1952–1953 YILLARI ARASINDA YENİ İSTANBUL GAZETESİ’NDE YAYINLANAN “BÜYÜK KARDEŞİM ATATÜRK” BAŞLIKLI YAZI DİZİSİ
--------------------------------------------------------------------------------
Kimin tarafından kaleme alındığı belirtilmeksizin “Büyük Kardeşim Atatürk” başlığı ile 1 Kasım 1952 – 22 Mart 1953 tarihleri arasında Dünya Gazetesi’nde 141 gün süre ile yayınlanan bu röportaj, Makbule Hanım’la yapılan konuşmaların en uzununu oluşturmaktadır. Makbule Hanım bu yazı dizisinde, kendi anılarının yanı sıra, babası, kardeşleri, akrabaları hakkında annesinden dinlediklerine de bölüm bölüm, kendi anıları arasında yer vermektedir. Atatürk’e en yakın bir insanın gözü ve üslubuyla onun çocukluğu, gençliği, Selânik ve Manastır’daki öğrenim yıllarından anısal kesitler sunan bu uzun söyleşinin içeriği hakkında bir fikir vermek üzere, söz konusu yazı dizisinden bazı bölümler sunuyoruz:
--------------------------------------------------------------------------------
Büyük Kardeşim Atatürk
Büyük kardeşimle ilgili hatıraları derleyerek anlatmaya çalışırken annemin söylediklerine de önemli bir yer ayırmak zorundayım. Çünkü büyük kardeşimin ilk çocukluğunu bilmiyorum. Nerden bileceğim; o zamanlarda ben dünyada yokmuşum zaten. Daha sonraki zamanları çok iyi hatırlıyorum. Hepsi de fotoğraf gibi beynime yerleşmiş.. Onun için, boş kalan yerleri annemin anlattıkları ile tamamlamak lâzım.
Selânik’in 20 kilometre kuzey-doğusunda banyolarıyla, şifalı sularıyla tanınmış küçük bir kasaba vardır: Langaza. Bu kasabada her yıl kurulan Paşa Panayırı’na her taraftan alıcılar gelir, pehlivanlar güreştirilir ve hediyeler dağıtılırdı. Ana tarafından buralıyız biz. Büyük babam Varyemez oğullarından Ahmet İbrahim Efendi, kasabanın eski yerlilerinden ve zenginlerindendir. Üç tane çiftliği var.. Langaza kasabasındaki çiftlik faaliyetlerinin ağırlık noktalarından biri, hayvan yetiştirimi idi. Bunun yanında ipekçilik, tütüncülük de yapılıyordu. Büyük babam Varyemez Ahmet İbrahim Efendi, daha çok hayvan yetiştirmek işine önem veriyormuş..
Kasabanın bir kısım Türk halkına Yürük denilirdi. Kasabadaki köylerin çoğu da yürük köyleri idi. Mavi ve yeşil gözlü sarışın köylüler her hafta Langaza pazarına gelirler ve getirdiklerini sattıktan sonra heybelerini doldurarak gün batarken dönerlerdi. Biraz büyüyüp de Vardar boyundaki kasabaları dolaştığımız zaman Langaza köylülerine çok benzeyen insanlarla karşılaşmıştım. Onların da çoğu sarışındı. Giyinişleri de başka türlü değildi.
Bir gün bu köylülerden söz açılınca büyük kardeşim anlatmıştı: Yürük, yürümekten gelirmiş meğer.. Yürükler Bizanslılar zamanında Vardar boylarına yerleşmişlermiş. Vardar, eskiden beri bir Türk ırmağı imiş.. Buralarda, yabancı sözleri hiç denecek kadar az, temiz bir Türkçe konuşulurmuş.. Büyük kardeşimin belirttiğine göre, Varyemez oğulları, bu Türk’lerdendir. Osmanlı ordusu Rumeli’ye yayılınca, Vardar Türkleri büyük bir rol oynamışlarmış..
Annem, o zamanlardan kalma el işlerini, arkada kalmış bir dünyayı kısa bir zaman için diriltmek ister gibi bize gösterirken büyük kardeşimle birlikte hayranlık duyardık. Ne nefis şeylerdi onlar yarabbi.. Çok iyi hatırlıyorum, bir gün annem büyük kardeşime demişti ki: “Mustafa, senin için saklıyorum bunları.. Bir büyü de..” Ondan sonra yeşil gözlerini, enginlere benzeyen bir şefkatle bana çevirmiş ve şöyle seslenmişti: “Sen henüz çok küçüksün yavrum.Hiç üzülme.. Sana da sandıkta sakladığım şeyler var..”Annemin bu bakışları ne kadar sık gözümün önünde dolaşıyor. Ben onları nasıl unutabilirim. Sizi, bu kadar uzak bir zamana götürmek isteyişimi sebepsiz sanmayınız. Annemin yaşadığı dünya, üstünkörü bilinmezse ne Mustafa anlaşılır, ne de çok daha sonra, ondan doğan şahsiyet, Atatürk…
Babam Ali Rıza Bey, Selânik yerlilerindendir. Çok uzak dedelerinin Vidin’den ayrılarak Serez’de yerleştiklerini ve oradan da Selânik’e geldiklerini söylerler. Ben de başkaları gibi işitmişimdir bunu.. Doğru mudur, yanlış mıdır, bilmiyorum. Hatta araştırmak, sormak bile aklımdan geçmedi. Söz kesilmeden önce, büyük annemle büyük babamın yaptıkları soruşturmalar pürüzsüz.. Ali Rıza Bey’e karşı hiç kimsenin bir diyeceği yok.. Nihayet, babamın sabırsızlıkla beklediği karar veriliyor. Hatice Halama haber gönderilirken, Hüseyin dayım da babama müjdeyi yetiştiriyor.. Düğün hazırlıklarına başlamak sırası gelmiştir artık…
Hiç unutmam bir kış gecesi, büyük kardeşim sobaya birkaç odun attıktan sonra mindere oturmuş ve kitaplarını karıştırmaya başlamıştı. Annem sordu: “Ne okuyorsun oğlum?” Büyük kardeşim hemen cevap verdi: “Tarih.. Plevne muharebeleri, Osman Paşa..”
Annem bir şey söylemedi ve derin düşüncelere daldı. Ve sonra yerinden kalkarak büyük kardeşimin saçlarını okşadı, okşadı: “İnşallah sen de onun gibi olursun Mustafa’m!” dedi.
Gözleri yaşlar içindeydi annemin.. Belki, bu büyük Türk kahramanının Ruslarla güreştiği günleri hatırlamıştı. O yılın şiddetli kışını kim unutabilir? Askerine örnek olmak için karakışta çadırda oturan Osman Paşa’yı kim unutabilir? Osman Paşa, o zaman, en son ümittir. Büyük kardeşim, kitabını mindere bıraktı: “Büyük bir paşa o, anne! Fakat bahtsız bir paşa.. Dilediği gibi iş göremeyen bir paşa.. Bir paşanın eli, ayağı bağlı olursa iş göremez, anne.. Bu kitapta yazıyor.. Tuna boyundaki ordumuzu İstanbul Sarayı idare etmiş ve ordumuz da onun için yenilmiş.. Ben kendi ordumu kendim idare edeceksem paşa olurum, anne.. Kuru paşalıktan ne çıkar? Maksat vatana hizmet!”
Bir gün Mustafa, okuldan dönmüştür. Merdivenleri çıkarken Hüseyin dayımla karşılaşıyor. Evde olağanüstü bir sessizlik var. Annem yukarıdan gözleri kızarmış, yorgun ve bitkin iniyor. Söz söylemeye bile kudreti yok.. Mustafa’ya eliyle işaret ediyor. Büyük kardeşim donmuş gibidir. Şaşkın şaşkın bakarak soruyor: “Babam? Öldü mü?” Annem hıçkırıklarını tutamıyor. Mustafa’nın rengi soluyor ve sonra annesine sarılarak: “Sen ağlama anne! Ölümü durdurmak kimsenin elinde değil! Bak, ben varım anne, ben oğlun..