Örneğin bir bardak suyumuz olduğunu ve bunun içine bir damla mürekkep damlatıp gözlediğimizi düşünelim ve içeride neler olduğunu hayal etmeye çalışalım: mürekkep molekülleri başlangıçta kısa bir süre bir arada bekleştikten sonra su içine dağılmaya başlayacaklardır çünkü kendilerine çarpan su molekülleri tarafından değişik yönlere saçılırlar.
Şimdi olağanüstü bir bilgisayarın sistemin bütün mümkün durumlarını sayabildiğini düşünün. Sistemin bir durumu denildiğinde anlamamız gereken şey örneğin bir molekülün belirli bir koordinata ve belirli bir hıza; bir başka molekülün bir başka belirli koordinata ve hıza vs vs... sahip olduğu bir konfigurasyondur. Bardaktaki mürekkep örneğimizde bu tür durumların sayısının çok çok (hatta hayal edebileceğimizden de çok) fazla olduğu açıktır, ama neyse ki bu durumları saymak gibi bir ihtiyaç içinde değiliz zira bunların çok büyük bir kısmı mürekkebin moleküllerinin bardak içinde oraya buraya rasgele dağıldığı, düzensiz, yani yüksek entropili durumlara karşılık gelirler. Bizim için bunların hepsi homojen durumlardır çunku biz karışıma baktığımızda o molekülün burda, bir başkasının şurda olmasına aldırmadan, mürekkebin homojen olarak dağıldığını söyler geçeriz. Yani olağanüstü sayıda farklı mikroskopik durum tek bir makroskobik duruma, yani homojen duruma karşılık gelir.
Esasında suya her mürekkep damlatışımızda, mürekkebin dağılmasının nedeni budur. Homojen bir makroskobik duruma karşılık gelen mikroskobik durumların sayısının fazlalığı onun olasılığını arttırır. Çünkü istatistik fizik yasaları bir makroskobik durumun olasılığının, ona karşılık gelen mikroskobik durumlarla orantılı olduğunu söyler bize.
Ancak, su molekülerinin mürekkebi yeniden bir damla haline getirmesi ya da belki küçük bir köşede toplaması olasılığı sıfıra çok yakın olmakla birlikte, sıfır değildir. Bu sadece moleküllerin çok özel hız ve koordinatlara sahip oldukları durumlarda mümkündür ve bu durumların sayısı da öylesine azdır ki evrenin başlangıcından bu yana bir kez olsun elde edilmiş olmaları bile pek muhtemel gözükmemektedir
ENTROPİ NEREYE KADAR
Masaya bıraktığımız bir bardak çay zamanla soğur, fakat hiçbir zaman kendiliğinden ısınmaz. Çünkü tabiattaki değişimler enerjinin niteliğini azaltan yönde gerçekleşir.* Buna göre çayın yüksek sıcaklıktaki enerjisi niteliğinden kaybederek çevre havaya geçer. Burada izafî olarak daha düzenli bir halden giderek ona göre daha düzensiz gözüken bir hâle geçiş, yani entropi artışı sözkonusudur.
Çok büyük bir ormanda dolaştığımızı düşünelim; ağaçlar arasındaki uzaklıkların eşit olduğu bir orman. Bunun büyük ihtimalle insanlar tarafından yapıldığını düşünür ve şu sonucu çıkarırız: eğer tabiatın bizim günlük sağduyu ve pratik mantığımıza bakan yüzüyle kendi işleyişine müdahale edilmezse, düzensiz bir yapılanmaya, bir başka deyişle düzensizliğe gidiş daha büyük ihtimaldir.**
İstatistik mekaniğin ana sonuçlarından birisi de, tecrit edilmiş (kapalı) sistemlerin düzensizliğe meylettiği ve entropinin de bu düzensizliğin bir ölçüsü olduğudur. Yani kâinatta kendisini dışarıya kapatan, enerji ve madde kayıplarını dışarıdan yeni madde ve enerji girdileriyle telâfi etmeyen bütün sistemler bu anlamda bir düzensizliğe, dağılmaya ve ölüme doğru gitme eğilimindedir. Meselâ bakımsız kalan bir bahçe; sulamadığımız, bakımını yapmadığımız bir ağaç; tamiri, tadilatı yapılmayan, zaman nehrinin sağından solundan aşındırdığı bir ev; Güneş (ve uzay) ile ilgisi kesilen ve kapalı sisteme dönüşen yeryüzü.
Fakat entropi denilen âdetullahın kâinat ve tabiat açısından birer istisnası var. Bugünkü bilgilerimize göre eğer madde ve zamanın ilk yaratılışı bir büyük patlama (big bang) ile başladıysa, bu patlamadan zaman içinde bugünkü galaksi ve yıldız sistemlerinin ortaya çıkması, özellikle de Güneş sistemi ve Dünya gibi dakik işleyen düzenlerin şekillenmesi entropinin geçerli olmadığı bir durumdur. Bununla irtibatlı bir diğer istisna tabiatta görülmektedir: Hayat. Bakımsız bir ağacın dalında çürümüş bir meyve toprağa düşer ve ölür. Ölmüş meyvenin ölmüş çekirdeği düştüğü yerde çürürken, yani entropiye boyun eğmiş görünürken yeni bir hayatın, yeni bir ağacın doğmasına vesile olur; entropiye direnir. İlâhî kudret ölüden diri çıkartır. Sürülüp havalandırılan, sonra da ekilen, sulanan, çapalanan, zararlılara karşı ilâçlanan bir tarla da entropiye meydan okur. Tabiat baharda yemyeşil bir örtü olur, ürün verir. Kışın soğukluğunda ortada bir şey yok iken, az bir zaman sonra ilâhî irâde ortaya bir varlık getirir.
Aslında yaratılış hikmeti gereği, mânevî yanı ağır basan bir varlık konumundaki insan için de aynı durum sözkonusudur. Kendi başına bırakılıp bedenen beslenmeyen ve korunmayan bir insan nasıl biyolojik ölüme giderse, mânen doğru gıdalarla beslenemeyen, yaratılma sebebine uyanamayan, ruhun hayat derecesine çıkamayan insan da bozuşur, kokuşur, kendisine ve kâinata karşı zararlı bir unsur hâline gelir.
Bir çocuğun ileride kötü insan olması için, o çocuğun ruh terbiyesi konusunda herhangi bir çaba göstermemek yeterli aslında. Çünkü tahrip kolay ve herşey kendi hâline bırakıldığında entropiye meyilli. İşte bu mânevî entropiye yine ilâhî iradenin meşieti gereği tek bir değerler sistemi izin vermez, direnir ve karşı çıkar: Din. Bu mânâda, Bediüzzaman'dan ilham alarak, "din hayatın ta kendisidir, hattâ gerçek hayattır" diyebiliriz.
Zihin ve kalbin entropi kurbanı olmaması, yani hedefsiz, gâyesiz (terbiye ve sevgiden yoksun) kalmaması, dolayısıyla ölçüsüz yaşamaması için aslında çok yönlü bir ihtimam gerekiyor. İnsan çok kıymetli bir varlık ve Yaratıcı'nın Rab sıfatının insan için tecellisi diğer canlılar için olandan çok farklı.
İnsan, teklif ve imtihan meydanı olan bu dünyada hem iyi, hem de kötüye meyilli bir fıtratta yaratılmış. Kendisine verilen istidatlar gelişmeye açık. Bu yüzden, yaratılışındaki mükemmellikle orantılı bir hikmetli terbiye insanı mânevî entropiden korumak için teklif edilmiş. Çocukluktan itibaren güzel ahlâk ile beslenen bir ruhun Yaratıcı'ya saygılı ve dürüst yaşamaya alışması, dolayısıyla zaman içinde dinin onun için ikinci bir tabiat haline gelmesi mânen kokuşmaya yol vermemesi açısından önemli.
Kendilerine ve topluma zararlı insanlar nasıl ortaya çıkıyorlar ki?!... Onlar dünyaya bu halleriyle mi geliyorlar?!... Çocukluğunda ve gençliğinde ruhu aç bırakılmış, güzel ahlâk adına hiçbir misâlle karşılaşmamış, yaratılıştan murad edilen aydın(lanmış) insan ufkuna ulaşamamış insanlar bunlar. Meselâ, başlangıçta suç işlemeye eğilimli hâle gelen, zaman içinde de suç işlemeye alışan, çoğu kez "sokak çocuğu" diye nitelendirdiğimiz çocuklar, veya canavarlığı başka mahfillerde öğrenen dış görünümü düzgün çocuklar. Gözlerimizin önünde mânevî bir entropi yaşayan insanlar bunlar. Karşılarına hârikulâdeden bir hüsn-ü misâl çıkmadığı takdirde, ahsen olma potansiyellerini giderek yitiren ve yolu herzaman kolay olagelmiş esfel bölgesine doğru yürümeye devam eden insanlar. Koca koca adamlar; kaba, saldırgan, sürekli hak çiğneyen, insanların malını gaspeden, namusa saldıran, cana kıyan canavarlar... İkisini yanyana koyduğumuzda, işte bu diğerinin çocukluk hâli veya öteki bunun ileride alacağı hâl.
Biyolojik sistemlerin termodinamikle ilgili yönleri olduğu gibi, ahlâkı belirleyen ruhî ve mânevî sistemlerin de bu mukayeseye elverişli bir hakikati olduğunu görüyoruz. Biyolojik bir sistem dışa açık olduğu ve bu durumunu devam ettirdiği sürece hayatta kalma şansına sahip oluyor. Kapalı hâle gelip dışarıdan beslenmediğinde, entropi kayıplarını dışarıdan telafi etme imkânı ortadan kalktığında ise, dağılmaya ve ölüme gidiyor. Meselâ dünya üzerindeki hayat uzaya ve Güneş'e açık olması dolayısıyla açık sistem özelliği gösteriyor. Güneş'ten gelen ışık ve ısı, buna bağlı hava hareketleri burada hayatın devamlılığını sağlıyor. Yeryüzü'nün Güneş'le irtibatının kesilmesi ise onu ölüme götürüyor. Jeolojik geçmişte meydana gelmiş küçük kıyametler sırasında bu durumun görüldüğüne dair kuvvetli izler mevcut. Bir göktaşı çarpmasını tâkiben veya çok büyük bir volkanik faaliyet sırasında (gerek doğrudan, gerekse yangınlar sebebiyle) yukarıya yükselen toz, gaz ve küllerden dolayı güneş ışığının yeryüzüne ulaşamaması sonucu havanın kararması ve soğuması, fotosentezin durması, bitki örtüsünün ölmesi ve buna bağlı olarak besin zincirinin bozulması, ot ve etle beslenen hayvan topluluklarının kitleler hâlinde yokolması yeryüzünde kapalı hâle gelen hayat sisteminin nasıl bozulduğunu gösteren misâller.
İnsan da açık bir sistem, hem ruhu hem bedeniyle. Bedenen ayakta kalabilmek için dışarıdan oksijen, su ve diğer gıdaları alarak, belli bir nem ve sıcaklık aralığında yaşayarak hayatiyetini devam ettiriyor insan. Mânen ayakta kalabilmesi de, onu Yaratıcısı'na, kendisine ve insanlığa karşı müsbet bir varlık olma olgunluğuna ulaştıran ahlâk ve terbiyenin muhtevasına bağlı. İnsanın aile, okul, medya veya diğer çevreden kaynaklanan menfî unsurlarla beslenmesi ve kötü ahlâk(lılar) ile teması zâhiren birşeyler ilave ediyor gibi görünse de, artıya eksi eklendikçe azalma olması gibi, hergün ondan birşeyler alıp götürüyor, onu huzursuz bir ruh durumuna getiriyor. Fizikî anlamda Dünya ile Güneş münasebeti nasıl yeryüzünü açık bir hayat sistemi olarak koruyorsa, mânevî anlamda bütün bir insanlık ile hidayet güneşi (Şems-i Hidayet) Hz. Peygamber (sas) arasındaki münasebet de, dinin hayata hayat olması bakımından, insanlığın mânen muhafazasını, olgunlaşmasını ve kul olma şuurunun artmasını sağlıyor. Bu noktada milletlerin, toplumların ve toplulukların açık sistem olmalarının da ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Nasıl bir ferd kendisini, çeşitli ortak paydalarla bağlı olduğu ve onun için mânevî bir çatı hükmünde olan, onu dış dünyanın menfiliklerinden koruyan bir topluluktan ayırıp tecrit eder, yalnızlığa iterse mânen çürüyüp yozlaşır, aynı şekilde kendisini dünyadaki müsbet gelişmelerden tecrit ederek içe kapanan, dolayısıyla gerektiğinde yenileyemeyen, zamanın nabzını tutamayan toplumlar da çeşitli zâfiyetlere düçar olur, kendi kendini yemeye başlar, onun bu durumundan cesaretlenen hasımları da onunla kedinin fareyle oynadığı gibi oynar. Giderek düzeni bozulan sözkonusu toplum ve topluluk, bunun teşhisini de doğru koyamazsa fâsit bir daire içine girer. İşte bu tepetaklak yuvarlanmayı "toplumun mânevî entropisinin artması" olarak nitelendirsek yanlış olmaz herhalde.
Sonuçta insan (dolayısıyla toplum), Yaratıcısı'nın onu yaratmaktan muradına uygun bir hayatı akıl, kalp ve mânâ entropisine direnmekle, bu konuda göstereceği sürekli bir çabayla sürdürebiliyor. Aksi takdirde, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin de belirttiği gibi : "İnsan, kendine verilen irade, his, şuur gibi ahlâk ve karakterinin oluşmasına vesile olabilecek ilk mevhibelerini değerlendirip Yaratan'ın emirleri istikametinde kendini sık sık yenilemezse, 'kendi olarak' kalması bir yana, bozulup gitmesi mukadder demektir."
Yrd.Doç.Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ