Tekil Mesaj gösterimi
Alt 16 Ocak 2010, 23:50   #74
Çevrimdışı
BaRoN
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
IF Ticaret Sayısı: (0)
IF Ticaret Yüzdesi:(%)
Cevap: Efendimiz (S.A.V) 'in Hayatı (Salih Suruç)




Davetin İkinci Safhası: Mekkelilere Safâ Tepesinden İlk Hitap

Tebliğ dairesi tedricen genişliyordu. Açıktan îmân ve İslâma davet, inanmış ruhları sevinci ile okşarken, şirkin kirinden kendini kurtaramamış gönüleri ise telaşa sevkediyordu.

“Emrolunduğun şeyi, onları çatlatırcasına bildir,” İlâhî fermanı gelince Fahr-i Kâinat, âdeta yerinde duramaz hale gelmişti. Hemşehrilerine maddî, manevî saâdetin yolunu bir an evvel göstermek istiyordu.

Bu sırada, tebliğ dairesini biraz daha genişletip, Safâ Tepesinde Mekkelilere açıkça peygamberliğini ve İslâm dinini ilân etti.

Safâ Tepesinde yüksekçe bir taş üstüne çıkan Allah Resûlü, Mekkelilere yüksek ve gür bir sadâ ile: “Yâ Sabâhâh! [Ey Kureyş topluluğu, buraya geliniz, toplanınız, size mühim bir haberim var!]” diye seslendi.

Mekkeliler birden şaşkına döndüler. Kimdi bu haykıran? Bir tehlike ile karşı karşıya mı bulunuyorlardı? Düşmanın baskınına mı uğramışlardı? Yoksa kendilerine iletilecek çok mühim bir haber mi vardı?

Bu seslenişe cevap vermede gecikmediler ve bir anda Safâ Tepesinin önüne toplandılar. Fakat o da ne? Seslenen “Muhammedü’l-Emîn” dedikleri zâttı. Acaba ne istiyordu? Nelerden haber verecekti? Neler söyleyecekti?

Merakla, “Ey Muhammed! Bizi buraya niçin topladın? Neyi haber vereceksin?” diye sordular.

Resûl-i Ekrem, haberini vermekte gecikmedi. Zihinlerin kendisine bütün dikkatiyle yöneldiği, gözlerin hayretli bakışlarıyla üzerine toplandığı, bütün kulakların pürdikkat kesildiği ve herkesin merakla beklediği bir anda, mantıkî delilerle dolu şu beliğ hitabeyi irad etti:

“Ey Kureyş topluluğu! Benimle sizin benzeriniz; düşmanı görünce âilesine haber vermek için koşan ve düşmanın kendisinden önce varıp âilesine zarar vermesinden korkarak, “Yâ sabahâh!” diye haykıran bir adamın benzeri gibidir.

“Ey Kureyş topluluğu! Size bu dağın ardında veya şu vadide düşman atlıları var. Sabaha veya akşama, üzerinize hücûm edeceklerini söyleyecek olursam, bana inanır mısınız?”

O âna kadar “Muhammedü’l-Emîn” dedikleri, kendisinden yalan nâmına bir tek şey işitmedikleri, hakikatın dışında hiç bir şey duymadıkları Resûl-i Ekreme hep bir ağızdan, “Evet,” dediler, “biz senin doğruluğunu tasdik ederiz. Çünkü, şimdiye kadar sende doğruluktan başka bir şey görmedik. Sen yanımızda yalan ile itham edilmiş bir insan değilsin.”

Bu umumî hitabından sonra Resûl-i Ekrem, Kureyş kabilelerinin her birini kendi adlarıyla çağırdı ve konuşmasını şöyle sürdürdü:

“Öyle ise, ben size, önünüzde gelecek büyük bir azabın bildiricisiyim. Yüce Allah, bana, ‘En yakın akrabalarını âhiret azabıyla korkut’ emrini verdi. Sizi ‘Allah bir, Ondan başka İlâh yok’ demeye davet ediyorum.

“Ben de Onun kulu ve resûlüyüm. Eğer, dediklerimi kabul ederseniz, Cennete gideceğinizi taahhüd ve tekeffül edebilirim. Şunu da bilin ki; siz ‘Allah bir, Ondan başka ilâh yok’ demedikçe, size ben ne dünyada, ne de âhirette bir fâide temin edemem.”

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin akıl, kalb ve ruhlara hitap eden konuşması karşısında Ebû Leheb şaşkına döndü. Eline bir taş aldı ve Kâinatın Efendisine doğru fırlatarak, “Helâk olasıca! Bizi bunun için mi çağırdın?” diye âdice bağırdı.

Bundan başka, o anda dinleyenlerden hiçbir muhalefet gelmedi. Sadece fısıltı halindeki konuşmalarıyla dağıldılar.

Bu hareketleriye Ebû Leheb, artık İlâhî nefret ve azabı haketmiş oluyordu. Resûlullaha olan şiddetli düşmanlığı, bitmez kin ve nefreti kendisine pahalıya mal oldu. Çünkü, Cenâb-ı Hak, inzâl buyurduğu Tebbet Sûresiyle korkunç âkıbetini şöyle haber veriyordu:

“Kahrolsun Ebû Leheb! Zâten kahrolup gitti. Ne malı, ne de kazandıkları ona fayda vermedi. Yakında alevli bir ateşe girecek. Karısı da odun hamalı olarak beraber girecek. Boynunda ise bükülmüş bir ip olacak.”

Muhalefet eden kim olursa olsun, Allah nûrunu tamamlayacaktı.

Bu sebeple de, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, kendisine karşı yapılan çirkin hareketlerden asla sarsılmıyor, yılmıyor ve yoluna son derece temkinli ve vakarlı bir şekilde devam ediyordu.



Peygamber Efendimize Revâ Görülen Eziyet ve Hakaretler

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Safâ Tepesinde açıktan açığa peygamberliğini ilân ettikten ve halkı İslâma davette bulunduktan sonra Kureyşli müşrikler eziyet ve hakaretlerini su yüzüne çıkardılar ve kat kat arttırdılar.

Peygamber Efendimiz, onları “Tevhid”e çağırıyordu. Onlarsa, “Atalarımızın dini” dedikleri putperestlikte ve şirkte direniyorlardı. Efendimiz, onları fazilete, dünya ve âhiret saâdetine dâvet ediyordu. Onlar ise, yarasanın ışıktan kaçması gibi, faziletten ve saâdetten uzak durmaya çalışıyorlardı. Kâinatın Efendisi, onları insanca yaşamaya, insan haysiyet ve kudsiyetine yakışır davranışlarda bulunmaya çağırıyordu. Onlar, insanın şeref ve haysiyetini rencide edip ayaklar altına alıcı çirkin ve rezil hareketler içinde, günlerini gün etmeye uğraşıyorlardı.

Resûl-i Ekrem, onlar için ebedî saâdet, bekâ, likâ, Cennet istiyor ve onları bu eşsiz nimetleri kazanacak amellerde bulunmaya dâvet ediyordu. Onlar ise, kendilerini ebedî şekâvete, Cehenneme götürecek davranışların içinde yuvarlanıp gidiyorlardı.

Hazret-i Resûlullah, dâveti ile, onları esfel-i safilîne düşmekten, kıymetsizlikten ve fâidesizlikten kurtarıp alâ-yı illiyyîne, kıymete, bekâya, ulvi vazifeleri yapabilme makamına çıkarmak istiyordu. Onlarsa tam tersine, kıymetsizlikler içinde yuvarlanmaya, esfel-i sâfilini netice verecek hareketlerde bulunmaya devam edip duruyorlardı.

Elbette, bu istek ve yaşayışta olan müşrikler, Fahr-i Alem Efendimizin, dâvetine karşı çıkacak ve onunla amansız mücadelede bulunacak, ellerindeki bütün imkânlarla, onu tesirsiz hale getirmeye; sebat ve metanetini, cesaret ve gayretini kırmaya çalışacaklardı. Bunun için de, türlü türlü işkencelere, eziyetlere, hakaret ve su-i kastlara teşebbüs edeceklerdi.

Şüphesiz bu durum, sadece Peygamber Efendimize mahsus değildi. Her peygamber, kendi zamanında, gönderildiği kavmi ve ümmeti tarafından nâhoş karşılanmış, hakîr görülmüş, eziyet ve işkencelere tâbi tutulmuştur. Bu ortak özellikleri yanında, bütün peygamberlerin diğer bir müşterek vasıfları da bütün bu eziyet, hakaret, işkence ve sû-i kastlara rağmen, davalarını anlatmaktan geri durmamaları, inançlarından asla taviz vermemeleri; aksine eziyet ve işkencelerin artması nisbetinde me’mur bulundukları hakikatları duyurmaya daha fazla bir aşk, şevk ve ciddiyetle çalışmış olmalarıdır.

Fahr-i Âlem Efendimize, hakaret ve eziyet edenlerin başında Ebû Leheb ve karısı Ümmü Cemil geliyordu. Ebû Leheb, Efendimizi devamlı takip ediyor ve halkı onu dinlemekten vazgeçirmeye, zihinlerde şüphe ve vesvese meydana getirmeye çalışıyordu.

Birgün Hazret-i Resûlullah, Ukaz Panayırında halkı Allah’ın birliğine îmâna ve peygamberliğini tasdike davet edip:

“Ey ahalî, ‘Lâilâhe illallah’ deyin, kendinizi kurtarın” diyordu.

Peşisıra gelen Ebû Leheb ise halka, “Ey ahalî! Bu yeğenimdir, yalan söylüyor, ondan uzak durun” diye sesleniyordu.

Bu, ibret dolu bir tablodur: Yeğen Allah’a îmâna ve saâdete davet ediyor; öz amca ise, ona muhalefet edip, halkı onu dinlememeye çağırıyor!

Ebû Leheb, yalnız bununla da kalmıyordu. Birgün, komşusu olan Peygamber Efendimizin kapısına pislik ve kokmuş şeyler atmıştı. O sırada Hazret-i Hamza, henüz îmân etmemiş olmasına rağmen, yetişmiş ve o pisliklerin ve kokmuş maddelerin hepsini Ebû Leheb’in başına dökmüştü.

Komşularının yaptığı bu gibi çirkin hareketlere karşı Efendimiz, sadece; “Ey Abd-i Menâfoğulları! Bu nasıl komşuluk” diyerek sitem ediyor ve pislikleri evinin önünden süpürüp atıyordu.

Kur’ân’ın, Cehennemde cayır cayır yanacağını haber verdiği bu adam, bâzan de, Kâinatın Efendisinin evini, sırf onu rahatsız ve huzursuz etmek için taşa tutuyordu.

Ebû Leheb, Resûl-i Kibriyâya eziyet ve hakaret etmekte yalnız kalmak istemiyordu. Birgün, oğlu Uteybe’ye, ona işkence etsin diye emir verdi. Uteybe, Peygamberimizin yanına vardı. O sırada Efendimiz Necm Sûresini okuyordu. Bunu duyan Uteybe, “Necmin Rabbına andolsun ki, ben senin peygamberliğini inkâr ediyorum” dedi ve küstahça Kâinatın Efendisine doğru tükürdü.

Resûl-i Ekrem, bu çirkin harekete sadece şu bedduâ ile cevap verdi:

“Yâ Rab, ona bir itini musallat et.”

Resûl-i Ekrem Efendimizin, ne duâsı ve ne de bedduâsı Allah tarafından karşılıksız bırakılmıyordu. Uteybe’ye yaptığı bu bedduâ da bir müddet sonra gerçekleşti. Yemen tarafında Havran denilen yerde arkadaşları arasında uyurken, bir arslan gelip kendisini parçaladı!

Duâlarının makbuliyeti de, Peygamber Efendimizin mûcizelerinin bir bölümünü teşkil eder.

Ümmü Cemil, İslâm dâvâsının en şiddetli muhalifi ve düşmanı Ebû Leheb’in karısı idi. Kur’ân’ın tabiriyle “Cehennem oduncusu” bu kadın, İslâm daveti karşısında öylesine azmış, öylesine çılgına dönmüştü ki, Nebiyy-i Muhterem Efendimizin gidip geldiği yola, her gün bıkmadan usanmadan sert dikenli çalılar döküp saçıyor ve âdetâ bu davranışından zevk alıyordu.

Resûl-i Ekrem (a.s.m.), Safâ Tepesinde ilk olarak, Kureyş’e açıktan İlâhî davette bulunurken, kocası Ebû Leheb, Peygamberimize çıkışmış, hatta hakaret etmiş, “Helâk olasıca, bizi bunun için mi buraya çağırdın” demek küstahlığında bulunmuş ve Efendimize doğru, yerden kaldırdığı bir taşı savurmuştu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Tebbet Sûresini inzal buyurmuştu. Sûre, Ebû Leheb ve karısının çirkin davranışlarını ve âkibetlerini mevzu ediyordu.

Bunu duyan Ümmü Cemil, artık yerinde duramaz oldu. Eline bir taş alarak Mescid-i Harama geldi. Peygamber Efendimiz, sadık dostu Hazret-i Ebû Bekir ile orada oturuyorlardı. Ümmü Cemil, Hazreti-i Ebû Bekir’i gördü fakat yanında oturan Kâinatın Efendisini fark edemedi, Hz. Ebû Bekir’e şöyle dedi:

“Ey Ebû Bekir! Arkadaşın nerede? Ben işittim ki, beni hicvetmiş. Ben görsem, bu taşı onun ağzına vuracağım” dedi.

Ebû Bekir’i gören göz, Kâinatın Efendisini göremiyor ve neticesiz geri dönüyordu.

Elbette göremezdi! Allah’ın hıfz ve inâyeti altında bulunan Sultan-ı Levlaki görmek, bir Cehennem oduncusunun haddine mi düşmüştü?

Buna benzer bir hâdise de Ebû Cehil’in başına geldi. Birgün kabilesine şöyle söz verdi:

“Vallahi, secdede Muhammed’i görürsem, başını bu taşla ezeceğim!”

Ertesi gün, zor kaldırabileceği büyük bir taş alarak gitti. Resûl-i Ekrem secdedeydi. Taşı kaldırıp tam vuracakken, elleri yukarıda kaskatı kesildi. Tâ Kâinatın Efendisi namazını bitirip kalkıncaya kadar. Namaz bitince Ebû Cehil’in eli çözüldü. Çünkü, artık ihtiyaç kalmamıştı.

Herşeye rağmen Peygamber Efendimizi rahatsız etmekten vazgeçmeyen Ebû Cehil, yine bir gün, “Vallahi, Muhammed’i secdede görürsem, boynuna basacak ve boynunu yerlere sürteceğim” diye yemin etti.

Tam o sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz çıka geldi. İbn-i Abbas, durumu kendilerine arzedince, birden hiddetlendi ve kapıdan girmeyi dahi beklemeden, aceleyle duvardan aşıp Mescid-i Haram’ın içine girdi. Alâk Sûresini sonuna kadar okudu ve secdeye vardı.

Etrafta bulunanlar Ebû Cehil’e, “Ey Ebû Cehil, işte Muhammed!” diye seslendiler.

Ebû Cehil’in Resûl-i Ekreme doğru ilerlemesiyle dönmesi bir oldu.

Seyredenler şaşkınlık içinde, “Ne oldu, neden döndün?” diye sordular.

Ebû Cehil, onlardan daha şaşkın bir edâ içinde:

“Benim gördüğümü, siz görmüyor musunuz?” diye cevap verdi ve arkasından ilâve etti:

“Vallahi, onunla benim arama ateşten bir uçurum açıldı.”

Müşrik ileri gelenlerinin en ağır işkence ve su-i kast teşebbüsleri karşısında, Cenâb-ı Hak da, Sevgili Resûlünü işte böylesine koruyor ve himâye ediyordu!

Kureyş müşriklerinin, Peygamber Efendimize eziyet, hakaret ve sû-i kastları çeşitli sûretlerde oluyordu.

Devam edeceğim inşaAllah...

 
Alıntı ile Cevapla

IRCForumlari.NET Reklamlar
sohbet odaları eglen sohbet reklamver