve geleneksel olarak yüksek olan doğum
oranlarında neredeyse hiç azalma görülmemektedir (Bloom, Canning ve Sevilla, 2001,
s. 27).
Bu farklılıkların daha net bir şekilde ortaya konulabilmesi için gelişmekte olan
ülkelerin, demografik geçişi ne derece yaşadıklarının temel bölgeler bakımından
açıklanması yararlı olacaktır.
3.3.1.Sahra-altı Afrika’da Demografik Geçiş
Bölge hala tipik demografik geçiş sürecini yaşamamaktadır. Ölüm oranları
azalırken (çocuk ölüm oranı 1960-2000 arasında % 43 azalmıştır), doğurganlıkta aynı
azalış gerçekleşmemiştir (aynı dönemde doğurganlık oranı % 19). Bağımlılık oranı76
dünyanın diğer ülkelerinin aksine yükselmiştir. Çalışan nüfus oranı diğer ülkelere
kıyasla oldukça düşük kalmaktadır ve HIV/AIDS çalışma çağındaki nüfusta önemli
kayıplara yol açmaktadır ve bölge ülkelerinin, ilgili dönemde, elde edeceği bir
demografik kazanç söz konusu olmamaktadır. Nüfus bilimciler Sahra-altı Afrika’nın bir
doğurganlık geçişi yaşayacağı konusunda hemfikir görünürken, bu geçişin
zamanlaması, yüksek doğurganlığın nedenleri ve devlet/devlet dışı organizasyonların ne
gibi müdahalelerde bulunabileceği gibi konular tartışılmaya devam etmektedir. Yüksek
doğurganlık oranı, bölgenin yavaş işleyen demografik geçiş sürecinin ve büyük
orandaki nüfus artışının temel nedenidir. 1960’ların verilerine göre diğer gelişmekte
olan bölgelerle karşılaştırıldığında, Sahra-altı Afrika’nın başlangıç noktası biraz daha
yüksek bir doğurganlık oranıydı (kadın başına 6,7 çocuk). 1990’ların ortalarında,
doğurganlık oranı kadın başına, Latin Amerika’da 3,0, Orta ve Güney Asya’da 3,8 ve
Doğu Asya’da 2,2 çocuğa gerilemiştir. Aynı dönemde, bu bölgelerin hepsinde,
doğurganlık çağındaki kadınların doğum kontrol araç ve yöntemlerinden yararlanma
oranları Doğu Asya’da %13’ten %80’e, Latin Amerika’da %14’ten %67’ye
yükselirken, Sahra-altı Afrika’da yükseliş %5-%18 olarak gerçekleşmiştir ve
doğurganlık kadın başına sadece 5,7’ye düşmüştür (Bloom vd. 2001, s. 41-42). Bu
açıklamaların ışığında, Sahra-altı Afrika’nın, demografik geçiş sürecinde oldukça
gerilerde kaldığını söylemek mümkündür.
Tablo 14
Sahra-altı Afrika ve Latin Amerika için Temel Demografik Göstergeler
Güney Amerika(1965-1999) Sahra-altı Afrika(2005-2009)
Çocuk Ölüm Oranı 94,2 93,3
Toplam Ölüm Oranı 5,2 5,1
Çocuk Bağımlılık Oranı 0,77 0,8
Yaşam Süresi 58,5 50
Nüfus Artış Oranı 2,47 2,39
Kaynak: Malmberg, 2008, s. 30
Tablo 14 ve Şekil 4 incelendiğinde, Güney Amerika ile Sahra-altı Afrika arasında,
demografik geçiş aşamaları açısından birkaç on yıl bulunduğu görülmektedir. Güney
Amerika’nın 1965-1999 yıllarındaki demografik geçiş aşamasına, Sahra-altı Afrika
ancak 2005-2009 yıllarında ulaşabilmiştir. 77
Şekil 4. Sahra-altı Afrika ve Latin Amerika için temel demografik göstergeler
Kaynak: Malmberg, 2008, s. 30’dan derlenmiştir.
Sahra-altı Afrika’da görülen yüksek doğurganlığın nedenleri çeşitlidir. Kısıtlı
finansal altyapı ve kırsal alanların sunduğu yetersiz tasarruf olanakları, çocukların, aile
büyükleri ve ebeveynlerin yaşlılıklarında bir güvence olarak görülmelerine neden
olmaktadır ve çocuklar hala temel işgücü kaynağı durumundadırlar. Tıbbi gelişmelere
rağmen bulaşıcı hastalıklar yaygındır. İstenilen aile boyutuna ulaşmak için çok çocuk
sahibi olmayı teşvik eden kültürel normlar ve politikalar oldukça yavaş değişmektedir.
Son 30 yılda süregelen yıkıcı savaşlar, sadece asker ve sivilleri öldürmek ya da
yaralamakla kalmayıp, altyapı ve sosyal yapıları da tahrip ederek toplum sağlığını
olumsuz etkilemektedir. Örneğin Mozambik’te ortalama yaşam süresi 2001 yılında 38
yıla kadar gerilemiştir. Sahra-altı Afrika’nın ciddi sorunlarından birisi de, virüs yoluyla
bulaşan hastalıkların yaygınlığıdır. Sıtma ve HIV en çok ölümlere yol açan iki
hastalıktır. HIV/AIDS’in çalışma çağındaki insan nüfusunu azaltması bölgenin
ekonomik gelişmesini baltalamaktadır (Bloom vd. 2001, s. 42).
3.3.2.Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da Demografik Geçiş
Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri, göreceli olarak, demografik geçişin ilk
safhalarında yer almaktadırlar ve yüksek bir yaşam süresi düzeyine ulaşmış
durumdadırlar. Bölge’de ortalama yaşam süresi 65 yıldır (2001). Bununla birlikte, 2001
yılı verilerine göre doğurganlık oranı kadın başına 4,0 çocuk sayısıyla hala yüksektir ve
0
10
20
30
40
50
60
70
80
90
100
GüneyAmerika(1965-
1999)
Sahra-altı Afrika(2005-
2009)78
bu bakımdan bölge, Sahra-altı Afrika’nın ardından ikinci durumdadır. Bölge, 2000
yılına gelindiğinde, son 20 yıl boyunca sağlıklı bir ekonomik büyüme kaydetmiş
görünmekteydi ve bu büyüme, çalışma yaşındaki nüfusun artmasına bağlanmaktadır.
1965-1990 yılları arasında Mısır’ın kişi başı gelirde sağladığı artışın altıda biri
demografik geçişe bağlanmıştır (Bloom vd. 2001, s. 39). Tablo 15’e bakıldığında, bölge
ülkelerinde çalışma çağındaki nüfusun giderek artış gösterdiği görülmektedir. Bu artış,
bölge için bir ekonomik büyüme potansiyeli teşkil etmektedir.
Tablo 15
Belirli Bölgelere Göre Nüfusun Yaş Dağılımı, 1970, 2000, 2015
Çalışma Yaşındaki Nüfus Demografik Kazanç 1
(%) (Yıllık)
TEMEL BÖLGELER 1970 2000 2015 1970-2000 2000-2015
Dünya 57,1 63,2 66,7 0,34 0,36
AB(15 ülke) 63,2 67 66 0,19 -0,12
Orta Doğu Ülkeleri 51,6 57,2 62,3 0,36 0,56
Arap Ülkeleri 51,6 58,4 62,3 0,41 0,44
PAI( Pakistan, Afganistan ve İran) 51,5 56 62,5 0,28 0,73
Kaynak, Dünya Bankası 1999, Akt; Dhonte, Bhattacharya ve Yousef, 2000, s. 18
Bununla birlikte, doğurganlık oranlarında düşüş sağlanamazsa, çalışan nüfusun
bağımlı nüfusa oranında gözle görülür bir değişme olamayacaktır ve bölge dikkate
değer bir ekonomik büyüme olmaksızın bir nüfus artışıyla karşı karşıya kalacaktır. Orta
Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin demografik kazanç elde edip edemeyeceklerini
belirleyecek olan uygulanacak politikalardır. Eğitim ve istihdamı destekleyici politikalar
kadar küresel ticarete açıklıkta bölgenin baby-boom kuşağının artan işgücü yoluyla
istihdama katılmasında yarar sağlayabilecektir (Bloom vd. 2001, s. 40).
Bölgenin özelleştirme ve finansal reform alanlarında gösterdiği gelişmeler, piyasa
ekonomisi için elverişli bir ortam yaratmıştır. Ancak, birçok bölge ülkesinde, aşırı
değerli kur, sübvanse edilen faiz oranları ve enerji fiyatları, sermaye ve enerji
maliyetlerinin emek maliyetine oranla daha düşük kalmasına neden olmaktadır. Orta
Doğu’da daha yüksek oranda ekonomik büyümenin sağlanması mümkündür, ancak
piyasa temelli bir ekonomi için etkin hükümet desteği ve daha da önemlisi, mülkiyet
haklarının daha iyi tanımlanması ve korunması şarttır (Dhonte, Bhattacharya ve
Youssef, 2000,s. 16). 79
3.3.3.Latin Amerika’da Demografik Geçiş
Latin Amerika, bölge için önemli fırsatları ve riskleri beraberinde getiren önemli bir
demografik dönüşüm süreciyle karşı karşıya bulunmaktadır. Bölge dünya nüfusunun %
8,4’ünü barındırmaktadır. Bölgenin nüfus artış hızı 1980’lerden itibaren dikkat çekici
bir şekilde azalmaya başlamıştır. Buna ilave olarak, bölge ülkelerinde doğurganlık
oranlarında ve genç nüfus bağımlılık oranlarında dikkat çekici düşüşler yaşanırken,
ortalama yaşam sürelerinde ve yaşlı nüfus bağımlılık oranında yükselişler
yaşanmaktadır. Bununla birlikte, bu ülkelerde, doğumda yaşam beklentisi, 65 yaşında
yaşam beklentisi, genç nüfus ve yaşlı nüfus bağımlılık oranları gibi göstergelerin
düzeyi, değişimleri ve gidişatları bakımından oldukça farklılık göstermektedirler (Credit
Suisse, 2011, s. 1).
Geçmiş dönemlerde Latin Amerika, olumlu demografik gelişmelerin sağladığı
potansiyelden gerektiği gibi yararlanamamıştır. Günümüzde, sahip olduğu genç ve
çalışma çağındaki nüfus, bölgeye 2025 yılına kadar yararlanabileceği bir fırsat penceresi
açmış bulunmaktadır. Bundan dolayı, bu demografik bonustan yararlanabilmesi için
Latin Amerika’nın emek piyasaları, eğitim, sağlık alanlarında daha iyi politikalar
uygulaması gereklidir (Credit Suisse, 2011, s. 1).
Tablo 16, Latin Amerika’nın, birinci demografik kazançtan henüz gerektiği gibi
yararlanamadığını, bununla birlikte, ikinci demografik dönüşümün getirisinin,
birinciden yüksek olduğunu gözler önüne sermektedir.
Tablo 16
Demografik Kazançlar (GSYİH’ya Katkıları/Tüketici Sayısı)
BİRİNCİ İKİNCİ TOPLAM
DEMOGRAFİK DEMOGRAFİK KAZANÇ
ÜLKE KAZANÇ KAZANÇ
Arjantin -0,16 0,49 0,32
Brezilya 0,64 1,3 1,94
Şili 0,67 1,25 1,92
Kolombiya 0,83 1,27 2,1
Meksika 0,75 1,07 1,82
Venezuela 0,66 1,4 2,06
Kaynak: Mason, 2005 ve Credit Suisse, 2010, Akt; Credit Suisse, 2011, s. 8 80
Latin Amerika’nın 1970’ten bu yana geçirdiği demografik değişimler ekonomik
büyüme için olumlu olmakla birlikte, büyüme henüz Doğu Asya mucizesini
yakalayacak düzeyde değildir. Doğu Asya, 1975-1995 döneminde kişi başı gelirde yılda
%6,8 büyüme yaşarken, aynı dönemde Latin Amerika için büyüme oranı sadece %0,7
olarak gerçekleşmiştir. Latin Amerika’nın gelişmesine engel teşkil eden faktörlerle ilgili
birçok tartışma mevcut olmakla birlikte, ortak görüş temel nedenin politik faktörlerden
kaynaklandığıdır. 20.Yüzyılın büyük bölümünde Latin Amerika’nın çoğu askeri
rejimlerce yönetilmekteydi. 1978 ve 1990 yılları arasında 15 ülke bu tür rejimleri terk
ederek demokrasiye geçişe yönelik adımlar atmışlardır. 1980’lerde ve 1990’larda
Washington Konsensusunun kabulü ile bölgede ekonomik olarak da önemli adımlar
atılmıştır. 1965 ve 1990 arasında Latin Amerika büyük ölçüde dış dünya ekonomisine
kapalı durumdaydı. 1980’de bölgenin sadece % 12’si ekonomik olarak açık
durumdaydı. Yapılan analizler göstermiştir ki, kapalı ekonomi koşulları altında, çalışma
yaşındaki nüfusu, toplam nüfusundan %1,5 fazla artarak, yılda % 3 oranında artan bir
ülke ekonomisi yılda %0,5 büyüyecektir. Ancak, ekonominin dışa açık olduğu
varsayıldığında, aynı ülke ekonomisi yılda %1,5 büyüyecektir (Bloom vd. 2000, Akt;
Bloom vd. 2001, s. 37). Bu konuyla ilgili, geçmişe yönelik bir analiz göstermiştir ki,
1965 ve 1985 yılları arasında tüm bölge ekonomisinin dışa açık olmuş olması halinde,
Latin Amerika’nın aynı dönemde ekonomik büyümesi %0,9 daha fazla olacaktı ve bu
rakam her yıl ikiye katlanacaktı (Bloom vd,2001, s. 37-38).
Bununla birlikte, bölge için umut ve beklentilerde iyiye gidiş görülmektedir 1990-
1995 arasında bölgenin %70’i, güçlü reformların sonucunda ekonomik olarak dışa
açılmıştır. Uygun ve etkin olmayan politikalara devam edilmesi, baby-boom kuşağının
daha çok bir yük haline gelmesine ve sosyal dokunun tahrip olmansa neden olabilirdi.
Ancak bölge için demografik yarar elde etme şansı hala kaybolmuş değildir. Ancak bu
yararın elde edilmesi akılcı ve etkin politikalar uygulamasına bağlıdır( Bloom vd. 2001,
s. 38-39). Aksi takdirde, Latin Amerika, fırsat penceresini demografik bir kazanca
dönüştürmek yerine, işsizlik başta olmak üzere birçok sosyo-ekonomik sorunla yüz
yüze kalacaktır.
3.3.4.Doğu ve Güney Asya’da Demografik Geçiş
1950’den bu yana Asya, dikkat çekici bir demografik geçişe sahne olmuştur. Bu
geçiş süreci, nüfusun büyüme oranının, ölüm ve doğum sayılarının yanı sıra, çevre, 81
okullaşma, kadınların toplumsal konumu ve sosyal güvenlik gibi alanlarda da etkilere
sahiptir. Demografik geçiş tüm Asya’da devam etmekle birlikte, başlangıç, hız ve
mevcut statüsü bakımından ülkeler arasında ve ülkelerin kendi içlerinde büyük
farklılıklar bulunmaktadır. Bunun bir sonucu olarak 1950’lerde birbirine oldukça
benzeyen ulusal demografik profiller günümüzde büyük ölçüde farklılaşmış bulunmakta
ve Tablo 17’deki gibi bu profiller birbirinden farklı üç bölgesel kümeye ayrılmaktadır;
Güney Asya, Güneydoğu Asya ve Doğu Asya.
Tablo 17
Asya’da Bölgelere Göre Demografik Özellikler
BÖLGE BELİRGİN ÖZELLİKLER
GüneyAsya Yüksek nüfus artışı ve yüksek doğurganlık
Güneydoğu Asya Orta düzey nüfus artışı ve orta düzey doğurganlık
Doğu Asya Düşük nüfus artışı ve düşük doğurganlık
Kaynak: Hossain, Cassen ve Dyson, 2006, s. 1
Asya’nın nüfusu yıllık olarak %1,1 düzeyinde artmaktadır. Bu rakam düşük gibi
görünmekle birlikte, son 50 yılın çok daha yüksek oranlarının üzerine ilave olarak
gerçekleşmekte ve kıtanın zaten fazla olan nüfusu da göz önüne alındığında, 2025
yılında 757 milyon kişinin bu nüfusa ekleneceği tahmin edilmektedir. Artış sadece
büyük rakamlarla gerçekleşmekle kalmayıp, Asya’nın üç temel bölgesi arasında eşitsiz
olarak dağılmaktadır. Son yarım asra bakıldığında, Hindistan nüfusunu üçe katlandığı,
buna karşın, Çin’in nüfusun iki kattan biraz daha fazla arttığı gözlemlenmektedir.
Gelecek 20 yıl içerisinde, iki ülke nüfus artış oranları arasındaki farkın daha da
büyümesi muhtemeldir. Bu sürede Hindistan nüfusunun %27 artması beklenirken, Çin
için tahminler % 10’dur (Hossain vd. 2006, s. 79-80).Doğu
Hindistan’da ülke içi demografik farklılıklar, ülkeler arasında olduğu kadar
belirgindir. Güneydeki büyük eyaletler (Andhra Pradesh, Karnataka, Kerala,
Maharashtra ve Tamil Nadu), büyük ve çok nüfuslu kuzey ve doğu eyaletlerine
(özellikle Bihar, Madhya Pradesh, Rajasthan ve Uttar Pradesh) oranla demografik geçiş
sürecinde belki de yirmi yıl ileridedirler ve muhtemelen gelecekte de öyle olacaklaradır.
Ölüm oranlarında ve doğurganlık davranışlarında değişiklikler, özellikle yoğun nüfuslu
ve denizden uzak yoksul kuzey eyaletleri olan Bihar ve Uttar Pradesh’te oldukça yavaş
olarak gerçekleşmektedir. Ülke içi demografik farklılıklar Çin içinde geçerli olmakla 82
birlikte, bu farklılıklar bu ülkede daha az belirgindir ve eyaletler ve bölgeler arasından
daha çok kırsal ve şehirsel alanlar arasında görülmektedir (Hossain vd. 2006, s. 79).
Asya’nın demografik geçişinde, Doğu Asya’nın yaşadığı süreç özellikle dikkat
çekicidir. Demografik geçiş ve demografik kazancın yakın geçmişindeki en ilgi
uyandıran örnek olarak “Doğu Asya Ekonomik Mucizesi” verilebilir. 50 ile 75 yıl
arasında gerçekleşen Doğu Asya demografik geçişi, tarihte görülen hızlı demografik
geçiştir. Modern demografik geçişlerin daha hızlı olmasının nedeni, bu ülkelerin diğer
ülkeler tarafından geliştirilen bilgi, teknoloji ve deneyimden yararlanmalarıdır ( Bloom
vd. 2001, s. 25).
On yıllar boyunca, Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinde, olağanüstü bir ekonomik
büyüme ve yoksulluk azalışı şeklinde kendini gösteren “Doğu Asya Mucizesi”,
kalkınmada başarıya ulaşmada bir “Altın Standart” kabul edilmektedir. Bu mucize,
aynı zamanda sosyal gelişmeyi, özellikle ülke demografik yapılarının hızlı doğum ve
ölüm oranlarından daha düşük oranlara doğru dönüşümünün sağlanması ve evrensel
düzeye yakın olan birincil eğitime ilave olarak ikincil eğitimin güçlü bir şekilde
genişletilmesini gerektirmektedir. (McNicoll, 2006, s. 3).
Doğu Asya demografik geçişi, bölgenin olağanüstü ekonomik büyümesinde etkili
olan kilit faktördür. 1965-1990 arasında kişi başı gelir yıllık %6’dan fazla artmıştır.
1960’ların sonlarındaki bu olağandışı büyümenin nedenlerinden birisi, nüfus patlaması
kuşağının işgücüne katılarak, nüfus içinde çalışanların bağımlı nüfusa oranını çalışanlar
lehine değiştirmesidir. İyi bir eğitim sistemi ve ticari liberalleşme neticesinde bu kuşak
iş piyasasına ve kazançlı istihdam olanaklarına dahil olmuş, bu şekilde bölgenin üretim
kapasitesi artmıştır. 1965-1990 arasında, bölgedeki çalışma yaşındaki nüfus, bağımlı
nüfustan dört kata daha fazla artmıştır. Nüfustaki bu değişim, gelir düzeyini arttırmış,
gelir artışı nüfus artışını yavaşlatmıştır. Ebeveynlerin daha az çocuk sahibi olmaya
başlamaları yüksek tasarruf oranların gerçekleştirilmesinde bir etken olmuştur (Bloom
vd. 2001, s. 26-27).
Görülmektedir ki, çalışma çağındaki nüfus artışının, uygun politikalarla
desteklenerek değerlendirilmesi sayesinde, fırsat penceresi ekonomik büyümeye
dönüştürülebilmiş ve Doğu Asya, diğer gelişmekte olan ülkeler için örnek bir model
olarak kabul edilmiştir. Doğu Asya, çalışma çağındaki nüfus artışını eğitim ve istihdam
olanakları yaratarak ekonomik büyümeye dönüştürebilmeyi başarmıştır.