Profesör Nash’ın çalıştığı üniversitede bir gelenek var. Üniversitenin diğer hocaları üniversiteye emeği geçmiş, bilim arenasında üniversitelerinin bayrağını dalgalandırmış bir hocaya; hoca üniversiteden ayrılırken ya da mesleki bir sorun karşısında destek için, üniversitenin dinlenme salonunda, ceplerindeki kalemleri hocaya sunuyorlar.
Düşünebiliyor musunuz; bir üniversite hocası, en kıymetli ve tek silahı olan “kalemini” gönül dolusu sevgiyle birlikte meslektaşına armağan ediyor!
Bundan daha çarpıcı destek olabilir mi? Filimde de böyle oluyor: Profesör Nash’a Nobel ödülü verecekler ama kendi üniversite çevresinden acaba destek alıyor mu yoksa ‘deli’ diye dışlanıyor mu?
Nobel komitesinden bir üye, bu konuda nabız yoklama amacıyla öğretim üyeleri dinlenme salonuna girdiğinde, tüm hocalar kalemlerini çıkarıp, Prof. Nash’ın oturduğu masaya bırakır.
Bu sahnede ben koptum! Üniversite hocalık hayatımda yaşadıklarım gözlerimin önünden saniyede akıp gitti!…
İşte dedim, üniversiteyi üniversite kılan budur. Kurumsal gelenekler, dayanışma ve bilime saygı…
Tesadüf o ki, ertesi günü 15 Mart 2002 tarihli Hürriyet’te Serdar Turgut’un filmi irdeleyen yazısı ile karşılaştım. Düşünceleri, benim duygularımla tıpa tıp örtüşüyordu.
Serdar Turgut üniversite hocası değil. Üniversite lisans eğitiminden sonra akademik kariyer bağlamında üniversite ile ilişkisi olmamış bir yazar (belki master’ı olabilir ama profesyonel hocalığı yok).
Türkiye’deki tüm üniversite hocalarını, üniversite yönetimlerini ve seçimlerde üniversite yönetimine talip olup “akademik ahlak” vaadedenlerin bu filmi izleyip, bu sahneyi zihinlerine yerleştirmelerinde yarar var.
Hiç bir ekleme yapmadan sizleri ve üniversite ile ilgili herkesi Serdar Turgut’un yazısı ile başbaşa bırakıyorum:
“O sahneyi seyrettikten sonra tekrar karar verdim ki bizde maalesef gerçek anlamda üniversite yok.
Çok az sayıda evrensel niteliklere sahip bilim adamı var Türkiye'de.
Onlar da her gün mücadele ederek yaşamak zorundalar.
Güya meslektaşları olanlar onlara bırakınız kalemlerini filan bırakmayı, ilk fırsatta kalemle arkalarından yaralamak için fırsat beklerler.
Kıskançlık, ayak oyunu, dedikodu, üniversite öğretim üyeleri arasında olağanüstü yaygındır.
Aralarında bir tanesi yeni bir fikir denemeye kalksa, yeni bir makale yazsa, yurtdışında makale bastırmak için uğraşsa, hemen bir cephe ayağını kaydırmak için harekete geçer. Gerçi yeni fikir üretenler, yurtdışında yazı yayınlayanlar pek azdır aralarında ama onlara bile tahammül etmezler.
Kendi aralarında bu durumda olan hocaların, öğrenciye de fazla bir şey verebilmeleri mümkün değildir gayet tabii ki. Bu yüzden de Türkiye'de üniversiteye giden öğrencilerin önemli bir bölümü, neredeyse liseden mezun oldukları düzeyin de altında olarak üniversite diploması alırlar.
Bir yanda meslektaşlarına duydukları saygı nedeniyle ona kalemini bırakan bilim adamları, bir yanda da bizim dedikoducular ve onlardan kaçmak için ne yapacağını şaşırmış olan azınlıktaki gerçek bilim adamlarımızın çaresizliği.
Karşılaştırın iki tabloyu, trajediyi net olarak görün.”
Kaynak:
Prof. Dr. Nadir Paksoy
Sito-patolog, İzmit-Kocaeli